diyerekten, salondaki herkesi hıçkırıklara gark etmiş
idi..”
Ortopediye heves eden sınıfımızın en güçlü kızları, çimento torbası kaldırmak için günlerce çalışmalarına karşın, diğer şartları yerine getiremedikleri için, heyhat sınava bile alınmamışlar idi.
“Ey sözlerin aslın bilen, söyle bu söz kimden gelir Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir” (Yunus emre)
Güneş doğmadan önceki alaca karanlıkta doğu yönünde görüp de merak ettiğiniz, tektaş elmasa benzer parlak gezegen Venüs veya Çulpan ya da Zühre diye adlandırılır.
Eşe dosta duyurulur : Ağustos ayı ortalarına yaklaştıkça “Kahraman” takım yıldızları (“Perseus”)yönünden geliyormuş gibi göründüklerinden, “Perseid meteorları” denilen göktaşı yağmurları giderek sıklaşacak, 12 Ağustos gecesinin sonuna doğru Venüs gezegeninin huzurunda zirveye ulaşacaktır.
Nusreddin hoca yine bir gün Akşehir gölüne yoğurt çalarken, akıllı komşuları her zamanki gibi yetişip, “Aman hoca yine göle yoğurt mu çalmaktasın, bilmezmisin ki göl maya tutmaz ?” diye her zamanki gibi efkâr (fikirler) yürütüp avâz etmişler. Hoca “Lâhavle” deyip yanıtlamış : “Bre benim aymaz köylüm… her Temmuz ayında, yurdumuzda geleneksel olan ‘Karadeniz’de gaz bulma töreni’ gazına (!) geliyorsunuz da bizim gölün yoğurt tutacağına inanmıyorsunuz ; hayret bir şeysiniz billa.
Swift-Tuttle adlı kuyruklu yıldız (aslında yıldız mıldız olmayıp diploması sahtedir ) güneş sistemimize her 130 yılda bir girip eteğinden bol miktarda taş toprak döker ve bu taşlar ise kuyruklunun geçtiği yolda uzayda asılı kalır. Sevgili dünyamız ise bu minik taşlı tozlu mezbelelik içinden, her Ağustos ayında zorunlu olarak geçerken, gök yüzümüzde nice “yıldız kaymaları” olur, ahalimiz ise bu kaymalara bakıp nice niyetler tutmaktadırlar. Öte yandan, Swift-Tuttle kuyruklusu en son 1992 yılında yakınımızdan geçmiş olup, bir sonraki geçişi 2122 yılında olacağından bizlerin bu geçişi göreceğimiz gayetle şüphelidir. Bu nedenle, kuyruklunun 1992 ziyaretinde gürüntülenmiş güzel bir pozunu sevabımıza yazımıza eklemiş bulunmaktayız.
“Şu kanlı zâlimin ettiği işler Garip bülbül gibi zâreler beni Yağmur gibi yağar başıma taşlar Dostun bir fiskesi pâreler beni” (Pir Sultan Abdal)
Yeri gelmişken, birkaç gün önce başımıızdan bir fıkra geçtiki anlatmaya müstehak :
Diş hekimi zâtımı “panoramik diş Rontgeni” için BODRUM ACIBADEM HASTANESİ radyoloji bölümüne göndermiş idi. Elimizde istek kağıdı sıraya girip başımızı vurduk, sonra yine sıraya girip paramızı ödedik, sonra yine bekleme salonunda sıraya girdik. Üç vakit sonra teknisyen hanım adımızı ünneyip içeri çağırdı. Alaca karanlık odaya girmemizle, teknisyen hanımın “Pantolonunuzu çıkarın beyfendi” demesiyle, hayret yapıp, kendimize hitaben, “Tüh yüzüme..gördün mü bak..kadın maksadımızı yanlış anladı” diyerekten, efkâr (fikirler) yürütürken, bir yandan da”amanın olur ya, zamanlar değişti, Türkiyemiz’de belki artık âdet böyledir, aman acemiliğimiz belli olmasın” diyerekten kemerimizi gevşetmeye soyunduk. Teknisyenin “ çabuk olun bekleyen başkaları da var” demesiyle telâş yapıp ve sıramızı kaybetmiyelim muradıyla kemerimizi gevşetip pantolonu indirirken gayri ihtiyâri, “ donum kalabilir mi ?” diye soruvermişim. Derken, nihayet usumuz serimize (aklımız başımıza) gelip korkaraktan “Diş Rontgeni için patalon çıkarmak zorunlu mu ?” diye sormamızla, önce hayret, sonra hicab, sonra da telaş gösteren teknisyen hanım “Aaa.. diş filmi yerine “diz” filmi yazmışlar” demez mi ? Apar topar pantolonumuzu çekerekten tüm sıralara yeniden girmiş idik.
“Yıldız kaymalarının” (!) başlangıcı, 11 Ağustos gece yarısına doğru başlayıp, 12 Ağustos sabahı şâhikasına erişecektir. Yer yüzünde bulunduğumuz nokta, dünyamızın güneş yörüngesinde GİDİŞ YÖNÜNE sabaha karşı döndüğünden, güneşin doğuşuna yaklaştıgımız alaca karanlıkta mateor yağmuru giderek hızlanır. Bu nedenle en görkemli meteor yağmuru gün ağarmadan hemen önce görünür. Arkası yatmalı bir sandalyeye kurulup, gül cemâlinizi kuzey-kuzeydoğu yönüne çevirip “yıldız kaymaları” cümbüşünü izleyebilirsiniz. Sakın ola korkmayasınız, kafanıza taş maş düşecek değildir. Gök taşlarının hemen hepsi, kum tanesi ile leblebi büyüklüğü arasında olup, yer yüzüne düşmeden yanıp kül olur.
“Dar günümde dost düşmanım bell’oldu On derdim var ise simdi ell’oldu Ecel fermanı boynum takıldı Gerek asa gerek vuralar beni” (PSA)
11 Ağustos gecesi saat 11: 30’dan sonra, fakat ille de sabaha karşı, arkası yatmalı ayak uzatmalı sandalyenize uzanıp, kuzey-kuzeydoğu yönüne doğru bakarsanız, Perseides yıldız kümesi yönünden fışkıran gök taşlarının nasıl göz yaşlarına dönüştüğünü izler de şaşar kalırsınız. Saatler ilerledikçe, özellikle gece yarısından sonra, havada uçan ışıklar bir senfoni kreşendosu gibi giderek artacak, izleyenlerde ısırılmadık parmak bırakmıyacaktır.
“Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yâreler beni” (Pir Sultan Abdal)
Hz. İsa’nın doğumu sonrası sevgili dünyamız güneş çevresinde 258 kez pervane olup, 10 Ağustos tarihine gelince, Roma’lı alçaklar, Lawrence adlı azizi, yetimlerin ve de yoksulların parasını Romalı’lara yedirmediği için ızgara ocağında kızartarak öldürmüşlerdi.
“Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yâreler beni” (Pir Sultan Abdal
Aziz Lawrence ızgarada kızararaktan yana dursun, aradan henüz 1750 yıl bile geçmeden aynı kilisenin en başı, Papa John Paul rezili, erkek çocukların ırzına geçen papazların ayıbını örtbas için, yoksullar için toplanan 400 milyon doları utanmadan sus payı olarak dağıtacaktır ki, lâhavlenin böylesi de ancak AB’ye yakışır?
Aziz Lawrence’in kızartıldığı 10 Ağustos 258 gecesi, gök yüzümüzün Perseides yıldız kümesi yönünden fışkırarak atmosferimize giren gök taşları ise öyle bir gösteri sunmuşlar idi ki, bakan oğlunun düğünündeki havâi fişekler kaç para.O zamandan beridir bu gök taşı gösterisine “Saint Lawrece’in göz yaşları” denir ve de, doğrusu pek de yakışmaktadır. Bu yıl, sevgili dünyamız, 130 yılda bir güneş sistemize girenSwift-Tuttle kuyruklu yıldızının döktüğü taşların içine her ne kadar 24 Temmuz’da girmeye başlamışsa da, gök taşlarının en yoğun görkemi 12 Ağustos gecesi-13 Ağustos sabahı olacaktır ki, biz insanlığımızı yapıp duyuralım da gerisi size kalmış.
Yiğit uzun bir ayrılıktan sonra atının üzerinde ve yorgun ve terli olarak sevdiğinin köyüne ulaşır.Sevgilisi ona sevgi gösterir, mahraması ile terini siler. Yiğit oğlan da sevdiğine bir övgü döşenir. Güzel mi oldu şimdi bu benim anlatışım? Oysa aşık Karacaoğlan şöyle anlatıyor:
Ağlama Sevdiğim Gül Dedi Bana
“Seherden uğradım dostun köyüne Hoş geldin sevdiğim in dedi bana Tomurcuk memesin verdi ağzıma Yorgunsun sevdiğim em dedi bana
Benim yârim gelişinden bellidir Ak elleri deste deste güllüdür İbrişim kuşaklı ince bellidir İnce bellerimi sar dedi bana
Benim yârim bana yalan söylemez Söylerse de gıybetimi eylemez El yanında ikrarını söylemez Elleri uyut da gel dedi bana
Mestine de deli gönül mestine Aşık olan gül gönderir dostuna Telli mahramasın attı üstüme Terlisin sevdiğim sil dedi bana
Karac’oglan sırrın kime danışır Siyah zülfü mah yüzüne kıvrışır Ayrılanlar elbet bir gün kavuşur Ağlama sevdiğim gül dedi bana” (Karacaoğlan)
Bir delikanlı, birkaç kişilik bir genç kız grubunu görüyor ve içlerinden birinin gururlu duruşu, endamı ve tavırlarıyla ötekilerden ayrıldığını fark ediyor. Birden gönlü akıyor o kıza doğru. Sanki yanındakiler, ona hizmet eder gibi. Siz olsanız bu görüntüyü hangi kelimelerle anlatırsınız? Karacaoğlan şöyle anlatıyor: “Uydurmuş kendine üç beş menendin Sanırsın Sadrazam tuğ ile gider.” İşte Türkçemiz’in gücü.
“İlk akşamdan vardım kavil yerine O ne, baktım kömür gözlüm gelmedi Bilmem gaflet bastı yattı uyudu Bilmem o yar bize küstü gelmedi.” (Karacaoğlan)
Hangi yüzyılda ya da hangi kentte olursa olsun (ister İstanbul, ister New York, ister Paris), sevgilisi randevuya gelmeyen genç âşığın yürek çarpıntıları ve kafasındaki sorular su gibi akıp giden bir dille anlatılıyor. Şiir devam ederken, umutsuzca bekleyen âşık, yürek paralayan bir yargıya ulaşıyor:
“Benim mecbur olduğum fark etti Zalım garaz etti kaçtı gelmedi.”
Nasıl usta bir psikoloji, nasıl büyük bir anlatımdır bu. “Mecbur olduğu” fark edilen bir tutkulu âşığın terk edilmesi, insan ilişkilerinin önemli gizlerinden birisi değil mi?Bence öyle. Aynı psikolojik durumu Sigmund Freud da yazabilirdi, Erich Fromm da. Ama onlar değil, 17. Yüzyılın başlarında yaşamış, Çukurova’da omuzuna asılı sazıyla diyar diyar dolaşan genç bir ozan yapıyor bu saptamayı. Gözleriniz yükseklerde olsun FPTDr. Timur Sümer
Yeşilırmak kıyısında bir heykel daha var, onunla ilgili yazıyı sevgililer gününe bıraktım.
Heykelde Ferhat’ın dağları delmesi ve Şirin’in onu hasretle beklemesi konu edilmiş. Ferhat ile Şirin, sadece Türkiye’de değil, Azerbaycan’da, İran’da da anlatılıp, yazıya dökülmüş. Hikâyenin özü şu; Ferhat Şirin’e aşık, şirin Ferhat’a aşık. Şirin’in babası kızını Ferhat’a vermek istemez, bunun için Ferhat’tan dağları delip çok uzaklardan kente su getirmesini ister. Ferhat da dağları dele dele, kayaları oya oya su yolu açmaya başlar ve hedefe de çok yaklaşır. Bunu öğrenen Şirin’in babası kızın dadısını Ferhat’ın yanına gönderir. Dadı, Ferhat’ın yanına gider ve boşuna uğraşma Şirin öldü der. Ferhat, çok üzülür, elindeki gürzü havaya fırlatır, gürz Ferhat’ın kafasına düşer ve Ferhat ölür. Bunu duyan Şirin de kendisini hançerle öldürür.
<image.jpeg>
Ferhat ile Şirin
Hikâye, aşkın ne kadar yüce ve güçlü bir duygu olduğu anlatır. Buna benzer Kerem ile Aslı ve Leyle ile Mecnun hikayeleri de var. Kerem, Aslı uğruna kendisini yakar. Mecnun ise çöllerde dolaşıp Leylasını arar.
Mecnun’un hikayesi diğer ikisinden farklıdır. Mecnun âşık olduğu Leyla’yı bulmak için çöllerde dolaşırken bir gün Leyla ile karşılaşır ama sevinmez ve mutlu olmaz. Leyla bunun nedenini sorar. Mecnun cevap verir: “Ben Leyla için çöllere düştüm, hayatımı onu bulmaya adadım. Şimdi seni buldum ama sen içimdeki Leyla değilsin.”
Aslında Mecnun kendi hayal dünyasında mevcut bir güzele aşıktır. Âşık olduğu kızı Leyla sanır ama onun ile karşılaşınca hayalindeki kızın o olmadığını anlar. Bu durum hepimiz için geçerli; çoğu zaman gerçeği değil, kafamızda oluşturduğumuz imgeyi severiz ya da ondan nefret ederiz. Onun için diyorum ki, aman dikkat! İnsanları yanlış tanımayın, hayal kırıklığına uğrarsınız.
En güzel Leyle ve Mecnun hikayesini yazan Fuzuli’ye göre esas aşık kendisidir. Mecnun’un aşkını pek beğenmez; şöyle der:
Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var.
Fuzuli için âlem aşktan ibaretmiş:
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak
Aşka bu kadar değer veren Fuzuli onu bela ve dert olarak görür ama bu dert yüklü beladan kurtulmak istemez.
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.
Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni”
Aynı Fuzuli bir başka şiirinde insanlara aşktan uzak durmalarını öğütler:
Can verme sakın aşka aşk afeti candır
Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimseki aşıktır işi ahü figandır
Yadetme güzel gözlülerin merdümi çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanmaki şair sözü elbette yalandır.
Tolstoy ise aşka pek de inanmaz. Bu konudaki düşüncelerini Kreutzer isimli kitabında roman kahramanı Pozdnişev’in ağzından anlatır. Roman, trenle seyahat eden insanların kendi aralarındaki konuşmalarla başlar. Vagondaki bir kadının gerçek aşktan söz eder, evliliğin ancak erkek ve kadın arasında böyle bir sevgi var olduğu zaman mümkündür der. Pozdnişev ise kadına hitaben şöyle der: “Siz evlenmenin temelinde aşk olduğunu söylüyorsunuz. Bense, arzu ve tutku dışında aşk diye bir şey yoktur” der. Ve devam eder: “Karıkoca, etrafa tek karılı, tek kocalı gibi görünür ama, aslında iki tarafta poligami yaşar” der. Lafın kısası Pozdnişev’e (Tolstoy’a) göre aşk diye bir şey yoktur.
İnsanların poligami hayatı yaşadığına inanan Pozdniçev, Karacaoğlan’ın şu şiirini duysa, ben size demedim mi diyebilirdi:
Yaz gelip de beş ayları dolunca
Açılmış bahçenin gülleri güzel
Yaktı beni Fadime’nin nazarı
Zülüften ayrılmış telleri güzel
Elif’i dersen de nazlıdır nazlı
Esme’yi dersen de sırf ala gözlü
Söyletme Şerfe’yi bülbül avazlı
Söylüyor Zehra’nın dilleri güzel
Emne’yi der isen incedir ince
Bağdat’ın Mısır’ın gülleri konca
Eşşe’nin kaşı da kalemden ince
Sevmeye Hörü’nün belleri güzel
Döne güzelliğin halka bildirir
Kamer pınardan da kabın doldurur
Eşşeyürüy’şünde beni öldürür
Sevmeli Cennet’in boyları güzel
Karadan da Karac’oğlan karadan
Sürün çirkinleri çıksın aradan
Herkesi sevdiğ’ne vere Yaradan
Sevdiğim Meryem’in benleri güzel
Her gördüğü güzele âşık olan Karacaoğlan, bunun vebalini gönlüne yükler:
Deli gönül, gezer gezer gelirsin,
Arı gibi her çiçekten alırsın,
Nerde güzel görsen, orda kalırsın,
Ben senin derdini çekemem gönül.
Santur mu istersin, saz mı istersin?
Ördek mi istersin, kaz mı istersin?
Tomurcuk memeli kız mı istersin?
Ben senin derdini çekemem gönül.
Çıkıp yücelere bakmak istersin,
Coşkun sular gibi akmak istersin,
Her güzelle yatıp kalkmak istersin,
Ben senin derdini çekemem gönül.
Karacaoğlan der ki, okuyam, yazam
Keleş değilim ki kervanlar bozam.
Giyinsem, kuşansam, bir hoşça gezsem,
Ben senin kahrını çekemem gönül.
Aşık Veysel için güzellik ancak aşığın sevgisi ile değer kazanır ve sevilenin yeri aşığın gönlüdür. Şairi şair yapan da sevgilisine olan aşkıdır.
Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana âşık olmasa.
Sevgililer gününde dünyaya gönüller yapmaya gelen Yunus Emre’yi hatırlamamak olmaz:
Ben gelmedim dâvâ için
Benim işim sevi için
Dostum evi gönüllerdir.
Gönüller yapmaya geldim
Ne zaman dost sözcüğünü duysa aklıma ban Veysel’in ömrünün son deminde söylediği şu dörtlük gelir:
Derdim türlü türlü yoktur ilacım,
Hiçbir türlü bulamadım dermanı
Bir dost bulup dem sürmekti amacım
Gam kasavet çevreledi her yanı
Son sözü Yunus söylesin:
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
Dostlarım, bizler çok şanslıyız; Aşık Veysel gibi dost mahrumu değiliz; birbirini seven canlardan oluşan bir dostluk grubumuz var. Bizi birleştiren de aramızdaki sevgi değil mi?
O halde “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz”. Zaten ömür kısa, ancak sevmeye yeter…
“Dur, daha bitmedi” dedi eşim “yaz, bir kilo dolmalık patlıcan, yarım kilo dolmalık biber, bir kilo da bostan patlıcanı, iki deste maydanoz, bir taze nane, bir yeşil soğan, varsa taze sarımsak…”
“Biraz ifrata kaçmıyor muyuz hanım?” diye sordum . “Zirâ” diye devam ettim “hem balık, hem rosto, hem güveç-pilav, hem patlıcan dolması, hem biber dolması hem de bir sürü meze, üstüne de meyve ve tatlı?”
“Niye ifrat olsun bey? Bizde yedikleri son yemekte bunların hepsini yapmıştım ve misafirlerin hepsi bayıla bayıla yemişlerdi. Şimdi aynı yemekleri bekleyeceklerdir benden. Hem kalan fazla yemekleri buzdolabınakoyarım, yarın temizliğe gelecek olan yardımcı kadın ile paylaşırız, yenen yenir, yenmeyeni evine götürür.”
“Hatırla, “ diye ilâve etti “kadınların hepsi yaptığım yemeklerin tarifini istemediler mi benden? Aradan beş yıldan fazla zaman geçti, özlemişlerdir benim yemeklerimi.”
“Öyle olsun” dedim, “hadi istediğin malzemeyi yazdırmaya devam et de şu alışveriş listesini tamamlayalım.”
Uzun yıllar önce oluşmuş bir arkadaş gurubumuz vardı; ben, emekli edebiyat öğretmeni Cezmi hoca, mâlimüşâvir Mahir, diş doktoru Serdar, manifaturacı Nevzat ve tuhafiyeci Fuat, (Bu son iki arkadaşım ayrıdükkânların sahibi gibi görünürlerdi ama hem manifatura hem de tuhafiye dükkânına ikisi de ortaktı.) Birbirimizle tanışıklığımız otuz yıldan eskiydi. Onlarca yıl hep beraber haftada üç gün sabah saat altıda buluşup altı kilometre yürüyüş yapardık. Spor yapma amacımızın yanı sıra, sabah sohbetlerinin zevki de gecenin köründesıcak yataklarımızdan kalkmamıza, yağmur-çamur demeden yollara düşmemize neden olurdu.
Altı yıl kadar önceydi. “Yâhu arkadaşlar” dedim “sabahları buluşmamız iyi de, neden eşlerimizle birlikteara sıra yemeğe çıkmıyoruz? Zaten bayram-seyran, nişan-düğün gibi toplantılarda onlar da tanışmış durumdalar ve birbirleri ile daha sık görüşmeyi arzu ediyorlar. Ha, ne dersiniz?”
Benden beş yaş kadar küçük olan mâli müşâvir Mahir “Neden olmasın âbi? Çok iyi bir fikir. Hatta altın günü yapalım ki bu toplantılara katılmak mecburi hâle gelsin” dedi.
“Nasıl yâni?” diye sordu Cezmi Hoca. (Öğretmen emeklisi olduğu için ona sadece “Hoca” diye de hitap ederdik).
“Nasıl olacak hocam, her ay bir defa birimizin evinde akşam çayı için toplanırız, gelenler ev sahibine birertüm altın verirler. Böylece zorunluluk hasıl olur ve de hiç kimse bahaneler uydurarak gelmemezlik edemez”.
“Niye” dedi tuhafiyeci Fuat “çay yerine yemek olsa olmuyor mu? Hem bir iki kadeh de atarız belki”.
“Âbi kadınlara zahmet olur diye yemekte buluşalım diyemedim, yoksa iyi değil iyinin iyisi olur!”.
“Tamam” dedim, ağırlama sırası için kur’a çekelim. Her ayın son Cumartesi günü akşamı birimizin evinde yemekli altın günü toplantısı yapıyoruz bundan sonra. Elimizden geldiğince yemek konusunda eşlerimize yardım ederiz artık.”
Kararımızı uyguladık. Çok da güzel ve neş’eli oluyordu birlikteliğimiz. Şarkılar, türküler, fıkralar gırla gidiyordu. Ev sahibesinin yapmış olduğu yemekler övgüler alıyor, ilginç bulunan yemeklerin tarifleri alınıyordu misafir hanımlar tarafından. Hepimiz ayın son haftasını dört gözle bekler olmuştuk. Ancak, daha ilk turu yeni tamamlamıştık ki Covid-19 belâsı geldi çattı ve mecburen son verdik bu güzel toplantılarımıza. Artık görüşmelerimize ancak telefon konuşmaları ile devam edebiliyorduk ve konu dönüp dolaşıp yine eski günlerdeki altın gününe geliyordu.
Birkaç ay önceki bir telefon sohbetinde “Kovit geçti gitti, neden yeniden altın günü yapmıyoruz?” diye sordu Cezmi hoca. “Diğerleri ile konuşalım, kabul ederlerse tekrar başlayalım” dedim. Benim muhasebeme de bakan mâli müşâvir Mahir’i aradım. “Âbi çok iyi olur, vallâ çok da özledik o günleri” dedi ve ilâve etti “ilk başta her ne kadar benim önerimle başlatmış olsak da, altın alıp vermenin bir manası yok artık, önce dört altını sana versinler, sonra sen birer birer hepsini geriye ver, neredebunun mantığı?”
“O zaman” dedim, diğer arkadaşlar da uygun görürlerse ilk bizim evde başlıyoruz.
İşte eşimle beraber yazmakta olduğumuz alışveriş listesi tekrardan başlatacağımız “altınsız altın günü”nün hazırlığı içindi.
Ayın son Cumartesi günü akşam saat yedi gibi ilk misafirlerimiz geldi. Diğerlerinin gelmesi de yarım saat sürmedi. Tekrar beraber olmanın heyecanı hepimizi öylesine sarmıştı ki herkes yüksek sesle konuşuyor, birbirine sarılıyor, kimse bir türlü sofraya gelmiyordu. Neyse, zorla oturttuktuk hepsini.
İlk ikramımız mantar kremalı tavuk çorbasıydı. Alkol almayan kadınlar çorba servisini geri çevirmediler ama erkeklerin gözü rakıda ve mezelerde olduğundan onlarçorbaya burun kıvırdılar.
Daha ilk kaşıktan sonra kadınlardan birisi eşime “Bu tavuk çorbası değil mi? Hani nerede tavuk?” diye sordu. Eşim izah etti “tavuk da var, mantar da var ama mikserden geçirdiğim için taneli değil. Arzu edenlerin çorbasına ilâve etmesi için ayıklanmış tavuk paçaları ayırdım, bakın şuradaki kâsede, isteyen alabilir.”
“Olur mu ama? Tavuk çorbası dedin mi içinde tiftik tiftiketi görülmeli. Sonradan ilâve olmaz.”
Bir başka kadın atıldı “Hayır! Doğrusu bu. Zira çorba yenmez, içilir. Yâni tümü sıvı olmalıdır”.
“Evet, dedi, lafa henüz karışmayan bir tanesi, “pirinç, mantar ve tavuk taneleri mikserle ezilmemiş olsaydı tavuklu pilav olurdu bu, çorba olmazdı.”
“Hiç de değil, kusura bakmayın ama ben beğenmedim.”
Bir soğuk rüzgâr esti sanki sofrada ve bu konuda başkaca fikir beyan etmeye devam edilmedi. Bu konuşmaların ardından gelen uzunca sessizliğin fırtına öncesi oluşan sessizlik olduğunu nereden bilecektik?
Dileyen istediğini alsın diye, eşim ve ben diğer yemekleri ve salatayı servis tabakları ile getirip masanın ortasına dizdik.
Tabağına bir parça rosto ve bir kaşık patates püresi alan Mahir’in karısı daha ilk lokmasını yemeden “Bu rosto mu yâni şimdi?” deyiverdi “alınmayın ama ben yemeyeceğim zirâ iyi pişmemiş!”.
Bir diğeri “Nasıl olur şekerim” dedi, “bana göre fazla bile kızarmış.”
“Patlıcan dolması da çok diri duruyor” diye atıldı bir diğeri “pirinç tanelerine bakın.”
“Hiç de değil” dedi Fuat’ın eşi, “pirinçte sorun yok ama tuzsuz olmuş ve ekşisi eksik”.
Birden bire bu eleştiri salvosu ile karşılaşan eşim sapsarı bir benizle ve nutku tutulmuş olarak bana bakmaya başladı. Kaş göz işareti ile “boşver, takma kafana” mesajı vermeye çalıştım.
“Siz güveci böyle mi yapıyorsunuz?” deyiverdi Nevzat’ın karısı “hani bunun soğanı?”
“Canım, güvece soğan konmaz ama sarımsağı az olmuşdersen tamam, o gerçekten çok az az olmuş. Vallahi ben sarımsağı bol olmayan güveci yiyemem. Kısacası ben de beğenemedim”.
Sonunda tabaklarda sadece kılçıkları kalan güzelim levrekler bile eleştirilerden nasibini aldı; kimisi “az pişmiş”, kimisi “bunlar yanmış” dedi.
Öyle bir an geldi ki, kadınların hepsi birden konuşuyordu ve kimin ne dediği anlaşılamaz olmuştu. Seslerini duyurup baskın çıkabilmek için olabildiğince üst perdeden bağırıyorlardı.
Erkekleri meze tabaklarını ve içkilerini alarak salona gelmeye davet ettim. Onlar da bu kakofoniden bıkmış olmalıydılar ki duraksamadan içki dolu kadehlerini ve tabaklarını alıp koltuklara yerleştiler.
Kadınların oturmaya devam ettikleri masada beğenilmediği söylenen yemekler aslında silip süpürülünceye kadar yeniyordu ama eleştiriler hiçdinmek bilmiyordu.
Sonunda tatlıları ikram eden eşim kibarlığı bir yana bırakarak, dayanamadı ve “Hadi bakalım, revâniye ne kulp takacaksınız merak ediyorum, buyurun” dedi, burnundan soluyarak. Anında eleştiriler gelmeye başlamış olmalı ki yine kadınlar hep bir ağızdan bağrışmaya giriştiler. Sonunda kahveye içmeye başladıklarında sesleri biraz kesildi ve sohbet sırası biz erkeklere geldi.
“Eee, ne var ne yok?” diye hâl-hatıra başlayacağı sandığım Cezmi hoca bana dönerek “Bu rakıyı nereden aldın yâhu?” dedi.
“Valla hoca” dedim,“marketten aldım, ben imâl etmedim.”
“Yok, hayır, mesele o değil” dedi “niye soruyorum biliyor musun?
“Hayır bilmiyorum, söyle de öğrenelim.”
“Alırken şişeyi çevirip altına baktın mı?”
“Haydaa, niye ki?”
“Niye olacak, bir ve üç rakamı yazıyorsa iyidir, başka numara yazılı ise boşver, yaramaz”.
“Niye canıımm? Bizim mahallede küçük bir dükkân var, adamda eskide kalma rakılar var, ben oradan alıyorum. İkram edilen bu rakı onların yanından bile geçemez!”
Fuat atıldı “Hoca, hoca, o senin dediğin efsane eskidendi. Şimdi öyle bir şey yok”.
Sessizce bizi dinlemekte olan Nevzat “Yaaa bırakın rakının tadını bir yana da, bu rakı bardakları çok kalın be, içerken zevk vermiyor adama!” diye ünnedi. Allah Allah! Kulaklarıma inanamadım, zira beş yıl önceki bir toplantımızda ev sahibesine “Rakı bardağınız yoksa çay bardağınız da mı yok? O da yoksa şu iri salatalığı oyup bardak yaparız, içine rakı doldurup yine de rakımızı içeriz” diyen Nevzat’a ne olmuştu böyle?
Eleştirilme sırası mezelere gelmiş olmalıydı ki, kimisi hummusa, kimisi taratora, kimisi beyaz peynire ve hattâbazıları bal gibi tatlı olan kavuna bile hata buldular.
“Hoş görülü ve güler yüzlü ev sahibi” maskesini takarak misafirleri yolcu ettikten sonra eşim “Bu ne yaaa?” dedi “Söz birliği etmişler gibi hiçbir şeyi beğenmediler, yoksa bize yapılan bir şaka mı bu?”
“Ben olayı çözdüm galiba” dedim, “televizyon kanallarında şu senin ve benim nefret ettiğimiz ve birkaç sahnesinden fazlasına dayanamayıp kapattığımız yemek yarışmaları var ya, hani o kavga, gürültü, hakaret, aşağılama ve kalleşlik üzerine kurgulanan ve de halkımız tarafından heyecanla izlenen güyâ yemek yarışmaları? İşte bu arkadaşlarım ve eşleri son yıllarda o programları seyrede seyrede bu hâle gelmiş olmalılar!”
“Yâhu anlayamadığı ne biliyor musun?” dedi, “Bir yandan her yemeği hapır-hupur yerken diğer yandan eleştiriyor ve yemeği beğenmediklerini söylüyorlardı. Bak, senin ifrat dediğin yemeklerden ne kadar kaldı, gel de gör! Dün akşam yaptığım zeytinyağlı yaprak sarması buzdolabında bir günde bozulur mu yaa? “Bu bayat vebozulmuş” dediler, iyi mi? Hakikaten bozulmuş olabilir mi, tadına bak şunun. Bozulmuş dersen kalanı çöpe atacağım.”
“Hanım” dedim, “kalan ne varsa çöpe at gitsin, zira yemeklerin bozulup bozulmadığı önemli değil, önemli ve üzücü olan, maalesef, insanlarımızın bozulmuş olması!”
Former President Donald. J. Trump at the Trump National Golf Club in Bedminster, N.J., July 31.PHOTO: JUSTIN LANE/SHUTTERSTOCK
The Democratic Party has a more complicated relationship with Donald Trump than it likes to admit. It wants voters to remember the nonstop chaos of his administration, his Twitterrants, how he debased the presidency on Jan. 6 and won’t stop lying about the 2020 election results. Fair enough.
But Democrats also need voters to forget the success of the pre-pandemic economy and support efforts to reverse policies that abetted faster growth. The reality is that when Mr. Trump wasn’t embarrassing himself, he was advancing a more or less traditional Republican agenda of lower taxes and lighter regulations. The upshot was an acceleration in economic activity, higher labor-force participation rates and narrowing racial inequality.
“During Trump’s first three years in office, median household incomes grew, inequality diminished, and the poverty rate among Black people fell below 20% for the first time in post-World War II records,” the Journal reported in October 2020. “The unemployment rate among Black people went under 6% for the first time in records going back to 1972.” Minorities weren’t the only beneficiaries of this boomlet. Between 2017 and 2019, wages for the bottom 10% of earners grew at more than double the rate they did during President Obama’s second term.
This record is all the more impressive because it defied expectations. The growth of gross domestic product during Mr. Obama’s final year in office was only about half of what it had been a year earlier, which prompted no shortage of doom-and-gloom economic forecasts for the Trump presidency. Nevertheless, in 2017, 2018 and 2019, the unemployment rate came in below what the Federal Reserve had predicted, while GDP was higher than anticipated.
Democrats are loath to give Mr. Trump’s tax and regulatory agenda any credit for these outcomes, but the economy performed in the main just as administration officials and supply-side economic modeling predicted. Lower corporate tax rates were intended to reverse the downward trend in business investment, and following their implementation major companies announced wage hikes, bonuses and 401(k) match increases. In the two-year period after the 2017 tax reform passed, household incomes rose by more than they had in the previous eight years combined.
The reason this history is important is because Democrats, via the Inflation Reduction Act unveiled last week, want to raise the taxes that Mr. Trump cut. No matter what it’s called, the legislation is another tax and spending bonanza that will do little if anything to reduce inflation. But passage could discourage the kind of business investment we saw before Covid. And because corporate levies are borne mainly by employees, higher taxes on businesses can also lead to lower wages and less hiring.
The White House seems to be under the impression that Mr. Trump got the boot in 2020 because of his stewardship of the economy and that voters want his economic policies reversed. But the economy is one area where Mr. Trump consistently polled strongest, and he was elected in 2016 in large part because of the sluggish growth under Mr. Obama. As Mr. Obama’s vice president, Joe Biden rode shotgun through the slowest economic recovery since World War II—a recovery that finally kicked into gear after tax reforms opposed by most Democrats in Congress took effect.
Democrats are in a bind. With inflation at a 40-year high, violent crime rates spiraling upward, and a border situation that even has Democratic mayors of sanctuary cities complaining about too many illegal immigrants, the midterm elections could be significantly worse than they typically are for the party that controls the White House.
Not all of Mr. Trump’s economic policies are worth preserving. His trade war with China has been a bust. It didn’t reverse a U.S. decline in manufacturing, as the White House promised. Rather, it helped some manufacturers while hurting others, for a net loss overall. Yet instead of reducing tariffs on Chinese goods, which increase prices for U.S. consumers at a time when people are already feeling pinched, the Biden administration has decided to target tax cuts that can be shown empirically to have benefited the working class.
Whether the issue is crime, immigration or the economy, Democrats are putting progressivism ahead of pragmatism and believe that the defeat of Mr. Trump in 2020 gives them license to do so. But Mr. Trump lost his bid for a second term because the country grew tired of his behavior, which shouldn’t be confused with his economic and political agenda. It might take a midterm shellacking for the left to finally figure out why Joe Biden was elected.
Van YüzüncüYıl Üniversitesi (Van YYÜ) kuruluşunun 40. yılını kutluyor. 1982 yılındakurulan üniversitemizin kurulması için Vanlılar yoğun bir mücadele verdi. Bumücadelenin arka planında yaşanalar yazılmadı, pek de bilinmiyor. Üniversitemizinkuruluşunda en büyük pay sahibi Van Üniversitesi Kurma ve Yaşatma Derneği’dir. Dernek Başkanı Dr. Özçelik Okayer, yazılmayanları, konuşulmayanları, ilginç diyalogları,zorlu mücadeleyi, kırgınlıkları, memleketi Van’ı ve yaşamından kesitleri gazeteci İkramKALİ’ye anlattı.
Röportaj İkram KALİ/Van-İstanbul
Üniversite kuruluş mücadelesinden önce ailenizin hikâyesi ile röportajımıza başlamak istiyorum. Ailenizi anlatırmısınız?
Van’ın eski yerli ailelerinden Ulu Camii Baş İmamı büyük dedemden, yani babamın dedesinden dolayı soyadı kanunundan önce bize lakap olarak Mollaoğluları denilmiş. Büyük dedemin 8 oğluvarmış. Büyük dedem bir gün ailesini toplayarak artık Mollalık ile karnınız doymaz, toprağadönün demiş. Böylece o yıllarda köy statüsünde olan bugünkü İskele mahallesini ailemiz yurtedinmiş. Senelerce toprak ekip biçip hayvancılık yapmış babamın dedesi. Büyük dedem İskele koyu zenginlerinden Terzioğluları ailesinin evinde misafirlikte iken vefat etmiş. Rahmetli babam çok küçük yaşta anne ve babasını kaybedince dedesi Hacı Recep Efendi büyütmüş.
Babam Alı Rıza Okayer, 8 çocuk yetiştirmişti. Çocuklarının en kü.ük ferdi benim. Eski silahlar çakmaklı olduğundan babam çevresinde Çakmakçı Rıza Usta diye tanınırdı. Van Kalesi güneyindeki yakılıp yıkılarak harabeye dönen eski Van şehrinde Müslüman ailenin çocuğuolarak Ermeni ustasından silah yapım ve tamiri sanatının yanı sıra Ermeniceyi çok iyi anlayıpkonuşurmuş. Babam bu sanatla çoğunlukla İskele k.yünde Ermenilerin uğraştıklarını, ailemizin Ermenilerle iyi ilişkilerinin bu sayede iyi olduğunu, Ermenilerin kendi sanatlarını geneldeMüslümanlara pek öğretmediklerini anlatırdı. Babamın amcası Yakup Efendi de Ermenilerle Van Gölü’nde ortaklı taşımacılık, balıkçılık yaparak gemi işletirmiş.Babamın anlattığına göre komşuevdeki Ermeni mama annemi sabah kahvaltısına bazen davet edermiş. Babam İskele köyünden Zekâi Dağtekin’in babası Karakelleoğlu Zekeriya Dağtekin ile yakın arkadaşlardı.
Delikanlılık döneminde yakın arkadaşı Şıhkaralı (Gülsünler) Süleyman Solmaz (Süleyman Dayıeski Özel İdare Müdürlüğü Köy Hizmetleri Şefi, folklorcu ve iyi ata binen rahmetli MustafaSolmaz ve Osman Solmaz’ın babaları, Van Orta Ölçekli Sanayi Sitesi Yapı Kooperatifi BaşkanıFahri Solmaz’ın dedesi) ile Ermeni düğününe gitmişler. Ermeni gençler çok şarap içtiklerindensarhoş olup bizim çayırda düşüp uyuya kaldıklarından söz ederdi. Rahmetli AliYarımbatman’nın babası Kazım Usta ile Polatoğlu Sobacı Memiş Usta babamın meslekarkadaşlarıydı. Babam faytonculuk yapan Kâhya Mehmet ile birlikte bir süre faytonculuk dayapmıştı.1915’de Vanlıların büyük çoğunluğu katledildi, hayatta kalanlar ise canlarını kurtarmaküzere Diyarbakır’dan İstanbul’a, Adana’dan Trabzon’a yurdun dört bir yanına göç etmekzorunda kaldı. Sizin aileniz de muhacir olmuşmu?
1915 Ermeni isyanı ve Rus işgalinde Vanlı Müslüman aileler kadın, çocuk, yaşlı canlarınıkurtarmak için aç susuz yollara düşerek muhacir olmuş. Bizler trajik muhacirlik hikâyeleriylebüyüdük. 1915 Ermeni isyanının yıkım ve acı olaylarının yakın tanığı babam, 18 yaşındaymış.
Taşnak çeteleri .ncülüğünde başlayan Ermeni isyanı sırasında babam Ermenice bilmesisayesinde katliamdan kaçmaya muvaffak olmuş, yoksa Ermeni çeteler babamı da öldüreceklermiş. Hâlbuki isyan ve işgal öncesi Ermenilerin Türklerle münasebetleri gayetiyiymiş, hatta dostluk ve komşulukları varmış. İngiliz, Rus ve diğer gü.lerin kışkırtması sonucudevlet kurma hayaline kapılan Ermenilerin ayaklanması ile Van’da acı günler yaşanmış. Babam7 sene meslek öğrenmek için usta yanına giderek kalfa olmuş. Öğrendiği meslek kolunda altınbilezik olduğundan her zaman her yerde ekmeğini kazanmış. Ailemiz Urfa’ya göç etmiş, 8 yıl
Urfa’da, Van’a d.nüşte 1 yıla yakın Diyarbakır da kalmışlar. Ağabeyim Mevlüt Okayer 1919’daDiyarbakır’da muhacir çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Genelde Güney Doğu vilayetlerinde
yaşayanlarda sinek tarafından cilde yerleşen bir parazitin oluşturduğu yaranın izi görülür. Abimin yüzünde Diyarbakırlılara has şark çıbanı denilen bu iz vardı. Bu yara bir anlamda muhacirliğin iziydi.
Benim de ilkokulu okuduğum İn.nü İlkokulu’nda öğretmen olan merhum Mevlüt Okayer Hoca ilgili neler söylemek istersiniz?
Büyük abim Halk Eğitim Müdürü Mevlüt Okayer, iki ablam ilkokul öğretmeni, bir abim lise mezunudur. Abim Van Merkez Orta Okulu ( İn.nü İlkokulu’nun yerinde)’nu bitirdikten sonra 4 yıl Erzurum Darülmuallimin’den (Lise, aynı zamanda bir öğretmen okulu) 1939- 1940 yılında mezun olmuş. Gezici başöğretmen olarak devletin verdiği at ile Van’da köyleri dolaşmış. VanMilli Eğitim Müdürü ile köylerden kız çocuklarını toplayarak okumalarına sağlamış. Daha sonra Başkale’de öğretmenliğe devam etmiş. Prof. Dr. İlhan Atilla Dicle’nin dayısı avukat rahmetli Hüsnü Ayhan’ın Başkale’de öğretmenliğini yapmış. Avukat Hüsnü Bey ile çok güzel bir röportaj yapmıştım. Hüsnü Bey, öğretmeni MevlütHocanın yönlendirici ve destekleyici etkisinden söz ederek eğitim hayatına katkısını anlatmıştı.
Mevlüt Hoca nasıl bir öğretmendi?
Mevlüt Hoca, Hüsnü Bey’in zeki ve çalışkanlığını daha ilkokul çağında keşfederek babası SabriAyhan’ı ikna ve teşvik ederek eğitimine devamını sağlayarak çok başarılı avukat olmasınaneden olmuştu. Ayrıca gezici başöğretmen olarak Şüşanıs ( Kevenli) k.yünden Van MilletvekiliOsman Güla.ar’ın büyük babası Molla Marif’in oğlu Mehmet Güla.ar’ı eğitmen yaptırmıştır. Meşgeldek ( Gölkaşı) k.yünden eğitmen Sait de onun eseridir. Başkale’den sonra Erciş
Çelebibağ ve İskele k.yünde öğretmenliğin ardından 1961 yılında İskele Yatılı Bölge Okulumüdürlüğü yapmıştı. Van Halk Eğitim Müdürlüğü ve emeklilik dönemi onun neşesi, ilgisi kendinevi şahsına münhasır dönemiydi. O dönemlerde Vanlıların lakaplarını içeren folklorik çalışmayürüttü. Mevlüt Abimin büyük oğlu Kurtcebe Okayer, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi mezunuydu. Ankara Emniyet Sarayı’nda apandisitin patlaması sonucu 1979 kaybettik. Bir diğer oğlu Mehmet Kankılıç Okayer, emekli hâkimdir. Kızı Asuman emekli tarih öğretmeni, torunu didoktorudur.
Dr. Özçelik Okayer kimdir? Kendinizden söz eder misiniz?
1944 yıllında Sıhke Caddesi’nde evimizin yakınında bulunan kerpiç iki katlı ( Bugünkü 100. Yıl Pasajı’nın yeri) Van Doğum Evi’nde doğmuşum. Kerpiç bina eşraftan rahmetli Hüsnü Y.rükKonağı’nın ekiydi. İlk, orta ve lise tahsilimi Van’da okudum.1962 yıllında Atatürk Lisesi’nden mezun oldum. İn.nü İlkokulu’nda; Akın Kuralkan, Tümer Okay, Mustafa İlgün, ortaokulda; Galip Duruk, Atatürk Lisesi’nde; Zekâi Taşoğlu, Oktay Türkoğlu, Aydın Perihanoğlu arkadaşlarımdı.
Bitişik komşumuz Burhan Büyükbaş benim gibi doktor, karşı komşumuz akrabam Adal Okay avukat oldu.
Öğrencilik yıllarınızda hayalinizde ne olmak istiyordunuz? Yüksek.ğrenime hangi üniversitede devam ettiniz?
Doktor olmak istiyordum. Kader yolumu Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın kurduğu Tıp Merkezi Sağlık Bilimleri Yüksek Okulu Tıbbı Teknoloji bölümüne götürdü. Bu durum beni üzmedi, bilakis yoğun İngilizce öğrenmeme vesile oldu. Aynı okul ertesi sene Tıp Fakültesi oldu. Sınava girerek Tıp tahsiline başladım. Bir sene hazırlıktan sonra 1970 yılında mezun oldum. Aynı yıl haziran ayında sınavı kazanarak iç hastalıkları (dâhiliye) dalında ihtisasımı tamamladım. 1974 Eylül ayında Sağlık Bakanlığına gittim. Zat İşleri Müdürü Kerküklü Hicran G.züm’e dilekçemi verdim. Evladım biraz önce Dr. Mehmet Ali Mızrak’ın tayinini yaptım.
Erciş münhal hemen Erciş’e tayinini yapayım dedi. Ben de Vanlı hemşerilerime hizmet sözümvar. O zaman gider muayenehane açarım dedim. .ünkü Hacettepe de çalıştığım yıllarda yardım isteyen Vanlı hemşehrilerime seve seve rehberlik etmek bana zevk ve mutluluk veriyordu. Van Devlet Hastanesi’nde kadro olmadığından Van Verem Savaş Başkanlığına atamam yapıldı. Vanlı hayırseverlerin başında gelen Ezberciler ailesinin Kazım Karabekir/Maraş Caddesi’nin köşe başında bulunan ( Ezberciler İş Merkezinin yeri) eski kerpiç evinde özel muayenehane açtım.1975 yılında kısa devre yedek subaylık yükümlülüğümü AnkaraEtimesgut Zırhlı Birlikler Okulu’nda yaptım. Van’dan doktor, eczacı ve dış tabibi arkadaşlarla aynı birlikteydik. Eğitim bir ay sürdü. Bir sabah komutan bizi askeri gazinoda toplayarak “Size hastanelerimizde ihtiyacımız var” dedi. Kurada Van’ı çektim. İskele Caddesi üzerinde hizmetveren Van Asker Hastanesi’nde 3 ay kısa dönem Tabip Asteğmen olarak askerlik görevimi tamamlayarak terhis oldum. Askerlikten sonra kadro açılınca 1940’lı yıllarda Ercişlihemşehrimiz Op. Dr. Kemal Tuğcu, sonrasında sırayla Op. Dr. Enver Atmanoğlu, Dr. AhmetUras, Op. Dr. Ertuğrul Yeğınaltay’ın başhekimlik yaptığı Van Devlet Hastanesi’nde uzman hekimolarak göreve başladım.1977 yılında Dr. Ertuğrul Yeğınaltay istifa ederek Adalet Partisi’nden
Van Milletvekili adayı adayı olması üzerine hemşehrilerimin arzusu, rahmetli Ferit Melen’intercihi ile başhekimlik görevine atandım. Mayıs 1979’a kadar bu göreve devam ettim.Mustafa Kemal Atatürk, Modern Van ve Van’da Üniversite Projesi’nin hayata geçirilmesi için talimat veriyor. Atatürk’ün .lümü sonrası proje gerçekleşmiyor maalesef. Proje içi
neler söylemek istersiniz?
Tarihsel, bölgesel ve stratejik konumu nedeniyle Van’a çok özel bir önem veren, genç Türkiye
Cumhuriyeti’nin tüm bölgeleriyle eş zamanlı kalkınmasını isteooyen Ulu Önder Mustafa Kemal
Atatürk’ün Van ile ilgili düşünceleri ve hayali çok farklıydı. Ulu Önder, daha 1927 yıllında
zamanın Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necatı Bey’e gü.lü ve muasır medeniyetlere Türkiye’yiooo
taşıyacak olan üniversitelere yönelik düşüncelerini ve bu bağlamda Van için .ng.rdüğü Modern
Van ve Van’da Üniversite Projesi’ni açıklıyor. Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey’i
incelemeler yapmak üzere Van’a göndererek şu talimatı veriyor:
“ İstanbul Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) halen Avrupa’ya göre bilimsel gerçeklerden
uzak bir medrese kimliği taşımaktadır o nedenle üniversiteye d.nüştürülecek. Ankara’da
bir iki okul üniversiteye d.nüştürülecek. ..üncü üniversite Van G.lü havzasında
ilkokulları, yatılı bölge okulları, lise ve üniversitesi, kültür merkezleri opera, sinema
salonları, tiyatroları ve spor merkezleriyle Van üniversite şehrine d.nüştürülmelidir.
Zaten Van eski kültür merkezimizdi. Bunun için en az 15 yıl bir süreye ihtiyacımız var.
Hazırlıklara başla…” Talimat üzerine Bakan Mustafa Necati Bey, Van’a gelerek yaptığı
incelemeler yapıyor. Üniversite kurulmasının gerekli olduğunu g.rüyor.
Modern Van ve Van’da Üniversite Projesi ile ilgilenen ilk Milli Eğitim Bakanı Mustafa
Necati Bey kimdir?
Mustafa Necati Bey’in babası aslen Malatya Darendeli, annesi Maraş Elbistanlı’dır. Babasının
Kadılık görevi nedeniyle Mustafa Necat Bey İzmir’de dünyaya gelmiş. Lise eğitimi sonrası
Hukuk Mektebini bitirerek, avukat olmuş. İzmir’de millî mücadeleyi başlatan Kuvayı Milliye’ye
katılmış. Mustafa Necati Bey, Van incelemesinden bir yıl sonra 1928 yılında, öğretmen Ferit
Nuri (Kuran) Bey’i Van’a göndererek mevcut ortaokulu liseye d.nüştürerek, kurulması
tasarlanan üniversitenin çekirdeğini oluşturmasını isteyen çalışkan devlet adamıdır.
Van’a gelen öğretmen Ferit Nuri Kuran Bey hakkında bir bilginiz var mı?
Mustafa Necati Bey’in üniversitenin temelini oluşturmak üzere Van’a göndereceği öğretmen
sıradan biri olmamalıydı. Nitekim gönderilecek öğretmen için yarışma açılarak ilan veriliyor.
İlanda birinci olan öğretmene 100 TL mük.fat verileceği belirtiliyor. Katılanlar içinde Kabataş
Lisesi matematik öğretmeni Ferit Nuri Kuran birinci seçiliyor. Ferit Nuri Kuran daha 14 yaşında
Atatürk’ün çini mürekkebiyle portresini çizen, eski yazıyla İstiklal Marşı’nı yazan başarısı ve
vatansever y.nüyle dikkatleri çeken özelliğe sahip öğrencidir. Ferit Nuri Kuran Hocamı Etiler’de
evinde ziyaret ettim, ama elini .ptürtmeyerek, “Otur doktor evladım. Vanlılar hoş gelmişsen,
başım g.züm üstüne gelmişsen derler. Sende hoş gelmişsin başım g.züm üstüne
gelmişsin. Seni ve İzzet Sarımurat’ı alnınızdan öperim. Sizler Mustafa Kemal Atatürk’ün
ruhunu şad ettiniz, onun arzu ettiği üniversitenin kuruluşunu gerçekleştirdiniz.” Dedi.
Atatürk’ün TBMM’de gündeme getirdiği Modern Van ve Van’da Üniversite Projesi
gerçekleşmiş olsaydı bugün Van, nasıl bir şehir g.rünümü kazanırdı?
Van’a çok özel bir önem veren ve Van projesini yakından takip eden Atatürk, 1 Kasım 1937’de,
TBMM açış nutkunda, ‘Doğu Bölgesi için Van G.lü Sahillerinin en güzel bir yerinde
ilkokulu ve nihayet üniversitesi ile modern bir kültür şehri oluşturmak yolunda şimdiden
faaliyete geçilmelidir.’ Talimatı veriyor. Bu kez dönemin Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ı
arazi tespiti için Van’a gönderiyor.Atatürk, 1938 yılı kasım başında TBMM açış nutkunda ise,“
İstanbul Üniversitesi’nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Şark
Üniversitesi’nin yapılan etütlerle tespit edilmiş olan esaslar dairesinde, Van G.lü
civarında kurulması hızla ve önemle devam etmektedir’ diyor. Atatürk, ülkenin gelişip
kalkınmasını Doğu Anadolu Bölgesi ve Van’ın kaderiyle birlikte düşünüyor. Ancak .mrü vefa
etmiyor. Sizin kaleme aldığınız “ Atatürk’ün .lümü Van’ı nasıl etkiledi?” başlıklı makalede
belirttiğiniz gibi Atatürk’ün vefatı ile Modern Van ve Van’da Üniversite Projesi sahipsiz kalıyor.
Proje bir şekilde engellenince Van’ın parlak geleceğinin yolu kesiliyor. Proje gerçekleşmiş
olsaydı her alanda gelişmiş, kalkınmış, bilim, kültür ve sanat kenti Van’dan ve ünü ve başarısı
yurt dışına taşan Vanlı isimlerden söz etmiş olacaktık.
Van’a üniversitesi kurma mücadelesine ne zaman ve nasıl katıldınız?
Eski Van Belediye Başkanı rahmetli Tayyar Dabbağoğlu 1968 yılında Van Üniversitesi
Kurma ve Yaşatma Derneği kurmuştu. Tayyar Bey’in girişimleri sonucu Erzurum Atatürk
Üniversitesi Rekt.rü Kemal Bıyıkoğlu, Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağlı Van Fen Edebiyat
Fakültesi kurulması kararı almıştı. Kararı o zaman milletvekilimiz olan, Van’da büyük hizmetleri,
eserleri bulunan rahmetli Ferit Melen kararname ile TBMM’den geçirmişti. 1977 yılı kasım
ayında Van Belediye Başkanı Tayyar Dabbağoğlu talihsiz bir kaza sonucu evinin çatısından
düştü ve uçakla Ankara’ya kaldırıldı. O zaman Van Devlet Hastanesi başhekimiydim. Aynı
uçakla eşi Dr. Süheyla Hanım ile birlikte Ankara’ya g.türdük. Ancak Vanlı hemşehrimiz beyin
cerrahı Prof. Dr. Hızır Alp ve ekibinin tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamayarak vefat
etti. Entelektüel kişiliği olan Tayyar Bey, vizyon sahibi, çok cesur, çalışkan, dürüst, hayalleri ve
projeleri olan eşişiz belediye başkanıydı ama erken kaybettik. .lümü Van için çok büyük kayıp
oldu. 1978 Senesi Temmuz ayında Van Belediyesi İktisat Şefi, 2 Nisan kurtuluş günlerinde Van
Valisi Haydar Bey’i at üzerinde temsil eden rahmetli Mustafa Dervişoğlu, çocukluğumdan beni
tanırdı. Steyr marka bisikletini bizim hana bırakır, bende ondan gizli İn.nü İlkokulu bahçesinde
turlardım. Bisiklete sürmeyi düşe kalka öyle öğrendim. Neyse. Mustafa Bey derneğin genel
sekreteri ve muhasebecisiymiş. Bir gün öğleden sonra gelerek dedi ki “Derneğin yıllık
kongresi yapılması gerekiyor, yapılamaması durumunda dernek münfesih olacak. Vali
Bey ile aran iyidir. Derneğin Ziraat Bankası’nda 21 bin lira parası var, konuş genel kurul
yapalım kapanmasını önleyelim.” Sorumluluk almaya hazırım yanıtı vererek mücadeleye
katıldım. Ertesi gün Vali Doğan Pazarcıklı ’ya giderek derneğin durumunu, Van için önemini
anlattım. Vali Bey, ilgi göstererek destek olacağını söyledi. Hemen Nail Başıbüyük’ün sahibi,
Servet Mehterbaşı’nın yazı işleri müdürü olduğu ilkeli ve saygın gazetecilik yapan İkinisan
Gazetesi’nde olağan genel kurul ilanı verdik. 1978’de Van eşrafının katılımıyla genel kurul
yaptık. Rahmetli ağabeyim Öğretmen Mevlüt Okayer, Sanat Okulu Müdürü Vasfi Leventoğlu,
Eczacı Übeydullah Müftüoğlu, Eczacı Aydın Perihan, İş ve İşçi Bulma Kurumu Başkanı Özdemir
Zırhlıoğlu, Diş Tabibi Saadettin Özok, Diş Tabibi Özger Yalım, İş Adamı Oğuz
Hacırüstemoğlu’ndan oluşan yönetim kurulunda başkan seçildim. Özdemir Zırhloğlu’nu
1979’da trafik kazasında kaybettik. Aynı yıl Ubeydullah Arvas İstanbul’a yerleşti. Yönetim
kuruluna banka müdürü Atilla Sönmez, eczacı Ahmet Besalet Bilgin ilave oldu.
Üniversitenin kurulması için ilk olarak nasıl bir adım atınız?
Randevu alarak pazartesi günü Vali Bey’e ziyarete gittim. ‘Sayın valim kâğıt üzerinde Atatürk
Üniversitesi’ne bağlı Fen Edebiyat Fakültesi var ama ortada fakülte, öğrenci ve eğitim
yok. Erzurum Atatürk Üniversitesi Rekt.rü Prof. Dr. Hurşit Ertuğrul’a g.rüşerek
fakültenin açılması için çalışma başlatmasını söyler misiniz’ dedim. Çevresinin
bilgilendirmediği Vali Bey’in bu ayrıntılardan haberi yoktu. Bana ‘Telsiz odasına çık sen
rektörle konuş bu daha münasip olur’ dedi. Çıktım telsizci beni Rektör Hurşit Ertuğrul’a
bağladı. ‘Sayın rekt.rüm Van halkı Fakülte’nin eğitime başlamasını arzu ediyor’ dedim.
Aradan bir süre geçti. 4 aralık 1978’ de Prof. Dr. Ahmet Türker Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı
olarak atandı. Dekan Bey’i ve Edremitli Diş Dr. Seyfettin Baydaş’ı alarak daha önce arkeolog
olarak İstanbul Üniversitesi Van Tarih Araştırma Merkezinde çalışmış, Çavuştepe kazılarında
bulunmuş, babası Van’da Muhasebe Müdürlüğü yapmış olan Trabzon Sürmeneli bir ailenin
çocuğu olan Vali Doğan Pazarcıklı’yı Çimento Fabrikası sosyal tesislerinde düzenlediğimiz
yemeğe davet ettim. Yemekteki sohbetimizde üniversite kurulması için vereceğimiz mücadeleyi
g.rüştük.
Vanlılar arasında toplumsal bilinç ve dayanışma oluşturmak için neler yaptınız? Halka
gittiniz mi?
Vanlılar siyasi nedenlerle üniversite hakkının ellerinden alındığını iyi biliyordu. 1978 ağustos
ayında derneği aldık. Mücadeleye başladığımız günden itibaren yönetim kurulumuzla beraber
kapı kapı gezerek halka gittik. Cumhuriyet Caddesi, çarşı esnafı, sebze hali, kasap esnafı,
toptancı hali esnafı ve kabzımalları ziyaret ettik. Ziyaretlerimizde üniversitenin Van’ın
Yasemin Yalçın, Zeki Alasya, Orhan Gencebay gibi sanatçıların ve ailelerinin sağlık durumlarına
müdahil oldum. Bir gün kliniğime Rahmi Saltık adında bir hasta yattı. Sabah hastaları gezerken
g.züme başucundaki Ruhi Su’nun kasetleri ilişti. Dedim ki Ruhi Su Vanlıdır, benimnhemşehrimdir. 1912 doğumlu Ruhi Su 1914 de muhacerette ailesi Bitlis deresinde para ve altın için katledilince yalnız kalan kü.ük Ruhi Su yetimhaneye verilmiş. Devlet Ruhi Su’yu okutmiş.
Ruhi Su, Vanlıların 1915’te yoğun göç ettiği Adana’da Öğretmen Okulu’nda öğretmen olanVan’a gelen Ferit Nuri Kuran’ın talebesi olarak okumuş. Müziğe olan kabiliyeti nedenlekonservatuarda son sınıf talebesi iken komünist damgası nedeniyle okuldan atılan Ruhis Su, yeteneği nedeniyle bir Türk Mozartı Bethoven olacak iken harcanmış. Ruhi Su rahmetli olmuştu. Muayeneye gelen hanımı Sıdıka Su ile tanıştık. Çok duygulandı bana bazı kasetlerini
hediye etti. Sonra Eyüp Altaylı ile birlikte buluştuğumuz Bebek Otelinin barını Ruhi Su’nun oğlu Güngör Su çalıştırıyordu. Muhteşem bas bariton sesini ve sazını Hacettepe Üniversitesi’nde
öğrenci kantininde dinlemiştim.
İstanbul’da yeni hastalarla karşılaşıp, yeni dostlar edinirken karşınıza nasıl bir yaşam çıktı?
1984 de İstanbul gibi bir metropole göçemem beni sanat kültür, opera, konserler, resim sergilerimüzeler ile buluşturdu. Pazar günleri Klasik Türk Müziği konserlerine giderdik. Geldiğim yıllarda Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü hemşehrimiz Sabahattin Türkoğlu’ydu. Daha sonar YıldızSarayı Müdürü olarak görev yaptı. Bu arada benim en büyük kazancım Van’a Atatürk ve Mustafa Necati Bey tarafından gönderilen Ferit Nuri Kuran’ın kardeşi Sait Kuran tanışmamdı.
Sait Bey, İstanbul Teknik Üniversitesi rekt.rlüğü yapmış, İstanbul Boğaz K.prüsü’nün projesiniyapmış uluslararası inşaat alanının duayenlerindendi. Almanya’da kürsüsü vardı.
Tanıştırıldıktan sonra sağlığını bana emanet etti. 12 yıl ailesinin doktorluğunu yaptım. Eşi RikkatHanımı tanıdım, annesinin büyük dedesi Osman Bey bu günkü Osman Bey Semti onun adınıtaşıyordu. Ben de bu vesile ile tarihi içselleştirerek adeta yaşadım. Daha çok tarihi şahsiyetlerkarşıma çıktı. Van’dan 1984 İstanbul’a gelişim ve 17 yılımın geçtiği hastanenin aslında birtarihçesi vardır. 2. Abdülhamit tarafından 1894 yılında Hamidiye Etfal Hastanesi Abdülhamid’inkurduğu çocuk hastanesidir. Tıfıl, çocuk demektir çoğulu ise Etal’dir. Şişli Etfal Hastanesi’ndegörev yaparken, yaşadığım güzel anılarım oldu.
Dernek başkanı olarak siz ve dernek yöneticilerinin çabalarıyla kurulan üniversiteyi dahasonra ziyaret ettiniz mi?
1986 yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni ziyaret ettim. Rektör Prof. Dr. Nihat Bayşu idi.Tutumu da gayet iyiydi. Daha sonra Prof. Dr. Yücel Aşkın üniversitede reform yapmak üzererektör olarak atandı. Aslında Yücel Aşkın Bey vizyon sahibi, çalışkan ve iyi insandı. Ama bazıçevreler algı operasyonu yaparak çeşitli engellemeler çıkardı. Hatta linç kumanyası yürüttü.Bu nedenle beklenen reformları tam anlamıyla yapamadı. Yücel Bey’in eşi Oya Hanım eskiVan Belediye Başkanı Ankara’da Gençlik Parkı müteahhidi rahmetli Şaban Boysan’ın öğretmen olan kızı Nezahat Tokmakcıoğlu ve üst kademe askeri kanattan emekli Kurmay Albay AbdulHalim Tokmakcıoğlu’un ( D.1 Temmuz 1913 Van) kızlarıdır. Oya Aşkın’ın babası 1936 BerlinOlimpiyatları Eskrim ( Kılıç) Şampiyonasında yarışmış isimdir.
Üniversitenin 40. yılıyla ilgili neler söylemek istersiniz?
Üniversitemizin kuruluşu için özveriye mücadele ettik. Mücadelemizi başarıyla sonuçlamdırdık.Prof. Dr. Cengiz Andiç, Prof. Dr. Hasan Ceylan, Prof. Dr. Peyami Battal rektör olaraküniversitede görev yaptı. Halen hemşehrimiz olan Prof. Dr. Hamdullah Şevli rekt.rlükyapmaktadır. Üniversitemizin 40. yılını kutluyorum. Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyet yolunda bilimde yarışan, üreten ve bölgesine aydınlık saçan, başarılı bir üniversite olmasını temenni ediyorum. Yukarıdaki emeği geçen isimleri saygıyla andım. Üniversite yönetimleriemek verenlere vefa göstermesi gerekir. Bunu beklemek Vanlıların en doğal hakkıdır. Ancaküniversitenin tıp fakültesi merkezine siyasi nedenlerle kamu görevini yaparak maaşını alan birakademisyenin ismi verilirken emek verenlerin isimlerine yer verilmemesi Van halkına hakarettir.Bu yaklaşım kabul edilmez. Hiçbir şehir halkı bunu kabul etmez. İkram Bey, Van için duyarlı olan gazeteci olarak sizin dışınızda hak etmeyen birinin isiminin verilmesine karşı çıkarak kaldırılmasını isteyen başka bir kişi, meslek odası, STK’nin olmaması da düşündürücüdür.
Bizim kişilerle bir sorunumuz yoktur. İsim verilecekse üniversitenin kuruluşunda emeği ve hakkıolan Vanlıların öncelikle ismi verilmelidir. Emek verenlerden tek bir kişinin ismini üniversitede göremezseniz. Bu çok yanlıştır.
Van Üniversite Kurma ve Yaşatma Derneği yöneticilerinden bugün hayatta olan kimler var?
Van’a üniversite kurulması için mücadele eden derneğimizden geriye ben Dr. Özçelik Okayer, Diş Tabibi Saadettin Özok, Atilla Sönmez kaldık.
Doğup büyüdüğünüz Van’dan ayrısınız. Neleri unutmuyor ve özlemini duyuyorsunuz?
Çocukluk, gençlik yılarının Van’ını, arkadaşlıkları hiç unutuyorum. Çocukluk yıllarında evimizinbitişiğinde İn.nü İlkokulu’nun bahçesinde futbol oynar, mahalleler arası futbol müsabakasıyapardık. Yaz aylarında rahmetli abim Mevlüt Okayer’in oğlu ile yazlık Emek, Şehir, Yıldız sinemalarına gider film izlerdik. Gölde yüzer, bisikletlerimizle gezerdik. Bir yaz günü İskeleCaddesi’nde eski Van Milletvekili Fuat Türkoğlu’nun bahçesinde gösteri yapan cambazseyrederken çok güzel kanun çalan Bardakçı k.ylü rahmetli Naif Sargın kavga etmiş ve
çocuğun başını kırmıştı. Kan akışını g.rünce korkup kaçmıştı. Futbola meraklıyım. Siyahbeyaz Van Gençlik takımını tutardım. Şengençlerspor’dan Coşkun Haydaroğlu, Erekspor’danamcam oğlu, rahmetli Güng.ren Sağlık ve rahmetli Oğuz Hacırüstemoğlu, Enver Kaya hayranolduğum futbolcu abilerimdi. Sağlıklı .mürler dilediğim Şahin Türkmenoğluda çok güzel kanunçalardı. Bazen Şahin Bey, rahmetli Şereftin Türkmenoğlu, Yener Sofuoğlu ile fasıl yapardık. NaifSargın muayenehaneme gelir akşamüstü kanun çalardı. Şahin Türkmenoğlu eski belediyebaşkanı Recep Edoş Efendi, rahmetli Mustafa Müftüoğlu tarafından akrabamdır. Kışın Van oturma gecelerinde ud çalan kıymetli iş insanı Nevzat Soydan ile ailece bir araya gelip Türk Sanat Müziği ve fasıl yapardık. Dostlukları güçlü sohbetleri keyifli çok güzel günlerdi. Van’ınher şeyine özlem duyuyorum.
Söyleyişimizin sonunda unutamadığınız bir anınızı paylaşır mısınız?
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisi’nde çalışıyordum. Bir sabah vizitenden sonra doktor arkadaşlarla birlikte odamızda çay içiyordum. Birden Sağlık BakanVedat Ali Özkan ( Jet Bakan) arkasında Devlet Bakanı Rafet Sezgin, Van Millet Vekili SalihYıldız beraberlilerinde Fevzi Kartal, Necip Kartal bir sedyede beyaz. örtüler içinde rahmetliKinyas Kartal’ı (Ağa) getirdiler. Van Çaldıran yolunda jeep devrilmiş Kinyas Bey’in kafatasındaçökme kırığı meydana gelmiş. İlk müdahaleyi rotasyonla Afyonkarahisar’dan Van’a atanan Op.yapti.
Fakat Kinyas Ağa komada getirildi. Beyin Cerrahları yoğun bakıma yatırdı ve bir hafta sonra şuuru yavaş yavaş yerine geldi. Sık sık yoğun bakım servisine giderek durumunu yakındantakip edip aileyi bilgilendirdim. Daha sonra Kinyas Bey sağlığına kavuşarak taburcu edildi.
Dr. Necati Dulupcu kafatasında kemik ve beyin arasındaki kanı boşaltarak müdahale etmiş.
Kinyas Bey ağabeyim Mevlüt Okayer’e duyduğu memnuniyeti iletmişti.Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin kuruluş mücadelesinin bilinmeyen yönleriniayrıntılarıyla paylaştınız. Tarihe not düştüğümüze inandığım önemli röportaj için teşekkür ederim.
İkram Bey, Van’ın tarihi, kültürü, sporu ve yaşanmışlıklarıyla yakından ilgilenerek araştırmalaradayalı önemli yazılar yazıyorsunuz. Kamuoyunu doğru bilgilendirme konusunda duyarlıklarıolan gazeteci olarak bu fırsatı bana verdiğiniz için ben de size teşekkür ederim. Tüm Vanlıhemşehrilerime, dostlarıma, arkadaşlarıma selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
Yolcular uçağın yanında otobüsten inmiş, bavullarını gösteriyorlar. O sırada uçak şirketinin minibüsü yanlarında durmuş, içinden kaptan pilot ve yardımcı pilot inmişler. Ancak yolcular inenlerin durumunu görünce fena halde şaşırmışlar. Kaptan pilotun elinde bir beyaz baston, kolunda üç noktalı bant. Yardımcı pilotun elinde bir köpek tasması, tasmanın ucunda bir köpek… Sağa sola çarparak öylece ilerliyorlar uçağa. Günlerden 1 Nisan falan da değil ama “şaka herhalde” demiş yolcular, binip oturmuşlar yerlerine. Bir süre sonra uçak pistte hızla ilerlemeye başlamış. Yolcuların gözleri camda. Uçak hızlanmış. Yolcular endişelenmeye başlamış. Uçak daha hızlanmış, pistin sonu yaklaşmaya başlamış. Yolcuların gözler faltaşı gibi açılmış, yüreği ağzında. Uçak daha da iyice hızlanmış. Bazı yolcular paniklemeye, dualar etmeye başlamışlar. Uçak artık son hızına da ulaşmış, 100 metre sonra beton pistin bitip çimlerin başladığını gören yolcular dehşet içinde çığlığı basmışlar. Tam o anda da kaptan pilot levyeyi sonuna kadar çekmiş. Pistin bitmesine santimler kala uçak tekerleklerini yerden çekmiş ve havalanmış. Kaptan pilot Temel, arkasına yaslanıp derin bir nefes almış ve yardımcı pilota dönmüş: -“Pileyu misun Tursuncuğum, ha pu yolcu milleti bir gün çığlığı geciktirecek, hep birlikte geberip gideceğuz da…”
Ders: Bunca bakar kör yönetici varken, çığlık atmaktan sakın vaz geçmeyin !
Madam Hayganuş’un kocası Agop ölmüş. Hayganuş çok üzgün. Sevgili kocasının mezarının başında oturmuş ağıt yakıyor. Komşuları, arkadaşları da elleri önlerinde bu dramatik anı saygı içinde sessizce izliyorlar. Hayganuş’un kocası Agop’a yaktığı ağıt herkesin gözlerini yaşartıyor: ‘‘Ah Agop efendi ah… Sen ne güzel, ne alim adam idin… Fransızca bilir idin… İngilizce’yi, Alamanca’yı fevkalade konuşur idin… Sen edebiyattan, fizikten, kimyadan, riyaziyeden çok iyi anlar idin… Şiir bilem yazar idin…” İzleyenler suskunluk içinde bekliyorlar, ama ölçüyü kaçıran Hayganuş’un Agop’a sıraladığı övgüler bir türlü bitmek bilmiyor. Artık biri dayanamıyor ve patlıyor: ‘‘Yahu Madam Hayganuş, amma da büyüttün ha!.. Agop’u hepimiz tanır idik. Rahmetli hiç de dediğin gibi bir adam değil idi. Mesela, Fransızca filan bilmez idi. Şiir de yazmaz idi. Az biraz okuması, yazması var idi. Hepisi o kadar…” Madam Hayganuş, komşusunun bu sözlerini duyunca hemen ağlamasını kesmiş ve başını kaldırarak gururlu bir sesle şöyle yanıt vermiş: ‘‘Olsun… Heves eder idi.”
You must be logged in to post a comment.