FENTON GÖLÜ’NDE NELER OLUYOR ?

Bilmece yarışması : Arka bahçemizde neler oluyor ? Bilen birinciye “Pes birader” ikinciye “Helâl sana”, üçüncüye “Aferin” ödülü verilecektir.(Iplik ucu : Gölümüz hâlâ donmadı ki,  bu hayrete müstehak bir doğa olayıdır.)

P1070631

Kardeşim Şule:
“Burada neler oluyor ?” adlı yarışmayı soruyorsun;  heyhaat, halkımızın ilgisizliği yüzünden sonuçlanamadı yarışma . Bir de “bizi neden AB’ye almıyorlar” diye şaşıyoruz..Bu yıl gölümüzün donması biraz gecikti. Bu tarihe kadar kazlar ve ördeklerin çoktan güneye göç etmeleri gerekiyordu, fakat onlar da göçlerini bu yıl ertelediler. Sanıyorum, bizimle birkaç hafta daha geçirmek istediler.

1-2-1

Resmi çektiğim gün, kaz ve ördekler gölün üzerinde toplanıp uçuş gurupları oluşturma çalışmalarına başlamışlardı. Bu arada birkaç yerde, “Sen bizim gurupta uçamazsın”, “Yürrü de kuyruğunu görelim !” tartışmaları oldu. Birinci resimde sâkin görünen kazlardan ikisinin âniden âsapları bozuldu ve diğer iki tanesini kovalamaya başladılar. (iki ve üç numaralı resimler). Şükürler olsun ki iş yoluşmaya kadar gitmedi ama ne de olsa yolculuk öncesi gereksiz bir tatsızlık işte. Herkes bağıra çağıra gagasına geleni söyledi, içini döküp rahatladı. (Resim 4)

Kovalananlar hâliyle gurur yaptılar ve gölün öte ucunda kendi guruplarını kurdular.

3

GOOSE-ATTACK2

2

(Resim 4)

Akşama doğru guruplaşmalar tamamlandı ve hep birlikte havalanarak “V” şekli oluşturup güneye doğru uçtular.Telâşlarının nedenini ertesi gün anladık ; ertesi sabah göl hızla donmaya başladı.

migr1

Kuğulara gelince; yüce Rabbi’me şükürler olsun, bu yıl yumurtadan çıkan yavrular uçabilecek güce zamanında erişmiş, birkaç hafta önce de güneye göçmüşlerdi bile. Geride kalan ana-baba ise bu kışı burada geçirmeye,  kışın donmaz da sağ kalırlarsa , Nisan-Mayıs gibi yeni yavrular yapmaya karar vermişlerdi.

KUGU

(Haziran ayında kuğu ailesi)

Bu evde oturduğumuz yirmidört yıl boyunca bu olayları yakından izlemekte, lâkin bu gibi tartışmalara da katiyyen karışmamaktayız. İlk yıllar birkaç kez karışmış idi isek de, sonunda  kötü insan hep biz olduğumuzdan, ağzımızın payını almış  ve dersimizi behemahâl öğrenmiş idik. Artık “neme lâzım , ne hâliniz varsa görün” demekteyiz.

Üstelik, bir haftaya kalmadan biz de Florida’ya doğru yola çıkacağız. Michigan’dan Florida’ya, araba kullanarak üç günde gidiyoruz.
Kimbilir, belki bir daha da dönmeyiz bu güzelim evimize.
Hoş kal.
Ağabeyin

LEON AMADO’DAN ‘TAC YILLARI’

  O R T A  V E  L İ S E  Y I L L A R I

Tarsus Koleji’nde yatılı bir öğrencinin yaşamı

      1957-1965 yılları arasında Tarsus Amerikan Koleji’nde okudum… 

      Bu bölümde, bizi bulunduğumuz tüm diğer ortamlardan daha fazla yoğuran okulumuzu ve biz öğrencileri veriyorum.  

1

  K a m p ü s ü n   b i r   r e s m i   

      Aşağıda, okulumuzdaki mekânlar ile bu mekânları dolduran biz öğ-renciler yer almakta.   

      Okula giderken

Yanık yağ kokusundan (imalathaneden mi geliyordu, neydi?) yüzümüzü ekşiterek geçtiğimiz sokağın sonunda okulumuzun demir kapısı görünür-dü. 

      Demir kapıdan girdiğimizde…  

      Demir kapıdan girdiğimizde sağda -içerisi küf kokan- kapıcı dairesi, bazen de odanın yanı başında koca göbeğiyle Hüseyin Ağa  (nam-ı diğer 

ikinci müdür), saygın Ahmet Ağa ya da çelimsiz İbrahim görünürdü.                                                                                         

      İngilizce dil ve Amerikan edebiyatı hocamız Bloomer (bluımır) yaklaşık olarak ‘saygınlık’ anlamına gelen dignity’yi bize anlatırken, Ahmet Ağa’da dignity olduğunu, koca göbekli Hüseyin Ağa ile çelimsiz İbrahim’de ise olmadığını söylemişti.  

      (Bu anlatı iyi ve kötü taraflarıyla bir Amerikan öğretme biçimiy-di.)  

      Ben son sınıftayken 17 yıldır okulumuzun  kapısını  beklemekte  olan Hüseyin Ağa’ya  öğrenciler ‘ikinci müdür’ payesini vermişlerdi.  

      Yemekhane

      Girişin hemen ilerisinde, solda alt katta, günün en güzel saatini geçirdiğimiz -ileride geniş biçimde vereceğim- yemekhane vardı.

     Study Hall  (stadi hol)   

  (liselilerin çalışma salonu)

      Üst katta da Study Hall:   

      Geceleri floresan lambalarıyla ışıl ışıl,                                             

manatırın (etüd bakanının) dirayet ya da dirayetsizliğine bağlı olarak öğrencilerin ders çalıştığı ya da dalga geçtiği,                            

erkekliğini kanıtlamak isteyen manatırın (etüd başkanının) konuşan öğ-renciye ‘kesik attığı’ (posta koyduğu) Study Hall…                                                                                                          

      Sıra kapaklarında çıplak resimler            

      Çok kez sıra kapaklarımızın iç yüzünde çıplak kadın resimleri olurdu. 

      Müdür yardımcımız Stone “Sıranızda annenizin yüzünü kızartacak (that would bring the blush on your mother’s cheek)resimler olmasın” dediğini hatırlarım. Söyleyişinden derdiniz ki hiç genç olmamıştı.         

      Anahtar zinciri 

      Sıra kilidinin anahtarının asılı olduğu zinciri gururla pantolonumuza 

takardık. Üniformamızdı sanki…

      Sıra kilidini fırlatanlar   

      Kimi zaman bir öğrenci (genelde Lise 1 öğrencisi) arkadaşını fena halde kızdırır, kızdırılan öğrenci ise çok kez öfkeden kendini kaybetmiş halde sıra kilidini kızdıran arkadaşının üzerine fırlatırdı. Demir kilit değecek olsa kişiye ciddi zarar verebilirdi. 

      Bu aşırı kızdırma nedendi? Araştırmaya değer… 

*** 

      Amerikalı öğretmenlerimizin lojmanları            

      Yemekhane ve Study Hall’ün yer aldığı binanın ilerisinde, solda, Amerikalı evli öğretmenlerin kaldığı lojmanlarvardı. Bu lojmanlardaki hayat pek ilgimizi çekmezdi. T. S. Eliot (eliyıt)’ın dizesiyle “They lived in a world that did not touch us.” (Bize değmeyen bir dünyada yaşarlardı.) Bekâr öğretmenler ise yatakhane hocası olarak görevlendirilirdi. 

      Stickler (stiklır)                                                               

     İleride sağda okulumuzun simgesi olan Stickler binası yükselirdi. 

      (‘inatçı, sebatkâr’ anlamını taşıyan stickler sözcüğünün belki de ‘stick to’ ile akrabalığı vardır.) 

      Stickler’la ilgili olarak Wikipedia’da şu bilgi yer almakta:

“TAC’nin simgesi olan Stickler binasının inşasına Mr. Vanderpool adlı Amerikan vatandaşının 10.000 dolarlık bağışıyla başlanır. Bina 1911’de tamamlanır. Bina ‘Stickler adını Mrs. Vanderpool’un annesinden alır.”         

      ‘İnatçı ve sebatkâr’ olan, Stickler’ın yapımını inatla sürdürenler midir, sürekli gelişen binanın kendisi mi, bilemiyoruz.             

      Stickler 1911’de yapıldığında Tarsus’un en yüksek binası olup, günü- 

müzde de tüm azameti ve farklı mimarisiyle yükselmektedir.   

      Stickler’ın bodrumunda (basement) tek potalı basket alanı, bir güreş minderi, bir ping pong masası ve tahta üzerine çalışmak isteyenler için küçük bir atölye (workshop)

birinci katta öğrencilerin toplandığı auditorium (oditoriyım), 

ikinci katta sınıflar 

üst katlarda ise liselilerin yatakhanesi bulunmaktaydı.                                                    

       Friendship Hall  (frendşip hol)

       Hazırlık ve Orta 1 yıllarımızın geçtiği, kışın üşüdüğümüz, ayaklarımızı yıkarken donduğumuz ve çatısı altında sessiz sedasız ergenliğe geçtiğimiz binaydı Friendship Hall.

       Sonradan bitişiğinde, koca Maynard’ın (meynırd) adını taşıyan Maynard Hall yer alacaktı.

      Kütüphane

      On bin kadar kitabıyla o yıllarda Çukurova’nın en zengin kütüphanesi olduğu söylenen kütüphanemizi Mrs. Maynard yönetirdi. Ödünç almayı düşündüğümüz kitaplar hakkında ondan bilgi alırdık.  

      Mrs. Maynard’ın kütüphanedeki bütün kitapları okuduğu söylense de o sadece bütün kitaplar hakkında bilgi edinmiş olduğunu söylerdi. 

      Benim sorunum, konuşmalardan dolayı burada kitap okuyamayışımdı. Kütüphanede sessizlik olmasını, sessizliği sağlayacak birinin bulunmasını ne kadar isterdim… 

      (‘yiten boş vakitlerim’yazısına bakınız.)

      Futbol sahası            

      Zaman zaman bir öğrenci gözüne kestirdiği birini futbol sahasına, dö-

vüşmeye davet ederdi.                              

      Başka mekânlar da vardı; ben bunları yazdım.

O k u l u m u z d a …

      Soğuk su, soğuk odalar            

      İyi bir okul olarak bilinen okulumuzun tuvaletlerinde tuvalet kağıdı olmadığı gibi çeşmelerden sıcak su da akmıyordu. (Gerçi 1957’de çeşmelerden sıcak su aktığı yerlere pek rastlanmazdı da.) 

      Kışın o buz gibi suyla ayaklarımızı yıkardık. Ya da itiraf edeyim ki ben çok kez yıkamazdım. Ayaklarını yıkayan arkadaşlarımı dehşet ve hayranlıkla izlerdim. 

      Ancak sıcak su olmayışında bir tuhaflık görmezdik.  

      Yatakhane ve Study Hall /stadi hol/ (liselilerin ders çalışma salonu) ısıtılmıyordu. Study Hall’ün kışın ısınması onlarca vücut ısısının orayı ısıtmasıyla olurdu… Diyelim bir kış sabahı birkaç arkadaş Study Hall’e ders çalışmaya gelsek kendi paltolarımızla ısınabildiğimiz kadar ısınabiliyorduk.

      Palto deyince ilginç bir olay: ‘Lili’ arkadaşımız Basement’ta (bodrum) paltoyla basket oynadıklarını (!) söylemişti.

      Ancak bu yerlerin soğuk olmasında bir tuhaflık görmezdik.

      Yüz kişiye tek tuvalet

      Stickler’da yatan yüz kadar liseli için tek bir tuvalet vardı, ancak bunda da bir tuhaflık görmezdik. 

       (Fakat sabahları birisi tuvaleti büyük abdest için kullanır ve tuvaletin önünde bir kuyruk oluşursa, içerideki arkadaş ağır bir dille, bazen küfürle kınanırdı…)                                                                                              

Daha sonra, ikinci bir tuvalet için bakanlıktan izin alınamadığını, bunun da misyoner okulları kapatma siyasetiyle ilgili olduğunu duyacaktım.   

Yemekhanede…

      Okulumuzda zaman zaman görülen açık ya da örtülü ‘baskın çıkma’   çabalarından uzak, bir kardeşlik havası eserdi yemekhanede. Yemek birlik ve beraberliği sağlıyordu.

      Yemekhaneye saat 12’de orta kısım öğrencileri, yarımda ise açlığa karşı daha dayanıklı olduğu düşünülen liseliler girer, aynı şekilde akşam 5:30’da orta kısım öğrencileri, 6’da liseliler girerdi.

      Yemek yenirdi.     

      Orta kısmın yemekten sonra ve liselilerin yemekten önce görevleri vardı. 

      Hatırladığım kadarıyla orta sınıflardan Hazırlık ve Orta 1 öğrencileri yemekten sonra kirli tabakları mutfağa taşır ve masayı silerdi. Böylece masa liseli ağabeyleri için yarı yarıya hazır olurdu. 

      Lise öğrencilerine gelince, aynı masada oturanlardan her biri haftanın belli bir günü arkadaşları gelmeden masayı kurar, tabakları, çatal bıçağı  masaya taşırdı. 

      Kişi masayı kurma görevini unutmuşsa o gün ve ertesi gün masayı kurması gerekirdi… İhmali cezasız kalmadığından arkadaşları ona kızmaz, gülerlerdi. Unutan kişi de kendisine verilen cezayı aşırı bulmaz,  sistem kimse incinmeden yürürdü.  

      Görüleceği gibi, orta kısım öğrencileri arasında küçük-büyük ayırımı varken lise öğrencileri arasında bu ayırım yoktu. Büyüme nisbî eşitliği getiriyordu.

      Öğretmenler yemeklerini öğrencilerle aynı masada yer, zaman zaman bir öğretmen masamıza konuk olurdu. Bunun yararı bir yandan öğretmenin insani yönünü öğrencilere, bir yandan da öğrencilerin insani yönünü konuk öğretmene göstermesiydi.                                                    

      Hatırlıyorum, sistemi bizimkine benzeyen Darüşşafaka Lisesi’nde öğretmenler yemeklerini ayrı masalarda yerlerdi. Bu bizdekinden ne ka-

dar farklıydı!                                                                                                                                                      

      Yemekteki güzelliklerden biri zaman  zaman  bir  masadan  yükselen  ve okulumuza duyduğumuz sevgiyi  dile  getiren ‘bombalaki’ydi:                                 

                             Bombalaki bombalaki bom bom bom!      

Tarsus Tarsus zım zım zım!

Kolej, kolej!!

      Çınlayan sesiyle yemekhanenin uğultusu üzerinde yükselen bomba-laki masalarda hafif bir tebessüm ve saygıyla dinlenirdi.

      Yemeklerden şikâyetlerimiz                                                            

      Yemeklerden şikâyetlerimiz olmuyor değildi. Bir tanesi yemeklerden zaman zaman ‘yabancı madde’ çıkmasıydı. Güler, “Maden Tarama Enstitüsü’ne gönderelim” derdik…            

      Bir skeç                                                            

      Yemeklerdenşikâyetimizin bir skeçte dile getirildiğini hatırlıyorum.

      Arkadaşlar tarafından yazılmış olan ve bir lokantada geçen skeçte bir müşteri tabağından yılan çıktığını görünce bir hışımla masadan kalkar ve diğer müşteriler onu izler, fakat son müşteri kendi tabağını bitirmekle kalmaz, diğer tabaklardaki yemekleri de yer, bitirir. 

      Biri ona “Sende mide yok mu, kardeşim!” deyince de iştahlı müşteri (İbrahim Paksoy) “Sayın kardeşim, mide yok değil de ben Tarsus Amerikan Koleji mezunuyum!” der.

      Demokrat müdürümüz Mr. Maynard bu söze yürekten gülmüş ve skeçi alkışlamıştı.                                                                           

      Ancak okulumuzdan şikâyetlerimiz olsa da, İngiliz’in “…but we love our queen” (ama kraliçemizi seviyoruz) demesi gibi biz de sevgimizi bombalaki ile dile getiriyorduk.    

      ‘Ekstralar’ ve birbirimize güven                                                                                     

      Diyelim yemekten sonra meyve olarak mandalina verilsin ve herkes mandalinasını aldıktan sonra bir tane (ekstra) artmış olsun. Birimiz bir numara tutar ve bu numarayı bilen ekstrayı (mandalinayı) alırdı. Numara bir yere yazılabildiği gibi yazılmayabilirdi de. Bu durumda numarayı tutan kişinin doğruyu söylediğine inanılırdı. Tabii ki bu güven kötüye kullanılmazdı. Kötüye kullanan varsa herhalde çok nadirdi. 

      Bana gelince, utanarak söyleyim ki yaptığım şuydu:

      Beş numaranın her birini kalemi elime bastırarak yazıyormuşum gibi yapar, ama yazmazdım. Sonra da bana ekstrayı kazandıracak olan altıncı numarayı kalemi hiç bastırmadan yazıverirdim.   

      Bunun sonucu olarak, arkadaşlarım yazmadığım beş numarayı teker 

teker söyler, ancak bastırmadan  yazıverdiğim  altıncı  numarayı  söyle-

mezlerdi. Söylemedikleri ve bana kalan numara banaekstra’yı kazandı-

rırdı.                 

      Peki bir ekstra için bu yapılır mıydı? Sanırım bana bunu yaptıran biraz da hünerimi kullanma isteğiydi.  

      Hünerimizi sergilemek 

      Burada ahlakçılığa soyunup hünerlerin ne amaçla kullanılması gerek-tiğine dair birkaç söz söylemek istiyorum:                                                                                                                                       

      Kaç general hünerini sergilemekuğrunaelindeki kuvveti ‘olmayacak yerlere’ sürmüş, 

kaç politikacı hünerini kanıtlamak için piyonlarını feda etmiştir?                                              

      Düşüncem, her ne kadar insan olarak ‘hünerimizi gösterme’ eğiliminde olsak da   

hünerimizi yararlı şeyler yapmada kullanmamız gerektiği, 

insanları mağdur etme pahasına kullanmanın ise yanlış olduğudur.  

Sınıf hiyerarşisi  (üst sınıfların ayrıcalığı)

      Abiler gelince… 

      Diyelim basket oynuyorsak, üst sınıflardan abilerimiz geldiğinde sahayı onlara bırakmamız gerekirdi. Can sıksa da recon böyleydi.  

      Arkadaşımız Lili anlatmıştı: Kendi ve arkadaşları, abiler geldikçe basket sahasını onlara bırakmak zorunda kaldıklarını müdüre söyledik-lerinde, müdürümüz geleneğe  ilişmeden “Sizin de sıranız gelecek”  demişti.      

      Abi’nin saygınlığını koruması                                                                                                                    

      Bir abinin, kendisine olan saygısız bir söz ya da davranışından dolayı alt sınıftan bir öğrenciye tokat attığı olurdu. Bu, küçük öğrenciye kızdığından olabildiği gibi, saygısızlık görüntüsü karşısında kendi saygınlığını korumakiçinde olabilirdi. Çünkü onurunu gerekirse bir tokatla koruyamayan ‘abi’ arkadaşları arasında gözle görülür bir saygı erozyonuna uğrardı.  

      “Han mı lan burası?”                                                                       

      Lise 1’den bir öğrenci Study Hall’a  girerken  kapıyı  kapamazsa  üst sınıftan bir öğrencinin ona “Han mı lan burası?” demesi olağandı. Lise 1 öğrencisi ise bu uyarıyı normal sayar, dönüp kapıyı kapardı. 

      ‘Ezber bozan’ bir basket maçı                                                       

    1958-59 ders yılıydı. Biz orta 1’deydik. Orta 3’ün basket takımı ağabeyleri olan lise 3’ün basket takımıyla bir maç yapmıştı. Bu maçta ‘düşünülemeyecek’ olan olmuş, Orta 3’ün basket takımı kendilerinden üç sınıf üstte olan ağabeylerini yenmişti! Sınıf hiyerarşisinin önemli olduğu okulumuzda yer yerinden oynamış, arkadaşlar “Okul tarihine geçecek bir

gün” demişlerdi.

***

      Kavgalar

      Kızların olmadığı okulumuzda ilişkiler nispeten sertti ve kavgalar olurdu.  

     Ve maalesef orman kanunu büyük ölçüde geçerliydi.

      Kavga gücü olmayanlar bir şeye karışmadıkları sürece, hele de birilerinin himayesine girmişlerse, gül gibi yaşayabilirlerdi. Gerçi buna ot gibi yaşamak da denebilirdi, ama ne yapsınlardı…

      Ehl-i vicdana gelince, kavga gücüne sahip olmasalar da haksızlıklara karşı seslerini yükseltmekten kendilerini alamaz, başlarını belaya sokar-lardı.

      Bir İngiliz şairinin şu dizesini şöyle anımsıyorum:                                

Onlar için [bir başkasının üzüntüsü] üzüntüdür ve bırakmaz rahat bir nefes almayı 

                    (…misery is misery and will not let him rest)

2

      Zorbalık

      Akşam mütalaasında hakaretini kaldırmayan öğrencinin üstüne yürüyen kavga gücü yüksek bir manatır (etüd başkanı) hatırlıyorum.

      Hakaret ettiği öğrenci bırakın “Babandır” demeyi “Düzgün konuş” dese, bu manatır sözü söyleyenin üzerine yürürdü… 

      ‘Cevap verene’ gelince ‘kavgaca zayıfsa’ (zaten güçlü olsa hakarete uğramazdı da)   

araya giren de olmazsa yediği dayak bir şey değil, dayağı milletin içinde yemek ağır gelirdi.                                                                                                                   

      İşin acı tarafı, yazılı olmayan kurallara göre manatır idareye şikâyet edilemeyişiydi. Recon böyleydi.  

spor ve kol faaliyetleri

      Öğrenci neden spora ve kol faaliyetine yönlendirilmezdi?

      Sporun, fazla enerjinin atılmasını sağlayarak kişiye denge kazandırması ve saldırganlığı azaltması (ve diğer yararları) nedeniyle ihmal edilmemesi gerektiği kabul edilmekteyken, neden tüm öğrenciler spor dallarından birine yönlendirilmezdi?

      Koca Maynard, o ahlak abidesi müdürümüz, notlarımız ne kadar iyi olursa olsun, kol faaliyetlerine katılmıyorsak iyi bir eğitim almış olmayacağımızı söylerdi… O zaman tüm öğrencilerin kol faaliyetlerine (ve spora) yönlendirilmemesinin nedeni neydi? Yönlendirmenin çocuğun özgürlüğüne müdahale olarak görülmesi mi?              

      Bir kovboy filminde ‘müdahalesizlik’

 Bir kovboy filminde yer alan aşağıdaki sahnede, Amerikan kültüründeki 

‘müdahalesizliğin’ uçta bir örneğini görmekteyiz:  

      İki kovboy uykudadır. Bir ara biri gözünü açar ve karşıda birisinin silahını arkadaşına doğrultmuş olduğunu görür, ancak istifini bozmaz. Arkadaşı ise son anda tehlikeyi görür ve silahını ateşler. 

Arkadaşına neden kendisini dürtmediğini sorar. Soğukkanlı arkadaşı “O senin meselendi” der…

      Amerika’da özgürlük anlayışı ve yüksek suç oranı                                

      Amerikan kültüründe özgürlük ve bağımsızlık sevdasının bir sonucu olarak pek çok Amerikalı silah alımının serbest bırakılması gerektiğini düşünmektedir. Onlara göre, silah alımının serbest olması bunun doğura- cağı kötü sonuçlara değmektedir.

***

      Takıma girme arzusu

      Bir Amerikan reklamındaydı galiba, şu söz geçiyordu:

“Show me a boy that never wanted to be a rock star, and I will show you a liar!”

(Bana hiç rock /râk/ yıldızı olmak istememiş bir delikanlı göster, sana bir yalancı göstereyim!)  

      Öğrencinin ‘takıma girme’ arzusu ile ilgili olarak da aynı şeyi söyleyebiliriz:

Bana, hiç ‘takıma girmek’ istememiş birini gösterin, size bir yalancı göstereyim!

      Ben de, önce futbol, sonra da voleybol takımına girmek istemiştim; olmamıştı. Bu bende ukde olmuştu. 

      Ancak ukdelerin ağır sonuçları olabilmekte. Derler ki Nixon’ın futbol takımına giremeyişinin bedelini Amerika, dolayısıyla dünya ödemiştir…       Ben de ukdeme kendi çapımda bir bedel ödemiştim.

      Takıma girmeyle ilgili bir nokta da: 

      Beni hayrete düşüren, kardeşim Co ve sınıf arkadaşım Serhan başta olmak üzere, takıma girmek isteseler ‘su içinde’ girebilecek kadar popüler olan öğrencilerin sporun dışında kalmış, sporun dışında kalmayı seçmiş olmalarıdır. Belki de spor ihtiyacı herkeste bende olduğu kadar güçlü değildi…  

     Yiten boş vakitlerim…

      Okulda önemli bir sorunum ders bitiminden sonraki bir buçuk saati değerlendirememekti. 

      Derslerden sonra sporcular sporlarında, diğer öğrenciler farklı etkinliklerindedirler. Benim mütevazı istediğim ise, kitap okuyabilmek. Bunu yapabileceğim yerler de Study Hall ve kütüphane… Gel gelelim bu yerlerde konuşma olduğundan kitap okuyamıyordum. 

      Hayatın çok kez bir odada geçtiği köylerde ev halkı konuşurken çocukların ders çalışabildiğini duymuştum. Bu beceriyi kazanmak için neler vermezdim…                                                                                                          

      Ve işte yiten sayısız zaman dilimlerim…                          

 Ö Ğ R E T M E N L E R İ M İ Z

 T ü r k  ö ğ r e t m e n l e r i m i z

      50 yıl sonra anıları taptaze!  

      üç asımız 

      Türk öğretmenlerden ‘üç asımız’ vardı: Ömer Bey, İbrahim Bey ve Haydar Göfer.                                                                                  

      Okulumuzun bu üç ası

benim sekiz yılımda (1957-1965) olduğu gibi 

benden önce hala oğlunun sekiz yılında (1948-1955)  

ve benim 1965’teki mezuniyetimi izleyen yıllarda  

varlıklarını sürdürmüşlerdir.

(Bu istikrardı! Ancak ‘istikrar’ın pahası’ ile ilgili olarak, ‘Ekler’ bölümündeki ‘Orta ve Lise’ ekine bakınız.)

***

Üç asımızdan Ömer Bey’le başlayacak olursam:

Ö m e r  B e y

(Coğrafya hocamız)

      En çok sevdiğim öğretmenimiz, kendisinden ‘müteaddit defalar’ (birkaç kez) ikmale kaldığım Ömer Bey’di.   

      Kişiliği sihirli bir değnek gibi beni kendisine çekerdi. Sözlüye kalktığımda zayıf alacağımı bilsem de havadaki büyüyü hissederdim…                                                                                            

      Ömer Bey’i ziyaret   

      Mezuniyetten sonra kaç kez ziyaretine gittim… 

      İlk gidişimde yemekten sonra sigara içmek için kıvranıyordum. Oğlu Nuri’ye “Sigara içsem olur mu?” diye sordum. Nuri “Pederi biliyorsun…” deyince içmedim tabii.                                 

      Sonradan Hoca, kardeşim Nisim’in de bulunduğu alt sınıflardan birine anlatmış:                

      “Çocuklar,  benden  müteaddit  defalar  (birkaç defa)   ikmale   kalan  Leon Abiniz beni ziyarete geldi.”  

      “Gerçi biraz vakitsiz geldi ama…” diye de eklemiş o gevrek gülüşüy-le,  yemek vakti geldiğimi kastederek.                                                                        

      Öğrenciler hocayı soru yağmuruna tutmuşlar: 

     “Yemek verdiniz mi hocam?” 

     “Tabii çocuklar, ‘Karnın aç mı’ dedim, ‘Açım’ dedi, yemek verdim.”                                                                                                          

     “Hocam, sigara içti mi yanınızda?”

     “Yok çocuklar, içmedi.”

      “Belki sigara içmiyordu hocam.”                                                                            

      Ancak gün gelecek Ömer Bey bana sigara tutacak, ben almak istemeyince de “Yoo, hep eskisi gibi mi olacak?” diye yürekten itiraz edecek, beni sigarayı almaya mecbur edecekti. Nerden nerye!..

      Ben sigarayı almanın şokunu yaşarken Hoca tabiatıyla ateşi de tuttu. Ateşe doğru eğildim…  

      Bildiğim, tanıdığım dünya alt üst olmuştu!                                    

hataları

       Sevgili hocamın hatalarına gelince:

       Kitapta yazılanı isterdi   

      Sınavlarda, kitapta yazılanı isterdi. 

      Bir defasında,  

‘diğer’ i ‘diger’ diye telafuz edip soruya heybet katarak 

“Güneydoğu  Anadolu’nun  diger  madenleri  nelerdir?”  diye  sormuştu. 

      (Anlaşılacağı gibi, kitapta Güney Anadolu’nun madenleri hakkında bilgi verildikten sonra ‘diğer madenler’ sıralanıyordu.)  

      Fesüphanallah! Sınıftan homurtular yükseldi, ama hocamızın ‘höt-lemesiyle’ kesildi. 

      Bir de İngiltere’de duymuş olduğum şu sınav sorusuna bakın: 

“Şu bölgede bir demir-çelik fabrikası kurmak isteseniz bölgenin neresinde kurardınız? Neden?” 

      Bizdeki coğrafya sorularından farklı, değil mi?.. Gerçi bu soruya yanıt vermek için gelişmiş türde kitap ve harita gerekir de…

      şehir nüfusları  

      Kitapta şehir nüfusları genelde altı, yedi haneliydi. Ancak sınavda kaç haneli olarak verebileceğimizi bilmiyorduk. 

      Bir defasında ben Hoca’ya  şehir nüfuslarını kaç  haneli  verebileceği- mizi  sormuş, ancak bakışından sorumu ‘münasebetsiz’  bulduğunu  anla-  

mıştım.                                                                                                      

      (Cevabı pek de belli olmayan bir soruyu münasebetsiz saymak o  yıllarda öğretmenlerin başvurduğu bir yoldu. Belki hâlâ öyledir.)

      Bir abimiz sınavda bir şehrin nüfusunu kitapta yazdığından bir fazla olarak vermiş, “Yengemin bir oğlu oldu da…” diye yazmıştı. 

      İdarenin nasıl karşıladığı bir yana, haklı bir espriydi.

      Sınav hazırlamazdı  

      Tanık olduğum kadarıyla, hocamızın ikmal (bütünleme) sınavlarını bile önceden hazırlama alışkanlığı yoktu. 

      Bir defasında birkaç sınıfın Coğrafya ikmal sınavı birlikte yapılıyordu. Aramızda benden bir sene büyük olan Cengiz de vardı. Başından beri sınıf başkanlığı yapmış bu saygın arkadaşımız dua ediyordu.                                                                                                  

      Hocamız, yüzünde tebessüm, bir kitap istedi. Sayfaları çevire çevire beş soru yazdırdı. Cengiz’in ‘mukadderatı’, rastgele biçimde oluşan bu sınavla belirlenecekti…                                                                    

      Talaslılara karşı… 

      Hocamızın bir hatası da, başlarda Talas’lılara (lise 1’de kardeş okul Talas’tan bize katılanlara) karşı -notlara da yansıyan- olumsuz bir tavır içinde olmasıydı. Bu herhalde yabancı unsurları baştan hizaya getirmek içindi.   

      Geçen bunca yıldan sonra notlar aklımda değil de, bir defasında sınavdan diyelim 6 alan Ahmet Boyacıoğlu notuna itiraz etmiş, “Ben 8 bekliyordum” demişti… Hoca, sınavına bakacağını söylemiş, ancak bir sonraki derste “Kâğıdına baktım, notunu yanlış vermişim; notun 4’müş” demişti. 

      Doğrusu bu bir derebeyinin  başına  buyrukluğuydu  ve  bizimki  gibi liberal sayılabilecek bir okulda bunu  yapabilmek  her  babayiğidin  harcı değildi… Hoca’nın bunu yaparken ortaya koyduğu  özgüven ise bir hak a-  rayışının önünü kesmişti.                                                        

      Talaslı arkadaşım Ömer Cengiz de Hoca’nın  Talaslılara  karşı  takındığı tavırdan şöyle yakınmıştı:  

      “Neydi o, gözler fıldır fıldır; bize nefes aldırmazdı. Jozef açıktan açığa dalga geçer, ona bir şey demezdi. Olmaz böyle şey bilader!” 

      Talaslı Sinan Bayraktaroğlu’nun ‘Ömer Bey’in Talaslılara ilk sınavda verdiği zayıf notlarla ilgili olarak yazdıkları da şöyle:   

      Bizden bir yıl önce gelen Talaslılar, ilk sınavla ilgili olarak,“Ağzı-ınızla kuş tutsanız hepiniz ya 4 ya da 3 alacaksınız, kendinizi buna hazırlayın” diye bizi uyarmışlardı. Bunun üzerine çok çalışmıştık ama söyledikleri aynen gerçekleşti.1

      Tarsus’tan gelenlerin hepsi ilk yazılıdan 6 ve üstü geçer not alırken, biz Talas’lıların hemen hepsi 4 veya 3 almıştı. Tarsus’lular Ömer Ağa- nın Orta 3’ten eski öğrencileriydi. 

      Ömer Ağa yazılı sonuçlarını okuduktan sonra biz Talas’lılardan biri  (sanırım Faruk Bozbey idi) ayağa kalkıp “Hocam, Talas’lıların hepsi kalıyor da Tarsus’luların hepsi geçiyor, bu nasıl oluyor,” diye durumu sorguladı. Buna Ömer Ağa’nın cevabı açık ve netti: “Çuklar, Talaslıların Coğrafyası zayıf oluyor; iyi yetişmemiş olarak bu okula geliyorlar.” 2     

Yazarın notları:   

(1) Sinan’ın yazdıkları abartılı da olsa genelde doğru.

(2) Sevgili hocam öyle dese de, 

Talaslılara (ve biz Tarsuslulara) Orta 2’de ve Orta 3’te okutulan ve ezbere dayanan Ülkeler Coğrafyası ile Türkiye Coğrafyası’nın Lise 1’de okuduğumuzGenel Coğrafya ile fazlaca bir ilgisi yoktu. 

Bu nedenle, Talas’lıların daha önce okuduları Coğrafya’nın Tarsus’ta  okudukları Genel Coğrafyadaki başarılarını etkilemesi beklenemezdi.  

                Hatalarına karşın sevilirdi

      “Biz isteriz Omar’ı” 

      Müdür yardımcılığının İbrahim Bey’e verileceğinin söylendiği ve Haydar Göfer’in “Ben hakkım olanı isterim” diye feryad ettiği günlerde ‘işin dalgasında’ olan biz öğrenciler şöyle bağırmıştık: “Ne İbo’yu ne Haydar’ı, biz isteriz Omar’ı”                    

      Bunu söylerken Ömer Bey’i gördük.

      Urfa’lı olan Ömer Bey el öptürmeyi sever, biz elini sıkmak için elimizi uzattığımızda elini çevirip öpülmek üzere verirdi. Biz de kuyruğa girerek bir eğlence havasında elini öptük. Rahmetlinin tebessümü yüzüne yayılmıştı…

      Daha sonra, müdür yardımcılığıyla ilgili olarak derste “Yok ’cuklar, ben idareciliği istemem. Bana Yenice Lisesi’nde müdürlük teklif etmişlerdi; kabul etmedim” demişti.

      “En iyi oynayan öğretmen kimdi?”  

      Öğretmenlerle öğrenciler basket ve voleybol maçları yapmışlardı. Öğrencilerin toplandığı ‘assembly’de sunucu “En iyi oynayan öğretmen kimdi?” diye sordu. Akla spor hocamız Horiuchi geliyordu. Ancak yüz göz hareketlerinden sunucunun farklı bir yanıt istediği anlaşılıyordu. “Ömer Bey” yanıtı alkışlanmıştı.

     Ömer Bey’e özgü…  

      Futbol sohbetleri                                                     

      Ömer Bey ders saatinin başında çoğunlukla futbol sohbeti yapardı. 

      Hocamız Fenerbahçe’liydi ve Fenerbahçe kazanmışsa sohbet uzardı; ama kaybetmişse “İşimize bakalım” der, sohbeti kısa keserdi. Biz de hal

den anlardık.                          

      Ders dışı bir konu olarak futbol sohbeti canımıza minnetti, ama idare buna nasıl göz yumuyordu? İngilizce derslerin birine giren bir öğretmenin bunu yapması düşünülemezdi. 

      (Nasıl böyle olduğunu sorabileceğimiz Mr. Stone aramızda yok artık.)

      Yere tükürmeleri, ‘Hmm’ demeleri

       Ömer Bey Coğrafya odasına on, on beş metre kala sağına soluna hap hup diye tükürmeye başlar, birkaç metre kalıncaya kadar tükürür,  odaya öyle girerdi. (Arkadaşımız Münir bunun taklidini çok iyi yapardı.)                                                                                            

      İlginçtir, notu kıt olan ve bizi ezbere boğan bu hocamızın yere tükürmelerini ‘sermaye’ yapıp müdüre bildirmek aklımıza gelmezdi. O günlerde hocalar ulu orta şikâyet edilmezdi; hoca ne ise oydu.   

      Hocamız çok kez ‘evet’ yerine ‘hmm’ derdi… Bir gün Münir bir şeyler yazarken Hoca Münir’e seslenmişti: “Evetlerimi mi sayıyorsun?” Gerçekten de Münir hocamızın ‘hmm’larının çetelesini tutuyordu! 

      Mezuniyetten sonra bir gün okulu ziyarete geldiğimde Hoca’nın dersini dinlemek istedim. 

      Bir süre sonra aklıma ‘hmm’larını saymak geldi. Ancak saymaya başlamamdan çok geçmemişti ki Hocanın sitemli bakışını üzerimde hissettim. Güvenini kötüye kullanmıştım ve hoca anlamıştı!  Nefesimi tutarak başımı öne eğdim. “Evetlerimi mi sayıyorsun?”  demesini bekledim… Neyse ki başımı kaldırdığımda bakışını üzerimden çekmişti. Sakindi. Başımı utançtan öne eğdiğimi anlamış ve af etmiş olmalıydı.                                                                                                                                 

      ‘Habersiz’ sınavlarıs

      Her ne kadar talimatname ‘Sınavlar haberli ya da habersiz yapılır’  dese de, işlediğimiz tüm konulardan sorumlu olduğumuz üçüncü sömes-tirde habersiz sınavlar bizim için büyük sorundu. ‘Yarın habersiz olabilir’ diye koca Coğrafya kitabını çalışmaktan (ezberlemekten) ve bu     durumun Coğrafya dersleri boyunca sürmesinden diğer derslerimize    yeterince çalışamıyorduk.

      Hoca’yı mezuniyetten sonra ziyaret ettiğimdeona habersiz sınavların sakıncasını anlatmaya çalıştım. Ancak O söylediklerimin üzerinde durmuyor, kurnaz kurnaz gülümseyerek “Öğrenciyi sürekli çalıştırıyor” diyordu.                           

      Neyse ki dediğine göre habersiz yazılılar kalkmıştı. Belki de bu ‘hayırlı vaka’ öğrencilerden gelen şikâyetler üzerine olmuştu. Eğer öyleyse öğrencileri kutlamak gerekirdi.                                                                                                                                                                                             

      Eski mezunları sınıfa alışı

      Zaman zaman, okulu ziyaret eden ağabeylerimiz eski günleri yâd etmek için coğrafya dersini dinlemek isterlerdi. Geldiklerini pencereden gördüğümüzde Hoca’ya haber verirdik. Hoca dışarıya şöyle bir bakar, fakat istifini bozmazdı. Onları çağırmamızı söylemesi için abilerin bir iki tur atması gerekirdi. Fakat geldiklerinde onları güler yüzle karşılar, otur-turdu.                                                                                  

      Elim bir suikasta kurban gidecek olan Özdemir Abi (Hacı Ömer’in oğlu Özdemir Sabancı) bir gün sınıfımıza gelmiş, bize Batı hakkında değerli bilgiler vermişti. Hoca da ilgiyle dinlemişti. Ona da turlatmış mıydı hatırlamıyorum…                                                                

      Batmayan sözleri                                                                              

      Ben lise 1’de, kardeşim orta 1’deydik. Kardeşim, Ömer Bey’in yeni öğrencisi olmuştu. Bir ara Ömer Bey bana şöyle dedi: “Kardeşin cin gi-

bi; dikkat et seni geçer ha!”                                                 

      Bu bana pek olası gelmemişti. Aramızda üç yıl vardı… Ama ben o yıl sınıfta kaldıktan ve daha sonra İsrail’de yıllarımı heba ettikten sonra kardeşim gerçekten beni bir yıl geride bırakmıştı.                                                    

      Yıllar sonra Ömer Bey’i görmeye gittiğimde nerde olduğumu, kaçıncı sınıfta okuduğumu sordu. Kardeşimi sordu.  “Ben sana söyledim”  dedi…      Sözünü hatırlatmakta sakınca görmemiş, beni üzebileceğini düşünmemişti. 

      Ama ilginçtir, bir başkası  söylese beni  üzecek  olan  bu  sözü  ondan duymak  beni  üzmemiş,  gülümsetmişti. O  temiz  yürekli  bir  taşralıydı.      

       Futbol sohbeti ve diğer… 

       Ömer Bey’in dersinin bir bölümünün sohbetle, genellikle futbol sohbetiyle, geçtiğini söylemiştim. 

      Ders dışı konulara zaman ayıran yalnız o değildi. Haydar Göfer de ders saatinin önemli bir bölümünü ‘hayat dersi’ne ayırır, bunu büyük bir meziyet olarak görür, bir öğretmenin yalnızca ders yapmasını hoş karşı-lamazdı.                                                                                                    

      Ancak az bir zaman almayan ‘hayat dersleri’  Edebiyat dersine harcanması gereken zamandan çalıyordu. (Öyle ki, örneğin, edebiyatımızda ‘ikinci yeni’ diye bir akım olduğundan haberimiz yoktu.) Bu da ’63’lü Noyan’ın söylediği gibi bizi üniversite sınavındaki edebiyat sorularında ‘başarısız’ kılıyordu. Bu, hayat dersine ayrılan geniş zamanın bir bedeliydi.

      Ömer Bey ve Haydar Göfer’in ders saatinin önemli bir bölümünü ders dışı konulara ayırması bende şu düşünceye yol açmıştı: ‘Türkçe dersler o kadar önemli değildir. Zaten bildiğimiz Türkçe de İngilizce kadar önemli değildir. Türkçe ve Türk edebiyatı geçiştirilecek şeylerdir.’          

      Ancak edebiyat öğretmenimiz Yalçın Bey’in bir sözü beni bu konuda  ‘uyandıracaktı’. Ben meslek olarak kitap çevirisini düşündüğümü söylediğimde Yalçın Bey -belki de benim Türkçeye karşı umursamazlığımı sezerek- aklıma gelmeyen bir hususu belirtmiş, “Tercüme için iki dili iyi bilmek gerekir” demişti. Bu basit gerçek gözümden kaçmıştı.   

      Türkçeyi ve Türk Edebiyatını önemsemem için yılların geçmesi gerekecekti.    

(Ana dilin önemiyle ilgili olarak, ‘Amerikalı öğretmenlerimiz’ / ‘Entelek-

tüeller’ bölümünde yer alan ‘Greenberg’ yazısına bakınız.)              

İ b r a h i m  B e y   

(Tarih öğretmenimiz)

      öğretmenliğe (ve branşına) saygılı bir öğretmen 

      Türkçe  derslerimizin  kadrolu  öğretmenleri   arasında  İbrahim  Bey ‘iyi   öğretmen’   diyebileceğim  tek  öğretmenimizdi.  Geniş tarih  bilgisi  ve  çok  canlı bir ders anlatımı vardı. Anlattıklarını adeta yaşayan  bu  ho-camız çok beğenilirdi.                

      Senenin ilk dersiydi. Türkçe derslerin öğretmenlerinin nasihate ayırdığı bu ilk derste İbrahim Bey “Şimdi ‘Ne diyeceğiz?’ diye birbirimizin gözünün içine bakacağımıza gelin  bir  ders  yapalım” diyerek senenin ilk dersini yapmıştı. Mesleğine ve branşına böylesine saygılıydı.                      

      Bir diğer tarih öğretmeni

      Ben öğretmenlik yaparken, çok iyi bir insan olan tarih öğretmeni arkadaşın bana şöyle dediğini hatırlıyorum: “‘Poposu kakalı’ bir tarih dersi için çocukları ne diye sıkayım?” Dersine olan tutumu İbrahim Bey’inkinden ne kadar farklıydı…

İbrahim Bey’i ziyaretlerim

      Birçok hocamı olduğu gibi İbrahim Bey’i de evinde ziyaret etme onuruna ermiştim.

      Ziyaretlerimde karşılaştığım ilginç olayları aktaracak olursam:

      Oğluyla tartışması

      Hoca, oğluyla politika üzerine ciddi ciddi tartışıyor ve kendini üzüyordu. Ona “Neden böyle kendinizi üzüyorsunuz? Çocuğun söylediklerine boyu kadar önem verin” dediğimde hocam mahzun “Boyu benimki kadar…” demişti.                                   

      Oğlu babasını üzdüğünün farkına vararak gönlünü almaya çalıştığında ise Hoca olumlu kişiliğini ortaya koyan biçimde “Önemli değil; senin bana olan saygın, benim sana olan sevgim tabii ki sonsuzdur” demişti.                                                           

      Daha sonra baba-oğul kendilerini ciddi biçimde geren bir konuda tartışmaya başlamışlar, tartışmayı bırakmalarını istediysem de bırakamamışlardı. 

      Bunun üzerine ben kararlı bir sesle eğer bırakmazlarsa kalkacağımı söylemiş, neyse ki bu sözüm üzerine tartışmayı bırakmışlardı. Anlaşılan sözüm ve sesim etkili olmuştu… Hocama karşı böyle kararlı, hatta öğretmensi bir tavır alabildiğime ben de şaşmıştım. Demek insan bir sözü kararlı bir biçimde söylediğinde hocası üzerinde bile etkili olabiliyordu. .     

      Hoca’ya eski müdürümüzü getiriyorum                     

      İbrahim Bey’in okulumuzdan, ileride değineceğim üzücü biçimde ayrılışı daha yeniydi. Eski müdürümüz Mr. Maynard okula vedaya gelmişti. Ben arabaylaydım. Maynard’a “Sizi İbrahim Bey’e götürmemi ister misiniz?” deyince, o “Ha evet, biz de onu nasıl görebiliriz diyorduk; çok iyi olur” demişti. 

      Gittik. Karı koca çok duygulandılar. Sevim Akış ağladı. Yüce kişiliğine ileride geniş yer vereceğim Maynard şaka yollu “Ayıp, ayıp” dedi…                                            

      Kalktığımızda İbrahim Bey Maynard’a “Bana emeklilikle ilgili nasihatlarınızı yazar mısınız?” dedi.                                                       

      ‘Tavsiyelerinizi’ değil de ‘nasihatlarınızı’ demesi Maynard’ı bir büyüğü olarak gördüğünü gösteriyordu.                                                               

      Maynard  “Yazarım” dedi.                                                                  

      Yazabildi mi bilmiyorum ama o sevgili, o saygınlığın ötesinde saygın müdürümüz bir süre sonra bir kalp ameliyatında masada kalacaktı.                                 

      İbrahim Bey’lerden dönüşümüzde, Maynard İbrahim Bey için eşine “He was the king of bachelors!” (O bekârların kralıydı!) demiş, ancak barların, pavyonların müdavimi İbrahim Bey’in  bir  gün  öğretmenler  odasına süklüm püklüm girerek “Ben evleniyorum” dediğini desözlerine eklemişti.  

      Evlenmesiyle ilgili olarak İbrahim Bey bir gün derste bize, “Bekârlık benim en büyük prensibimdi. Benim uzun bir bekârlık hayatım oldu.   İstanbul’daki bütün randevu evlerini bilirdim” demiş 

(bunu bize söyleyebilmesi okulumuzdaki liberal havayı göstermesi bakımından ilginçtir)

ancak sözünü “Sonra sevdik, sevildik…” diyerek bitirmişti.   

      Sonunda İbrahim Bey dengini bulmuş, zekâsı ve medeni cesareti parmakla gösterilen Sevim Hanım’la evlenmişti.            

      Hocamın okulumuzdan uzaklaştırılması

      Anlatacağım kulaktan dolma da olsa: 

      Okul müdürü Robeson (râbsın) müdür muavini İbrahim Bey’e “Biz    yönetmeliği bilmediğimiz için siz kendi bildiğiniz gibi uyguluyorsunuz” deyince bu konuda tartışmışlar. Sonunda İbrahim Bey “O zaman siz de öğrenin” demiş… İş, İbrahim Bey’in  okuldan  uzaklaştırılmasına  kadar 

varmış.

      Galiba eski Yunan bilgesi Solon “Kimse için ölmeden ‘mutlu’ demeyiniz” demiş… Hocamın onurlu kariyerinin  böyle  sonlanması  bana  bu 

sözü anımsatmıştır.    

      Eşi Sevim Akış

      Sonradan yakın dostum olacak olan yatakhane hocam Ahmet Şahin Bey bana Sevim Hanım’la olan bir anısını anlatmıştı:                                                         

      Tarsus Lisesi’nde Sevim Hanım’la Ahmet Şahin Bey ladese tutuşmuşlar, ancak aylarca yenişememişler. Sonra bir gün Sevim Hanım öğretmenler odasına dalmış. Saçları dağınık, bluzunun bir düğmesi açıkmış. “Bu öğrenciden bizar oldum; işte adı” diyerek bir kâğıt parçasını Ahmet Şahin’e uzatmış. Ahmet Şahin almış.  Sevim Akış “Lades!” demiş.

      Ahmet Şahin bana şöyle demişti: “Kadın  öyle  bir  haldeydi  ki  lades için olabileceğini düşünsem bile ‘aklımda’ diyemezdim.”  

Bu olay Sevim Akış’ın gözü kara azmini gösteriyordu.                                     

Y a l ç ı n  B e y

(edebiyat öğretmenimiz)

      Okulumuza sonradan katılan ‘dördüncü asımız’, edebiyat öğretmenim Yalçın Bey…                                                                               

      İbrahim Bey gibi o da ders saati boyunca ders yapardı. Ve hocalarım arasında en efendi olanıydı.                                           

      Yalçın Bey’i en çok aruz veznini anlatmasıyla hatırlarım. Hocam, aruz vezninin çölde develerin yürüyüşünden esinlenen bir vezin olduğunu söylemiş, 

(.) ’nın kısa,  (-) ’nin ise uzun ses anlamına geldiği

‘Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün’  ( . _ _ _   . _ _ _   . _ _ _    ._ _ _  ) veznini  bize “Tı tık tık tık / Tı tık tık tık…” diye giden bir vezin olarak sunmuştu.                                                                                         Aruz vezni o denli hayatımızın bir parçası olmuştu ki ben ‘Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün’   ( _ . _ _    _ . _ _    _ . _ _    _ . _ )  vezninde bir beyit bile yazmıştım:

Biz Omarlar / görmüşüz kim / hiç bi şeyden / korkmayız

            Gelse Haydar / gelse Aşvak / bir demolsun / yılmayız

(Omar, sevgili hocam Ömer Bey, Aşvak da, ileride sözünü edeceğim Qureshi’ydi.)

    b e ğ e n d i ğ i m   t a r a f l a r ı  

      Acımızı paylaşması 

      Ben Lise 1’de sınıfta kalmıştım. Arka sıralara çekilmiş olan biz iki seneliklerden İbrahim Bey kıdemliler diye söz ederken 

(Uygar ve iyi kalpli bir insan olan  İbrahim Bey  kim  bilir  neden  böyle derdi?)

Yalçın Bey “Arkadaşlarımın acısını paylaşıyorum” demişti. Bu sözü bana ilaç gibi gelmişti.

      ‘Onore edişi’                                                                  

       Bir iş için öğretmenler derneğine gitmiştim. Öğretmen derneklerinde hep olduğu gibi kâğıt oynuyorlardı. Yalçın Bey’i, sonra da oyun oynamayan Ömer Bey’i gördüm. Nasıl davranmam gerektiğini bilememenin şaşkınlığı içindeydim. Ömer Bey halime gülüyor, bir seyirmişim gibi beni keyifle izliyordu. Belki de seyredilmenin ve gülünmenin insanaacı verdiğini bilmiyor, bilse de önemsemiyordu. O bir taşralıydı…   

      Yalçın Bey oyun oynuyordu. Beni görünce çağırdı, oturttu. Oyun oynamak isteyip istemediğimi sordu. Doğrusu bir öğrenciyi onore etmenin tuhaf bir yoluydu, ama Ömer Bey’in beni ‘seyretmesinden’ sonra bu davet bana iyi gelmişti. Her ne kadar kabul etmeyi düşünmesem de.                     

      Ancak hocamız ileride oturan Ömer Bey’i görünce “Yok, Ömer Bey var” dedi… Kendisinden büyük olan Ömer Bey’e saygısından, önerisini geri almıştı.                                                                                 

      Arkadaşımın iltifatı              

      Sınıf arkadaşım Mümtaz (Göztepe) Yalçın Bey için “Ne kadar efendi adam… Yalçın diyemiyorum, Yalçın Bey diyorumdediğini hatırlarım. Bizde bir öğrencinin genç bir öğretmen için böyle demesi az bir iltifat değildi.  

      İkmale bırakmaması      

      Bunu bir öğretmenin meziyetleri arasında vermek doğru mudur bilmiyorum ama Yalçın Bey ikmale bırakmazdı. Diğer edebiyat öğretmenimiz olan Haydar Göfer’in de bırakmadığı gibi. Anlaşılan öğrencilerin edebiyat dersinden ikmale bırakılmaması bir gelenekti.

K u s u r l a r ı

      Bu saygın hocamın hatırlayabildiğim kusurlarını aşağıda veriyorum. 

      Derste uyuturdu  

      Sesinin monoton oluşundan mıydı bilmiyorum, Yalçın Bey -gene çok saygın bir hocam olan Mr. Meyer gibi- derste uyuturdu. Bana gelince, belki uyutulmaya müsait bir yapım olduğundan, o konuşurken  çok  kez dalardım.

      Normal bir insandan çok kez sıkan bir öğretmen çıktığını duymuştum. Belki de bu efendi hocam bunun bir örneğiydi.          

      Soru sorduğumuzda…

      Basit bir soru sorduğumuzda biz kısa (pek de uzun olmayan) bir yanıt beklerken, Yalçın Bey sorumuzla ilgisini göremediğimiz alanlara girer, ‘yarım saat’ konuşurdu. Ben gene dalardım. 

   Bunun, daha sonra birçok öğretmenimde göreceğim öğrencinin ilgi alanını gözetmemekten ileri geldiğini düşünmüşümdür.   

   (Sorumuzun cevabını almak hayatta sık rastladığımız bir şey de değildir ya!) 

       Bu derde bulduğumuz çare ona kolay kolay soru sormamaktı.

      Saygısızlık karşısında…                                      

Küçük öğrencilerle olan tartışma kendince saygısızlık noktasına vardığında hocam nadiren de olsa küfredebiliyordu. Bu ise küfürün -nihai çözüm olarak- sadece sokaktaki adamın değil birçok aydınımızın da ‘repertuarında’ yer aldığını gösteriyordu.

    Teksirleri 

    Şüphesiz emek ürünü olsalar da gereksiz bulduğumuz bilgiler içeren teksirler dağıtırdı. Bu teksirler köşede bucakta kalmış aruz vezinleri bile içerirdi. Müstef’ilâtün’a kadar.   

      Müstef’ilâtün vezniyle ilgili bir fıkra: Hoca öğrenciye müstef’ilâtün veznini sormuş. Öğrenci “Çattık belaya” diye mırıldanınca “Aferin evladım, 10 aldın” demiş. Zira son hece uzun kabul edildiğinden, öğrencinin sözü müstef’ilâtün  ( _ _ . _ _ )  veznine uyuyormuş.       

      ‘Hatalarına’ karşın Yalçın Bey beğendiğim insanlardan biriydi.

               ***

      Ücretli Türk öğretmenlerimiz

Vermiş olduğum kadrolu öğretmenlerimizin yanı sıra çok değerli ücretli öğretmenlerimiz de vardı. Mersin’in tek sosyoloji-mantık hocası olarak “Ben validen sonra geliyorum” diyen Zeki Bey’le bülbül sesli matematik hocamız Nedim Bey geliyor aklıma.

 A h m e t   Ş a h i n  B e y

  (yatakhane hocamız)

 Sonradan dostum olacak olan yatakhane hocamız Ahmet Şahin Bey’i de bu bölümde verdim. 

    Odasında sohbet  

      Lise sondayken her akşam odasındaydım. O da beni ‘odanın demirbaşı’ gibi gördüğünü söylerdi.  

      Çok kez edebiyattan söz ederdik. Ahmet Şahin’in Mustafa Şerif Onaran’ın diksiyonuna benzeyen çok tatlı, açık seçik bir diksiyonu vardı. Yavaş yavaş, kelimelerin hakkını vererek konuşurdu.  

      Ben ona Somerset Maugham (Samırset Moum)’dan söz ederdim, o da bana sevdiği yazarlardan.

    Bir defasında bana Panait İstrati’nin mutsuzlukların yanlış anlaşılmalardan doğduğu düşüncesini işlediğini söylemişti. Ben böyle olabileceğini  düşünmemiştim. “Yani mutsuzluklar yanlış anlaşılmalardan mı doğuyor?”  demiştim. “Tabii” demişti…

   Ahmet Şahin Bey’in zaman zaman ‘kendini ağırdan satan’ bir konuşması vardı… ’65 yılıydı. Bana, Madam Bovary’yi 1956’da okuduğunu söylemiş, “Faydalı olacağı kanaatindeyim” demişti. O zaman bile gerilerde kalmış olan bu üslup beni gülümsetmişti.       

      Ahmet Şahin Bey yattıktan sonra ikilere kadar kitap okurdum. Genellikle Maugham’ın öykülerini… Ve ilginçtir, ertesi sabah zorlanmadan kalkardım. Oysa evde o saatte yatmış olsam sabah sekizde kalkmak bana ölüm gelirdi. Herhalde okulda yatmak okulda kalkmanın havasına girmemi sağlıyordu.  

      Atlatılan bir facia

      Odasından çıkarken gaz sobasını kapatırdım. Bir defasında, kapatayım derken sobayı sonuna kadar açmıştım! Gece Ahmet Şahin Bey kan ter içinde uyanmış, sobayı kapatmış. Allah korusun soba patlasaydı yangın çıkabilirdi. Stickler binasının içi de ahşap olunca…                                                                                                                  

      Şimdi bile elektrik sobasını kapattıktan sonra yanması azalıyor mu diye bir süre bakarım.                                                                                                   

       Ahmet Şahin Bey’in düğünü                                                                                                                                                                  

      Ahmet Şahin Bey’in düğünü okulumuzun basket sahasında oldu. Düğünden önce odasında bir arkadaşıyla birlikte oturuyorduk. Ahmet Bey biraz gergin ama güleç  “Ölmeme yarım saat kaldı… On dakika kaldı…” diyordu.                              

      Çok sonra bana evliliğinin yanlış olduğunu, hayat dolu olan eşiyle kendisinin birbirlerine uygun olmadıklarını söyleyecekti. 

“Al bir yanlış evlilik daha!” demiştim içimden.    

      Mezuniyetten sonra

      Mezuniyetimden bir süre sonra yeniden görüşmeye başladık. Dostluğumuz tazelendi… 

    Oğlunun akibeti                                                                        

      Ahmet Şahin Bey’in Konya’da bir kolejde yatılı okuyan bir oğlu vardı. Kendisini yatılı okula koyan ve aile sıcaklığından yoksun bırakan ailesine sitem ederdi… 

      Gün geldi evlendi. Evlendiği kız ‘delişmen’di. Anlaşılan kendi de öyleydi ki Ahmet Şahin Bey kızı istemeye gittiğinde babasına “Sizin deliyi bizim deliye alacağız” demiş, adam renk verince de gülerek, “Öyle değil mi?” diye sormuştu.                                                                                                                 

      Gerçekten de kız ya da oğlan ya da her ikisi ‘deli’ymiş ki korkunç bir şey oldu. Oğlan karısını öldürdü! Ve ağır bir hüküm yedi. 

      Kim derdi ki efendilik timsali Ahmet Şahin Bey’in oğlunu böyle bir akibet bekliyordu… Neyse ki babası bu olayı görmeden hayata veda etmişti.  

 A m e r i k a l ı   ö ğ r e t m e n l e r i m i z    

N o t :

Bu bölümde  Amerikalı  öğretmenlerimin  sözlerini  (ve onlara  söylenmiş sözleri) Türkçelerinin  yanı  sıra,  hatırlayabildiğim  İngilizce asıllarıyla birlikte verdim.  Bunun  amacı,  başta   bu  öğretmenleri   tanımış   ya  da  bu  okulun  havasını  teneffüs  etmiş öğrenciler  olmak  üzere,  İngilizceye  vâkıf okura bu sözlerin aslının lezzetini tattırmak olmuştur.

(Amerikalı öğretmenlerimizin yanı sıra bir Alman öğretmenimizle bir Pakistanlı öğretmenimiz  de  bu  bölümde yer almakta.) 

 I.  D e m i r b a ş l a r   

(misyoner türde öğretmenlerimiz)

       Okulumuz  ismen  misyoner  okulu  olsa  da   misyoner   (öğrencileri Hristiyan yapma  amacını  güden)   niteliğini  çoktan   geride  bırakmıştı.   Öyle   ki   Hristiyan  bayramlarının  adlarını  bilmezdik   bile…   Gene de, belki misyoner geleneğinden dolayı,  öğretmenlerimizin   birçoğu ‘kendilerini adamış’ kişilerdi.                                                                            

      Aşağıda misyoner türde öğretmenlerimiz yer almakta.                                   

M r . M e y e r  (mayır)

      Alman olan Mr. Meyer hocalarım arasında en halim selim ve haksever olanıydı. Notu en bol olanı da. Sınavlarda, sorulara verdiğimiz yanıtlarda en ufak kırıntıyı değerlendirir ve cömertçe nota çevirirdi.        

      Açık kalpliydi. Bir defasında, “Alnınızda bir saç teli var” demiştim de Meyer masum masum “Wipe it off”  (Elinle süpür)  demişti. 

      Sigara içenleri yakalamaya futbol sahasına gelirdi. Bundan  dolayı  a- dama Gestapo deyip gülerlerdi, ama istifini bozmazdı…    

      Efendi insanlar hakkında fazla bir şey akla gelmiyor, ben de bu saygın hocam hakkında bunları yazabildim.    

M r s . M e y e r  (misıs mayır)

      Mrs. Meyer’ın farklı bir İngilizce aksanı vardı. “Alman mısınız?” de-diğimde o harikülade tonlamasıyla “All my Germanness is through my husband” dediğini hatırlarım… Dediğine göre, Amerikalı olan bu öğretmenimiz aksanını English High School for Girls’de edinmiş ve İngilizce öğretmenliğine daha elverişli bulduğu için muhafaza etmişti. Bu tam İngiliz aksanı olmasa da nefis bir Mrs. Meyer aksanıydı. 

      Mrs. Meyer’ın sık sık söylediği ve hayatta bizlere ışık tutan bir sözü vardı: “Brighten the corner of the earth where you are!” (Dünyanın hangi köşesindeyseniz, o köşeyi aydınlatın.)

      Onu çok kez, çocuklarıyla (aklımda kalanlardan Marcus ve Hele-na’yla) oynarken görürdüm. Onlara yaşama sevinci verdiğini görmek güzeldi…                                                            

      Ve çok saygın bir insandı. Disiplin kuruluna belki de ‘kadın duyarlığını temsilen’ girerdi.                                  

      Bu günlerde hasta olduğunu duydum. Ona şifalar diliyorum.  

M r . W i l k i n s  (wilkınz)

      Öğretmenliği ve zekâsı orta halli de olsa Wilkins tanıdığım  en  uygar  insanlardan biriydi. 

      Kendisine çok yakışan o tatlı South Carolina aksanıyla (drawl) konuşurdu. 

      Sabah sabah kapısını çalacak olsak bizi içeri alır, birkaç dakikalığına ayrılıp traşlı ve giyinik halde döner, “Senin için ne yapabilirim?” derdi.

      Yerde bir kâğıt parçası görse sessiz sedasız alır, çöpe atardı.  

      Bir defasında bir konuk auditorium /oditoriyım/’da(öğrencilerin toplandığı salonda) bir konuşma yapıyordu. Ağzı kurumuş olacak ki su istedi. Bulunması gereken su kürsüde yoktu. Kısa bir şaşkınlık oldu; sonra Wilkins kalktı, auditorium’un kapısına yöneldi… Birkaç dakika sonra elinde su dolu bir sürahi ve bardakla döndü. 

Wilkins buydu.                                         

      Bir defasında Wilkins’a “Bizi unutur musunuz?” diye sormuştum. “Sen bizi unutur musun?” demişti. Güzel yanıttı.

      Babası bir iş kazasında yaşamını yitirince Wilkins ailesine yakın olmak için memleketine döndü.  

      Ona birden fazla  mektup  yazdığımı,  ancak cevap almadığımı  hatır- 

lıyorum. Gerçi şaşırmamıştım;  gözleri  geleceğe  çevrili  olan Yeni Dün-

ya’ lıların  mektuplarımı  yanıtsız   bırakmalarına   alışıktım.  Ayrıca,   bu uygarlık timsaline kızmak mümkün değildi.                                   

      Bilmem hangi yıldı, Wilkins’ın okulumuza  geleceğini  duymuş,  ancak ‘hayatta  yükselmiş’ arkadaşlarım arasında sönük kalacağım  düşün-cesiyle  onu görmeye  gelememiştim.  Oysa  onu  görebilmeyi  ne  kadar  isterdim… 

M r . S t o n e  (stoın)  

      Stone’dan gayet olumlu duygularla ayrılmış, hatta bir süre onunla mektuplaşmıştım, ama şimdi yazdıklarımın genellikle onun olumsuz yönleriyle ilgili olduğunu görüyorum. Ancak söyleyim ki ne yazdıysam vic-danımın onayıyla yazdım.                               

     Olumsuz bir başlangıç olacaksa da,  Stone okulumuzun maşalısıydı. 

     Hazırlık sınıfındaydım. Yemekteydik. Bir arkadaş başıyla Stone’u göstererek “Bu adam çok kötüymüş” demişti. 

      Kötü değildi, ama pederşahi bir aileden geldiği düşünülebilecek olan Stone ‘hoca-şahi’ öğretmenlik anlayışıyla, liberal bir havası olan okulumuzda bize uyan biri de değildi.  

      Dürüst bir insan olan Stone’un kendini ağırdan satan halleri bana Musevi yazınındaki şu sözü anımsatmıştır: “Tanrım, erdemli insanları sevimli, sevimli insanları da erdemli kıl.” 

      Üç üniversite bitirdiğini söylemişti. Bu üniversitelerde Tarih, Felsefe, İlahiyat ve Eğitimbilim, son olarak da ‘Dil-tarih’ fakültesinde bir sene Türk Edebiyatı okumuştu.                                                              

      İlahiyat  okumuş olan Stone,  Protestan öğretmenlerin cemaat reisliği- 

ni de yapmaktaydı. Belki de doğasında  var  olan  ‘pompous’lığın (kendisini ağırdan satmaların) cemaat reisliğiyle artmış olduğunu düşünmüşüm- dür. 

      Bir de ilginçtir, revirde iğne yapardı. İğne yapma eğitimini  de öğrenciler üzerinde daha iyi hakimiyet  kurmak  için  mi almıştı?..

Stone, müdürümüz, ekonomi hocamız  ve ‘dean’  /diyn/ imiz  (öğrenci da-

nışmanımız) olmuştu.   

      Müdürlüğü 

      Odasına girdiğimizde o “Otur” demeden oturacak olsak mukaddesatına dokunulmuş birinin irkilmesiyle “You don’t sit down before you are asked to!” (Sana oturman söylenmeden oturamazsın!) derdi.  

      İşlediği bir ‘suç’tan dolayı Stone’u görmeye giden Zihni arkadaşımız  şöyle demişti: “Maynard olsaydı bağırırdım, ağlardım; ama Stone’la…”                                                                                

      Stone kendisinden beklenen anlayışla ilgili olarak “Ben müdürüm,  psikolog değilim” demişti. Bu sözünü ne kadar yadırgamıştık… Müdürün aynı zamanda psikolog olması gerekmez miydi?

     Müdür olmanın çok kez psikolog olmaya izin vermediğini sonraki yıllarda anlayacaktım… Gene de müdürün bir ölçüde psikolog niteliklerinitaşıması beklenirdi ki Stone’da olan bu kadarının da altındaydı.   

      Bizi uzun süre ayakta tutardı

      Sınıfımıza girdiğinde ayağa kalktığımızda sağa sola bakar, bizi uzun süre ayakta tutardı. Neyin hesabını görüyordu, bilmem. Belki de otoritesi zayıf olduğu yıllarda öğrencilerden aldığı darbelerin… Oysa daha önce müdürümüz olan Maynard biz tam ayağa bile kalkmadan “Oturun çocuklar” derdi. Bu içimizi ısıtırdı.

      Stone ve Maynard   

      Maynard’dan bu kadar farklı olan Stone Maynard’ı yere göğe sığdıramazdı. Onun değişik dallarda geniş bilgisinden söz ettikten sonra şöyle derdi: “Bunlardan da önemlisi, o mükemmel bir insandır.” 

      Gerçekten de öyleydi.                                                                                                                                              

      Bir defasında, ben Stone’a “Mr. Maynard was my greatest teacher” (Mr.Maynard en büyük hocamdı)demiştim de O “Dick Maynard was also my greatest teacher”  (Dick Maynard benim de en büyük hocam olmuştur) demiş, öğleden sonra çaylarının kendisi için büyük bir seminer 

olduğunu söylemişti.                          

Stone danışmanımızken…

      Ben lise 1’deyken Stone lise sınıflarının ‘dean’ /diyn/ ’i (danışmanı) idi. Derslerim zayıf olduğu için beni çağırmıştı. Konuşmuştuk… 

      Kendine yetmek (self-sufficiency)

      İnsanın kendi kendine yetmesinin (‘self-sufficiency) önemini ilk kez ondan duymuştum. Bunun bir gereğinin de derslerden yeterli notlar almak olduğunu söylemişti. “Zayıf almışsın, annen gelmiş, öğretmenlerden ‘rica etmiş’, tabii ki hoş olmaz” demişti.   

      (Ben haklı olarak “Annem böyle bir ricada bulunmaz” deyince de o ‘cankurtaran’ sözcüğe sığınarak “Mesela” demişti.)  

     “Sen insanlığa nadir şeyler vereceksin”                                                       

      Notlarım iyi olmasa da bende bir cevher görmüş olacak ki Stone şöyle demişti: “ Jozef will be successful, but you will give humanity rare things.” (Jozefbaşarılı olacak, fakat sen insanlığa nadir şeyler vere-

ceksin.)

      Bu sözü, bize ‘antipatik’ gelen hallerine karşın ona saygı duymamın 

nedenlerinden biridir.                            

      Kardeşimle ilgili kehaneti doğru çıkmıştı. Bana gelince, ‘insanlara nadir şeyler verme’ potansiyelim olduğu sanırım doğruydu da, matbaada basılmış olan kitabım (ve basılmamış ‘kitaplarım’) bir gün yayınlanır ve ülkemin dört bir köşesinde okunursa, insanlığa bir şeyler vermiş olduğumu düşünebileceğim.                                     

      “En yakın arkadaşın kim?”

      Bana rutin fakat gerekli bir soru sormuştu: “En yakın arkadaşın kim?”  Benim ne olduğum, biraz da en yakın arkadaşımın kim olduğun-

dan anlaşılacaktı.                                                                                                                                             

      “Levent” demiştim. Levent (adına ‘Levent’ diyorum) sınıfta itibarı en altlarda seyreden bir arkadaşımızdı. En yakın arkadaşım olması da benim sınıftaki itibarım hakkında bir fikir verebilirdi.

      Levent’le arkadaşlığım   

      Lise 1’deydik. Sene sonuna yakındı. Ben onun ders çalışmasını engelliyor,O“Sınıfta kalacam” dedikçe ben manik bir ruh hali içinde “Ben de kalacam, sen de kal” diyordum… İnsanlığımın dibe vurduğu bir ‘mani’ haliydi.                                                               

      (O anları hatırladığımda ‘Ben ahlaken böylesine dibe vurmuşsam, başkalarının da ahlaken alçalmasını hoşgörüyle karşılamam gerekir’ diye düşünmüşümdür.)                   

      Levent ise haklı bir öfkeyle benden silkinmiş ve kendini dersine vermeyi başarmıştı.                                                                                                                   

      Ertesi yıl, ben etüd salonunun lise 1 bölümünde otururken onu lise 2 bölümünde psikoloji kitabı üzerine eğilirken görecektim.                 

M r s .  M a y n a r d   (misıs meynırd)  

      Asıl işi kütüphaneyleydi. Onu çok kez kütüphanede insanüstü bir hızla daktilo yazarken görürdük. Dakikada yüz kelime yazdığı söylenirdi!  Gıpta ettiğimiz bir hızdı.

      Hazırlık sınıfının reading (okuma) dersine girerdi. 1957-58 ders yılında öğretmenim olmuştu. Bizden önce ve sonra sayısız sınıfın reading dersine girmişti.

      Eski abilerimizden Cevdet Naci Gülalp anlatmıştı: Onun sınıfı Mrs. Maynard’ın ilk sınıfıymış. Yıllar sonra karşılaştıklarında Mrs. Maynard  o sınıftan birçok öğrenciyi sormuş. Cevdet Abi “Bu kadar çok öğrenciyi nasıl hatırlıyorsunuz?” deyince Mrs. Maynard “Bir öğretmen ilk sınıfını unutmaz” demiş.         

      Çok konuştuğundan mı, sıkıcı konuştuğundan mı, Mrs. Maynard yemekhanede masamıza konuk olunca arkadaşların suratı asılırdı. Gene de sohbet olurdu… 

      Bir defasında Bülent arkadaşımız ona “Why do you not teach us slang?” (Neden bize argo öğretmiyorsunuz?) diye sormuştu.

      Mrs. Maynard “We don’t teach you slang, because you would not know where to use it”  (Size argo öğretmiyoruz, çünkü nerde kullanacağınızı bilemezsiniz) demiş ve sözünü şöyle sürdürmüştü: “Bakın, argoda ‘dig’ understand demektir, ama birisi bana ‘Do you dig me?’ dese ben ona cevap vermem.”   

      Çok sinirli bir öğretmendi.

      Bir defasında bize ‘naughty’ sözcüğünü öğretiyordu. “A naughty boy is a bad boy” demişti. Bizse kelimenin geçtiği bağlamdan ‘naughty’nin afacan anlamına geldiğini düşünerek, tabii iddiasız, “Not bad, but…” (kötü değil de…) deyince Mrs. Maynard  “A naughty boy is a bad boy!” diye bağırmıştı! Sınırlı hayat tecrübemizde bir ortodoksi ile karşılaşıyorduk.                                                                      

      Diğer öğretmenler sınıftan attıkları öğrencileri müdürümüz May- nard’a gönderirken Mrs. Maynard sınıfın dışında bekletmekle yetinirdi. 

      Bu yolu kendisi mi yoksa müdürümüz Maynard mı düşünmüştü bilemiyorum ama Mrs. Maynard’ın siniri göz önünde tutulduğunda güzel ve soylu bir düşünceydi.    

      Bir defasında ben kütüphanede Mrs. Maynard’la bir tür sinir harbine tutuşmuş, işin içinden çıkamayınca da “Ben zaten ne yaptığımı bilmiyorum” demiştim. Bunun üzerine Mrs. Maynard “We are here to help you” (Bizim burda işimiz size yardımcı olmak) deyince, ben “I don’t want your help” (Yardımınızı istemiyorum) cevabını vermiştim. Olgun bir söze çiğ bir cevaptı.                                                                                                                           

      Bazen Mrs. Maynard’ın ‘sıraya’ yetişmek için yemekhaneye doğru koştuğu görülürdü. Bu, hiç kimseyi, hiçbir mevki sahibini istisna kabul etmeyen Amerikan kültüründe görülebilecek bir davranıştı.                   

      Müdürümüz olan eşi Mr. Maynard nöbetçiyse, ona eliyle koşmama-

sını işaret ederdi.  O nihayet bir öğretmendi ve Türk  öğrenciler  arasın-

daydı.    

      Müdürümüzle olan evliliğine gelince, karı-koca arasında bir ‘denklik’ olduğu söylenemezdi. Maynard gibi bir devin yanında Mrs. Maynard işine sadakatle bağlı bir insandı ancak. Öyleyse nasıl evlenmişlerdi?  

      Psikoloji dersimize gelen Maynard bir derste evliliğe bilinçaltı öğelerin de bulunduğu çok faktörlü bir duygu ve düşünce yumağının yol açtığını ve olayın salt mantıkla açıklanamayacağını söylemiş, 

ellerini iki yana açıp “Why do you marry one girl and not another?” (Nasıl oluyor da bir kızla evleniyorsun da bir diğeriyle değil?”) diye-

rek olayın ‘anlaşılmazlığını’ dile getirmişti.                                

M r . M a y n a r d  (meynırd)  

      O sadece okulumuzda değil, hayatımdada ‘büyük’ bildiğim tek insandı. 

      İnsanlığı ve bilgeliğiyle dipdiriyken yitirdiğimiz Maynard’ın göçüşüyle ilgili olarak Namık Kemal’in şu dizesi geliyor aklıma:

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

***

      Daha ilk gün bizi evine konuk etmişti              

      Okulda ilk günümüznün akşamı Maynard’ın bizi evine beklediği haberini almış, evine gitmiştik. 

       O akşam bizimle çeşitli oyunlar oynamıştı. Evinden, girdiğimiz okulun korkulacak bir yer olmadığı izlenimiyle ayrılmıştık.   

      Basite ulaşırdı  

      Maynard’ın, sonradan geniş kültüründen geldiğini anladığım karmaşık konuları basite indirgeme yeteneği vardı. 

      Bir defasında “You must make what you read part of you”  (Okuduklarınızı kendinizin bir parçası haline getirmelisiniz) demiş, sonra da bunu okuduğumuzu kafamızda olduğunca çok şeye bağlayarak yapabileceğimizi söylemişti. Paha biçilmez bir öğretiydi.

      Psikoloji öğretmenim olduğunda…         

      Maynard’ın büyüklüğünü asıl, psikoloji öğretmenim olduğunda anla-yacaktım.                                                                                              

      O yıl okulumuza iki genç öğretmen gelmişti: Picket ve Qurechi. Gençtiler, pırıl pırıldılar. Psikoloji dersine Maynard’ın geleceğini duyduğumda “Tüh, ‘old hat’ (eski şapka), keşke dersimize bu genç öğretmenlerden biri gelseydi” diye düşünmüştüm… Fakat hem bu genç öğretmen-   ler hem de Maynard öğretmenim olduğunda bunun toy bir istek olduğunu anlayacaktım. Bu genç öğretmenlerin öğretmenliği pek ortaydı; Maynard ise eşsiz bir insan olduğu gibi eşsiz bir öğretmendi.     

      (Bana gelince, sınıfın parlak öğrencisiydim.)  

      “Her öğrenciyi düzeltebilirdim ama…”

      Maynard bize şöyle demişti: 

      “Aslında her öğrenciyi düzeltebilir, iyi bir öğrenci yapabilirdim. Bir şeyim olsa. O şey nedir? ”

      Bizlere bakmış, ancak kimse bir şey demeyince yanıtı kendisi vermişti: 

      “Zamanım olsa.”                                          

      Empatisi   

      Bazen onunla konuşurken kendimce bir espri yapıp güldüğümde Maynard da candan gülerdi. Bu, esprimi komik bulduğundan değil, empatisiyle o anda ‘ben’ olup, esprimin komikliğini içinde duymasındandı.    

      Sertlik gerektiğinde…                                                                                

      Ancak empati sahibi olması, gerektiğinde sert olmasına mani değildi.          

      Ben orta 1 ya da orta 2’de olmalıyım… Onun bir sözüne karşılık, “But sir…” (Ama efendim…) diyecek olmuştum ki, O sert bir bakış ve sesle şöyle demişti: “Do you want to argue with me!” (Benimle tartışmak mı istiyorsun!) 

      “No, sir” (Hayır efendim)demiş, susmuştum.  

      Çocuksu sorunlarımızla ilgilenirdi

      Bir defasında arkadaşımAli Doğan’a 35 kuruş vermem gerekiyordu. 1 lira vermiş, fakat 65 kuruşu geri alamamıştım. Bu beni çok üzmüş ve Maynard’a gitmiştim. Maynard ise Ali Doğan’ı çağırmış, ona kızarak 65 kuruşu bana vermesini söylemişti. Ali Doğan ise bütün parasının Serhan’da olduğunu söyleyince “O zaman Serhan’dan al, borcunu Leon’a ver” demişti.

      Koca Maynard böyle şeylerle uğraşıyordu. 

      Güven üzerine söylediği    

      Bir defasında Maynard derste sormuştu: “Başkalarına güvenebilir miyiz?”  

      Arkadaşımız Hikmet Uzun “Hayır” demişti.“ Güvenirsek bizi alda-tabilirler…” 

      Maynard ise güven duygusuyla ilgili olarak kendi hayatından şu ör-neği vermişti: 

      “Bazen bir çocuk gelir, benden on lira borç ister. Bana ödedi mi, ödemedi mi, hesabını tutmam, ama aldatıldığımı sanmıyorum.”          

      Bu örnekten bayağı etkilenmiştim… Fakat sonradan düşünmüşümdür ki bu örnekte aldatılmayan dağ gibi ve saygın bir müdürdü; biz borç verdiğimizde paramız geri gelmeyebilirdi.                                                                                                                                                                             

      Dolayısıyla  benim  gözümde,  Maynard’ın  verdiği  örnek  ‘insanlara güvenilebileceğini’ değil, bazı durumlarda güvenilmesi gerektiğini gösteriyordu.   

      Gene de, güvensizliği düstur edinmiş olanlara Maynard’ın bu sözü bir katkıydı.  

      Dersten atıldığımızda…

      Dersten atıldığımızda müdürümüz Maynard’a gitmemiz gerekirdi. 

      Ben dersten atılıp Maynard’a gittiğimde, kendisine ders vaktinde süklüm püklüm gelmemin nedenini Maynard pekala bilse de beni sıcak bir ses ve tebessümle karşılardı: “Yes, Leon?”   

      “Sir, I was sent out of class”  (Dersten atıldım efendim)  dediğimde ise suratı asılırdı. 

      Herhalde işlediğim suçla ilgili tavrını, önceki ve sonrakiyüz ifadesi arasındaki farkla belirtmek istiyordu. Bu naif bir yoldu, fakat düşünüyorum da tüm donanımına karşın Maynard her açık kalpli insan gibi temelde naifti.                                                                           

      Dersten atılarak ona geldiğimizde önce deftere tembihi yazar, sonra “Ne yaptın?” diye sorardı. O günlerde bunu yadırgamış olsam da şimdi normal karşılıyorum. Onun, dersten atılmamızın haklı olup olmadığını anlamak için konuyu uzun boylu ölçüp tartacak vakti yoktu… Öğretmenin öğrenciyi sınıftan haksız yere atmadığına inanmak durumundaydı ve sınıftan atılan öğrenciye küçük bir ceza olan ‘tembih’in verilmesi standart bir uygulamaydı.    

      Gene de savunmamızı dinler ve konuyu kendisiyle kısaca tartışmamıza izin verirdi.

      Maynard’ın son sözü ise şu olurdu: “Apologize to the teacher.”  (Öğretmenden özür dile.)  Öğrenci, kendince haklı ya da haksız, öğrenciliğini bilecekti.          

      Hocalığı Wilkins’ın üç misli… 

      Wilkins psikoloji öğretmeniydi; fakat sanırım Amerika’ya döndüğünden lise 2’de psikoloji dersimize Maynard girmiş, bu sayede ben hem o büyük adamı daha yakından tanımış hem de iyi psikoloji öğrenmiştim. 

      Bir önceki yıl Wilkins’ın öğrencisi olmuş, ancak sınıfta kalarak bizimle birlikte Maynard’ın öğrencisi olan Erdal (Cerrahoğlu) Maynard’ın psikoloji öğretmenliği için “Wilkins’ın üç misli” demişti de, Haydar Göfer ‘Olabilir mi?’ diye bize bakmıştı. 

      Wilkins psikoloji hocam olmamıştı, ama ben Erdal’ın sözüne inanmakta güçlük çekmemiş, hatta “Fazlası vardır, eksiği yoktur” diye düşünmüştüm. 

      Bir haksızlık üzerine Maynard’a gidiyorum  

      İleride değineceğim gibi, Qureshi’nin beni haksız yere ikmale bırakması üzerine Maynard’a gitmiştim. Durumu araştırabilir miydi?..  

      Ancak Maynard  prensip adamıydı. Şöyle demişti:                  

      “Karneler verilmeden önce söyleseydin  belki  bir  şey  yapabilirdim, ama şimdi yapabileceğim bir şey yok.”                                                    

      Ben ‘hak’tan söz ettiğimde ise, Maynard  “Bunlar soyutlamalar (abs-tractions / ebstrekşınz). Soyutlamanın ne olduğunu görmüştük” demişti.              

      Buna bir yanıt sonradan aklıma geldi: “Ancak  insanların  ortak  dü-şüncesi olan bir soyutlama ‘hak’ olabilir.”

      Başarının önemini belirtmişti                                                                        

      Psikoloji dersindeki parlak başarımı bir yana bırakacak olursam o yıl derslerde başarısız olmuştum. Bununla ilgili olarak Maynard basit gözükebilecek önemli bir gerçeği dile getiren şu sözü söylemişti: “Well, success is important.” (Ne de olsa başarı önemli.) 

      Bu sözü kulağıma küpe olacaktı.  

      Son sözü ise Maynard’a yakışır biçimde olumluydu: “Well, you have done well in psychology.” (Neyse, psikolojide iyiydin.)      

      “Alright lazies…”  (Hadi bakalım tembeller…)    

      Yemekhane önünde kuyruğa girilir, her sınıfın sırası olurdu. 

      Kuyruğa yetişmeyen biz tembeller bir kenarda beklerdik. 

      Sıraya girmiş öğrenciler yemekhaneye girdikten sonra Maynard bize eliyle girmemizi işaret ederek  “Alright lazies…” derdi.  (Hadi bakalım tembeller…) Bize lazies (tembeller) demesi, zamanında  sıraya  girmemize  verdiği  ‘ceza’ydı… Fakat herhalde  bu  ceza  benim  üzerimde etkili 

değildi ki tembelliğimi sürdürürdüm.                                                                                 

      “Gidin ama dönün. Türksünüz yahu!”

      Birçok ülkeden olduğu gibi ülkemizden de beyin göçü olduğu ve giden gençlerin birçoğunun dönmediği bilinmekte. 

      Bu konuyla ilgili olarak öğrencilere yaptığı bir konuşmada Maynard  “Gidin, ama dönün” demiş ve sözünü şu Türkçe cümleyle bitirmişti: “Türksünüz yahu!”  

      O Türk milliyetçisi değilse de, kişinin normal şartlarda en çok doğup büyüdüğü yerde mutlu ve yararlı olacağını biliyordu. 

      İnsanın sadece bir vefa borcu olarak değil kendisi için özüne dönmesi gerektiği düşüncesi bugün pek revaçta değilse de…    

      Bu konuyla ilgili olarak, Kolej’den sınıf arkadaşım Memiş’le bir anımı vereyim:   

      Mezuniyetten çok yıl sonra bir büfede rastladığım Memiş’le konuşu-yorduk… Amerika’da bir hastanede uzun yıllar doktorluk yaptıktan sonra Türkiye’ye  döndüğünü  söyledi.  Amerika’daki  işine  gelince,  kazancı iyiymiş, ama…   

      Cebinden, okumam için bir mektup çıkardı. İki satırlık bir mektuptu.  Hastanenin verdiği dolgun maaş belirtiliyordu. 

      Memiş “Ama döndüm işte” dedi.“Burada en  azından  bir  küfrede-rim.”     

      Bu yazıyı, Amerika’da geçirdiği iki yıl boyunca vatan hasreti çekmiş olan yengemin bir sözüyle bitireyim: “Taşlar bile ‘Sen ne arıyorsun burada?’ diyordu!”

      Maynard okulumuzda nasıl kaldığını anlatıyor 

      Veda konuşmasında Maynard bize okulumuzda nasıl kaldığını anlat-

mıştı:

      Kendisini çok üzen bir sınıf varmış. Sene sonuna geldiğinde bu sınıfa artık katlanamayacağını düşünerek okulumuzdan ayrılmaya karar vermiş. Fakat öğrenciler Maynard’ın gideceğini duyunca ona gelmişler, rica üstüne rica ederek kalmasını sağlamışlar. Kalış o kalış; Maynard okulumuzda otuz sene kalmış.  

      Maynard’ı öpüyoruz!                                                                                

      Veda gecesinin sonunda Maynard’ı üzmüş olan sınıftan bir öğrenci vedalaşmak üzere hocasını iki yanağından öptü!  

      Maynard öpülebilir miydi?!    

      Aklıma Mrs. Meyer’la aramda geçen bir konuşma gelmişti.                

      “Tuhaf değil mi” demiştim Mrs. Meyer’a, “Amerikalılar yıllar yılı Türkiye’de kalıyor da kendi kültürlerini koruyorlar; örneğin erkekler öpüşmüyor.” 

      “Evet,” demişti Mrs. Meyer, “Bir erkek öğretmenin Mr. Maynard’ı öptüğünü düşünebiliyor musun?”  

      Ancak ‘düşünülemeyen’ fazlasıyla olacak, bu öğrencisi Maynard’ı öptükten sonra bir diğeri, sonra bir diğeri daha onu öpecek ve Türk geleneklerine saygılıkoca Maynard iki yanağını kendisine veda etmeye gelen yüz elli öğrencisine öptürecekti.    

      Ne mutlu, aralarında ben de vardım. O öpüşün lezzetini hâlâ içimde 

duyarım.          

      Maynard’ı evinde ziyaret 

      Okulu bitirdikten sonra Maynard’ı evinde ziyaret etme onuruna ermiştim. 

      Yemek hazırlığı yaptıklarını görünce “Ben kalkayım” dedim, ama Maynard “Yok, yok, yemeği bizimle yiyeceksin” diyerek beni yemeğe alıkoydu. 

      O ne şerefti, ne mazhariyetti… 

      ‘Dağılıvermem’ üzerine  

       Maynard Lise 2’deki parlak psikoloji öğrencisinin lise 3’te derslerde pek başarılı olmadığını öğrenmiş olacak ki kendisini ziyaretimde bana “You did not do very well last year, Leon?” (Geçen sene pek başarılı değilmişsin Leon?) dedi. 

      Ben, Türkçeye çevrilmesi zor bir  deyişle “I suppose  I  fell  apart”  

(Sanırım dağılıverdim) dedim.

       Maynard kaşlarını çattı. “Well, you must pull yourself together again.” (O zaman kendini yeniden toparlamalısın.)      

      Maynard’ın bu tepkisi üzerine şunu söyleyebilirim: O günlerde öğrencinin sorunlarına psikolojisi değerlendirilerek yaklaşma alışkanlığı pek yoktu. Okullarda bir psikolog olmadığı gibi. Okulumuzda bir ‘dean’ /diyn/ (öğrenci sorunlarıyla ilgilenen öğretmen)  olması diğer okullara göre bir üstünlük sayılırdı.  

      Beni kemiren ve derslerde başarısız olmama yol açan anksiyete’ye (‘sebepsiz’, nevrotik kaygıya) gelince, insanı ‘kilitleyerek’ rasyonel davranışı engelleyen bu illetin varlığından profesyoneller dışında kimse pek haberdar değildi.                               

      Sanırım “dağılıverdim” demem üzerine Maynard’ın kaşlarını çatarak“O zaman kendini yeniden toparlamalısın”demekle yetinmesinde, öğrenci sorunlarını pek de psikolojisi açısından değerlendirmeyen eğitim anlayışının belli bir payı vardı. 

      O gece işlediğim suç

      Ancak Maynard’larda geçirdiğim o gece büyük bir suç da işlemiştim.

      Yengemin babası M. Farhi’nin de beklendiği bir yemeğe davetliydim. Gelemeyeceğimi söylemek için büyükanneme telefon ettiğimde komşusu çıktı. Komşudan, davete gelemeyeceğimi büyükanneme söylemesini istedim. Ayrıca, büyükannem gelemeyeceğimi davetin sahibine söyleyebilir miydi? 

      Yani ev bağda, bağ bir başka bağda, o da dağdaydı. Tabii mesajım yerine ulaşmadı.

      O akşam M. Farhi hasta haliyle beni görmeye gelmiş, ben yokmuşum; suçum büyüktü.  Karşılaştığımızda, damadı Rubi Abi  açtı  ağzını,

yumdu gözünü. Haklıydı…

      Ama düşünüyorum da, hayatımı yeniden yaşayacak olsam bu suçu işlememek uğruna o akşamı Maynard’larda geçirmekten vazgeçebilir miydim? Bilemiyorum…                                                               

      Bank üzerinde Maynard’la sohbet    

      Evlenmeyi düşündüğüm ancak sorunlu bir ilişki içinde olduğum bir kız vardı. Onunla aynı üniversitede mi okumalıydım, yoksa bir başka ünversitede mi, bunu Maynard’a sormak istiyordum. Kendisine danışmak istediğim bir konu olduğunu söyledim. Psikoloji dersinde parlak öğrencisiydim. Görüşmeyi kabul etti. 

      İdarenin olduğu binadan aşağı inip bir banka doğru yürüdük. Banka oturacaktık ama… Biz öğrencilerin alışkanlığı bankın arkasının üzerine oturup oturulacak yerine ayaklarımızı koymak olduğundan oturma yeri toz toprak içindeydi. Ben mendilimi, oturması için bankın üzerine seriyordum ki Maynard mendilimi bir tarafa bırakarak biz öğrenciler gibi bankın arkasına oturdu ayaklarını oturulacak yere koydu… Biz bunu yapardık, ama müdürümüz yapar mıydı?  Şeklin esiri olmayan Maynard durumun gereğini yapmıştı.

      Ben de Maynard’ın yanına oturdum. 

      Ona sordum: Sorunlu bir ilişki içinde olduğum kız Hacettepe’de okuduğu için ben de Hacettepe’de okumak istiyordum. Öyle mi yapmalıydım, yoksa başka bir üniversitede mi okumalıydım? Maynard kızla aynı üniversitede okumamın iyi olmayacağını söyledi. “Böyle yaparsan üzüleceksin, kendini iyi hissetmeyeceksin, bu hiç iyi olmaz” dedi ve ekledi: “Bak, benim tavsiyede bulunduğum çok nadirdir, fakat sana tavsiyem bu kızla aynı üniversitede okumaman.”

      Ben “Haklısınız ama…” diye söze başlamıştım ki Maynard şöyle dedi: 

     “Eğer haklıysam dediğimi yapmalısın.”

      Maynard’ın bu sözüyle konuşmamız son buldu.

      Üzücü bir gelişme  

      Ancak sonradan üzücü bir gelişme oldu. 

       Nerede okuyacağıma karar vermeme günler kalmıştı. Son olarak yeniden Maynard’ın düşüncesini almak istedim. Onu aradım. 

      “Leon speaking” dedim. (Leon arıyor.) 

      “Leon Amado?” dedi o ciddi sesiyle. 

       “Evet” dedim ve aramamın nedenini söyledim: “Son konuşmamızda ilgilendiğim kızla aynı üniversitede okumamın sakıncalı olacağını söylemiştiniz. Şu anda karar vermem gerekiyor. Son olarak düşüncenizi almak istedim.”

      Neden bilmiyorum, Maynard kızdı. Sesi ‘Şimdi bu bana yeniden telefonda sorulur mu?’ der gibiydi. Yine de konuşmayı olumlu bir sözle bitirmesini bildi. İçinde bulunduğumu sezdiği ruh haliyle ilgili olarak şöyle dedi: “O.K. Tomorrow is another day.”  (Neyse, yarın bir başka gündür…)

      Bu telefon görüşmesinden sonra Maynard’ın bana  karşı  soğuduğunu   hissettim. Ona ikinci defa sormam yanlış mıydı?  Değilse Maynard’ın tu-  tumu mu hatalıydı? 

      Maynard’a olan saygım o kadar büyüktü ki onun tutumunun hatalı olabileceğini düşünemezdim bile, ama bu telefon görüşmesi bana Maynard (ve belki Amerikalılar, hatta belki de hayat) hakkında öğrenmem gereken şeyler olduğunu düşündürmüştür.                                  

      Devletçilikle ilgili sözü

      Maynard’ı evinde ziyaret ettiğim gece -bilmem hangi bağlantıyla- Türkiye’de ekonomiyedevletin el atmasının iyi sonuç vermediğini söylediğimde Maynard piposundan çektiği nefesler arasında “Her yerde öyle” demişti. Sene 1965’ti.  Komünizmin çökmesine daha çok vardı.           

Şekilcilikten uzak bir insan

      Giyimi, saç traşı…  

      Maynard’ın kişiliğinin etkisinde olan ben onun giyiminde bir özensizlik, ‘sallapatilik’ görmezdim, ama görüp de bana bundan söz edenler

olmuştur…                                                                                       

      Saçları biraz uzadığında ise, herhalde daha bir süre berbere gitmemek için Maynard sıfır numara traş olurdu. Kişiliğini hiç de yansıtmayan bu 

traş beni üzerdi. 

      Ancak onun giyimine ve saçına özen gösterecek zamanı yoktu.                                                                                                        

    ‘Dr. Maynard’ dediklerinde…      

      Mezunlar toplantısında birisi doktoralı müdürümüzden ‘Dr. Maynard’ diye söz edince Maynard şu fıkrayı anlatmıştı: 

Gittiği devlet  dairesinde  adamın karın  ağrısı  tutmuş.  Çaresizlik  içinde  sağa sola bakınırken bir odanın kapısında  Dr.  yazısını  görünce  bir eliyle karnını tutarak içeri girmek üzereymiş ki arkadan  birisi ona seslenmiş: ‘O doktor sana yaramaz.’

      O, şekilcilikten bu denli uzaktı.

      Maynard’a saygı

      Maynard’ın öğrencilerine veda ettiği gecede bir Amerikalı kadın Maynard için bana şöyle demişti: “I see that he is talked about with great affection.” (Görüyorum ki ondan büyük sevgiyle söz ediliyor.)        

     “With reverence, ma’am” demiştim.  (Derin saygıyla, bayan.)    

      Beğenilmeyen bir yönü 

      Ancak o denli sevip saydığım ve hayatımdaki tek büyük insan olan Maynard’ın öğretmenler tarafından beğenilmeyen bir yanı vardı: İ-dareciliği

       Biz öğrenciler tarafından çok sayılan ve hoşgörülü bulunan May-

nard’ın idareciliğinin öğretmenler tarafından neden beğenilmediğini öğrenemedim.

      Sonradan insanların bir gurup insanla iyi ilişkiler kurabilirken (rapport) çok kez bir başka gurupla kuramadığını öğrenecektim.

      (Mr. Maynard’dan, ayrıca Mrs. Maynard, Mr. Stone, Mr. Bloomer, İbrahim Bey ve Sevim Akış yazılarında söz ettim.) 

 II.  ‘ E n t e l e k t ü e l l e r ’

   Aşağıda, Amerika ya da İngiltere’nin ünlü bir üniversitesinden mezun ya da kültürüyle öne çıkmış öğretmenlerimiz yer almakta.                

M r . P i c k e t  (pikıt)

      Lise 2’de İngiliz Edebiyatı öğretmenimizdi.

      Aşağıda,  öğretmenliği  büyük  ölçüde  ‘tiyatro numaralarına’  dayalı  bir öğretmenden spotlar veriyorum.                      

       Okuduğu Harvard üniversitesinde edindiği geniş tiyatro deneyimiyle öğretmenlerimiz arasında en iyi İngilizceye sahip olduğu söylenirdi.   

      Bilgi eksikliğini kapattığı tiyatro numaraları vardı. Sesine istediği tonu vermesi ve gözlerini fıldır fıldır döndürmesi gibi… Ancak tiyatro numaraları kişiyi iyi öğretmen yapmıyordu… 

      Kendine güvenli bir ses 

      Gerçi tiyatro numaraları hiç işe  yaramıyor  değildi.  Bir  defasında,  ders  anlatırken  yukarı – aşağı  yürüyordu,   İngilizce  pacing dedikleri. Yürürken ayakkabıları  çok  ses  çıkarıyordu. Biz öğrenciler  ayaklarımızla  tempo tutarak bunu protesto  edince  O,  tiyatro   deneyiminden gelen  tok  bir  sesle “I’m not  interested  in  your  mocking  my pace” demişti. (Adımlarıma öykünmeniz beni enterese etmiyor.) Burada  “I’m not interested in”  ne demekse… Tempo tutmamız bıçak gibi kesilmişti.         

       Dil konusunda duyarlığı

      Bir defasında, ben Picket’a “Do you know about Mr. Qureshi?” demiş, Qureshi’nin nerde olduğunu bilip bilmediğini öğrenmek istemiştim. 

      Neyi kastettiğim belliyse de İngilizce açısından ‘sallantıda’ olan bu soruma Picket İngilizce hatasını yüzüme vururcasına “I know a lot about Mr. Qureshi, but I’m not going to tell you” (Mr. Qureshi hakkında çok şey biliyorum, ama sana söylemeyeceğim)  demişti.  

      ‘Aman ne komik’ diye geçirmiştim içimden. Olgun bir öğretmene yakışmayacak bir gülmeceydi.  

      Ne diyebilirdim? “Hmm, that’s witty!” (Bak, işte bu güzel espri!)mi  deseydim?  Ancak bu sözün bir bedeli olurdu.  Kaldı ki öğretmenin alayına alayla karşılık verme alışkanlığımız yoktu… 

      Talas’tan gelen arkadaşlarımız İngilizce konuşurken yani sözcüğünü bolca kullanıyor, dil konusunda duyarlı olan Picket bundan rahatsız oluyordu. Birkaç kez uyarmasına karşın dilleri alışmış olan Talaslı arkadaşlar bu sözcüğü kullanmayı sürdürünce Picket ‘yani’ diyene hafta sonu cezası vereceğini söyledi. Ancak beklenebileceği gibi ‘yani’ler sürdü ve  -sonradan Ortadoğu üniversitesinde talebe başkanı olacak olan- Erhan arkadaşımız ‘yani’ deyince hafta sonu cezası aldı. Böyle bir ceza bir bakıma tuhaftı ama Erhan bir şey olmamış gibi öğretmenine saygısını sürdürdü. 

      Picket arkadaşımızın efendiliğinden etkilenmişti, ancak ceza da verilmişti.

      Kafa bulmanın ender bir türü   

      Picket, işlemekte olduğumuz Macbeth oyunuyla ilgili olarak bize bazı temalar vermiş ve bu temalar üzerine birer yazı yazmamızı istemişti.                                                                                           

      Bu temaların Şekspir eleştirmeni Bradley’in bir kitabında yer aldığını keşfeden arkadaşlarımız yazıları bu kitaptan kâğıda çekmiş ve derste okumuşlardı. Yazıları kendi sözcükleriyle verme çabaları bile olmamıştı. Tabii ki yaptıkları kopyaydı.                               

      Bense, kopya olmasın diye, bana düşen temayı içeren yazının yarısını almış, onu da kendi sözcüklerimle vermiş, 

ancak bunun sonucu olarak, arkadaşlarım 10 alırken ben 5 almıştım…           

      Tuhaflık o kadarla da kalmayacaktı.Kendimize güvensizlik gösteren nasıl bir sözümüz olduysa, Picket şöyle demişti: “Hearing you delivering your homework, I have come to have faith in you. Why don’t you have faith in yourselves?” (Derste okuduğunuz ödevlerden sonra bende size karşı güven oluştu. Neden siz kendinize güvenmiyorsunuz?) 

      Oysa arkadaşların derste okuduğu ödevlerin kelimesi kelimesine Bradley’in kitabından alınmış olduğunu Picket’ın bilmemesine imkân yoktu… Bu durumda sorumlu bir öğretmenin öğrencileri en azından uyarması beklenirken adam arkadaşların yaptığından övgüyle söz ediyordu… Bu ‘kafa bulmanın’ daniskasıydı! 

      Doğrusu anlayana bu kadarı fazlaydı ve ben duyarlığımla isyan ediyordum. Müdüre gidip durumu anlatmak vardı, ama arkadaşların kulağına giderse maazallah linç ederlerdi… Garabeti sineye çektim.                                                 

      Stone’un anlattıkları  

      Picket gittikten sonra, müdürümüz Stone’dan bu öğretmenimizin yeterince kompozisyon yazdırmadığını ve sınav yapmadığını (yaptıklarını da Stone’un zoruyla yaptığını) duyacaktım. Anlaşılan -misyoner türü öğ-

retmenlerin aksine- Picket kendini adamışlardan  olmadığı  gibi,  normal 

görevini de yapmıyordu.                        

      Stone ayrıca, üniversite notları hiç de parlak olmayan Picket’ın üstünlük  taslayan havalarını da anlayamadığını(I don’t  undestand  his 

superior airs) 

ve son olarak, Picket’ın çok sayıda öğrenciyi bırakmasına kendisinin mani olduğunu söylemişti.

      Anlaşılan bu parlak görünüşlü hocamızda ‘fodulluk’ da vardı… 

M r . Q u r e s h i  (kıreyşi)

      İngiltere’de eğitim almış (ve herhalde İngiliz vatandaşı olmuş) bir Pakistanlı olan Qureshi Lise 2’de cebir hocamız olmuştu.         

      London School of Economics’ten gelmeydi. Mağrurdu…

      Bizlere kapısı ‘açık’ değildi 

      İngiliz eğitimi almış olan Qureshi’nin kapısı Amerikalı öğretmenle-rimizin kapısı gibi biz öğrencilere ardına kadar açık değildi. Bir defasında bana kapıyı açtığında ben içeri girecek olmuştum da adam karşıma dikilmişti.   

      Kendini adamışlardan değildi   

      Ödev vermiyordu. Bir arkadaşımız ödev konusunu hatırlattığında “Ödev mi gerekli? İstediğiniz problemleri kendiniz çözebilirsiniz” demişti. Halbuki ödev,sınıfça aynı problemleri çözmemiz bu problemleri birlikte ele alabilmemizi sağlardı.                                                            

     Ancak ödev vermesi ödevleri okumasını da gerektirirdi ki Qureshi bu ‘fazladan işi’ yapacak biri değildi.                                                                                                              

      Beni bırakmanın yolunu bulmuştu

      Ben Qureshi’nin girdiği cebir dersinden geçtiğimi hesaplamışken karneler verildiğinde kaldığımı öğrenecektim.        

      Bana garezi olan Qureshi, sınav notlarını toplayıp sınav sayısına böl-mek yerine  her  üç  sınavın  ortalamasını  tam  sayıya  yuvarlayıp  üçle 

çarpmak suretiylekarne notumu zayıf düşürmüştü. 

      Bu şekilde karne notumun zayıf düşeceğinin sınamasını önceden yapmış olmalıydı.

      Ben bu hesaplamayla ‘not kaybı’ olabileceğini görerek “Hepsini toplayıp sınav sayısına bölelim” dediğimde, hinoğlu hin “It’s not a matter of let’s Leon, that’s the way we’re going to do it” (‘Yapalım, edelim’ olayı değil bu Leon, bu şekilde yapacağız) demişti.

      Bu tarzla daha sonra İngiltere’de karşılaşacaktım. İngiltere’de oturan ve İngiliz tarzını edinen, fakat onu dejenere eden bazı yabancıların tarzıydı bu.        

      Ben bu şekilde not kaybı olabileceğini görsem de cebirden kalabileceğimi görmemiştim. Görsem herhalde müdüre giderdim… Karneme cebir zayıf geldiğinde ise geç kalmıştım. Müdürümüz, karneler verildikten sonra yapabileceği bir şey olmadığını söylemişti.                                        

     (Yukarıdaki ‘Maynard’ yazısında bu konuya değinmiştim.)

Söyleyemediğim

      Küstahlığı karşısında                                                 

      Ters bir söz söylediğimi hatırlamıyorum da, her ne demişsem sözümü “What will happen then?” (O zaman ne olacak?) diyerek bitirmiştim ki adam sözüme ne anlam verdiyse “You’ll get slapped on the face, Leon, that’s all” (Yüzüne tokadı yiyeceksin Leon, hepsi bu)demişti. 

      Bu, okulumuzda başka bir öğretmenden duyamayacağım bir sözdü. Adamın aldığı İngiliz terbiyesi özünde bir takım şeylerle birleştiğinde ortaya bu küstahlık çıkıyordu.            

      Şaşkınlıktan, hak ettiği cevabı veremedim. Kendimi toparlasaydım “I would like to see you do it”  (Bunu yaptığını görmeyi isterdim) diyebi-

lirdim… 

      Bunu demenin pahası kim bilir ne olurdu, ama değerdi.  

      ‘Öğrencinin hakları’ üzerine   

      Qureshi sınıfta ne demişse, ben heyecanla “I disagree!” (Buna katılmıyorum!) demiş, o da “You are perfectly entitled to do so”  (Bu hak sana tamamen tanınıyor) karşılığını vermişti. Bu sözü ‘Katılmasan ne olacak?’ anlamına da geliyordu.                   

      Bu sözüne öğrencinin haklarının sınırlı olduğunu belirtenyanıt sonradan aklıma gelmişti: “I am imperfectly entitled to do so.”  (Bu hak bana ‘eksik miktarda’ tanınmakta.)  

M r . A r m a n t a g e  (armıntıc)

      Çok iyi eğitim görmüş biri

      Son sınıfta felsefe öğretmenimiz olan Armantage da Picket gibi Amerika’nın ünlü Harvard  üniversitesinden  mezundu.  Orada  felsefe,  mate-

matik ve diller okumuştu. Harvard’da günde on saat  ders  çalıştığnı  söy-

lemişti.

      Wilkins Armantage için, “He is a very well-educated man”  (O çok iyi eğitim görmüş bir insan)demişti. Diğer öğretmenler de bilgisinden saygıyla söz ederdi… 

      Armantage’ın öğretmenliği / öğretmenliğe ilişkin…   

      Ancak iyi öğretmen olmak başka şey; benim açımdan dağ fare doğurmuştu. Felsefeye yatkın olmama karşın dersinden pek yararlandığımı söyleyemem. İyi bir felsefe öğretmenim olmasını ne kadar isterdim…

      Armantage bir yana, öğretmenlikle ilgisi olmayan birinin karşıma (ya da öğrencilerimin karşısına) ‘hoca’ olarak çıkması beni hep üzmüş-

tür. Bilgili de olsa.   

      Şimdi nasıldır bilmiyorum, 1973’te fakültemizde öğrenci yazılı olan pedagojik formasyon sınavlarından geçerek öğretmen olmaya hak kazanmakta, ancak öğretme yeteneğine sahip değilse, öğretmen olduğunda öğrencilerini esnetmekte ya da daha kötüsü dünyalarını karartmaktaydı!  

      Müzik ya da resim bölümüne girmek isteyen öğrencinin bu alanlarda yeteneğini ölçen sözlü sınavdan geçirildiği malum. Neden öğretmen adayı uygulamada sınanmazdı?  

      Bu dert yalnız bizde de değil. Ben 1974’te İngiltere’deyken bu gelişmiş ülkede bizdekine benzer bir duruma tanık olmuştum: Üniversite öğrencisinin iyi öğreten birine değil, geniş bilgisi olan birine ihtiyacı olduğu düşüncesiyle olacak, biz öğrencilere öğretmenlik eğitimi almamış ve öğretmenlikleri pek orta öğretim üyeleri ders veriyor ve ben İngilizcem yeterli olmasına karşın anlatılanı anlamıyordum.     

      Armantage’a dair…  

      Hocamız bize Tarsus’ta bir zamanlar beş yüz bin kitaplık bir kütüphane olduğunu söylemiş, bizse ona “Buraya onun için mi geldiniz?”  diye sorduğumuzda gülümsemiş, ancak cevap vermemişti. 

      Köktenci bir Hıristiyan olduğunu sonradan öğrendiğim hocamızın eski adı St. Paul İnstitute olan okulumuza gelmesi belki de Hıristiyanlığın ana direği Aziz Pavlos (Pol) ’un hatırınaydı.    

      Güzel ancak soğuk görünüşlü bir karısı vardı ve belki defelsefî açıdan ‘her yerin bir’ olduğu düşüncesiyle, diğer Amerikalı hocalarımız gibi 

seyahat etmezlerdi.                                                                                                 

      BenDostoyevski’nin The Idiot (Budala)romanını okurken romandaki herbir olayla ilgili olarak sorabileceğimbir odak soru arıyordum.Armantage bana böyle bir soru önerebilir miydi?  

      O kısaca “Hayır” dedi.            

      Kendini adamış öğretmenlerin çoğunlukta olduğu okulumuzda bu alışık olmadığım bir yanıttı. Neyse ki adam hayal kırıklığım karşısında insafa gelerek “Mişkin masum mu? Bu soruyu odak  olarak  alabilirsin” 

demişti. 

      Bir felsefe öğretmenine yakışan mükemmel bir öneriydi, ancak değerlendirdiğimi söyleyemem. 

      Aşağıda, bu hocamız hakkında ancak öğrencisi olanlarımızı ilgilendi-recek iki küçük bilgi yer almakta.

      Liberal bir havası olan okulumuzda Armantage’ın yemekhane nöbetindeki kuralcı çıkışlarını, misyoner türde öğretmenlerimizin  rahat  tavırlarına alışık olan bizler yadırgar, bu hocamız için ‘ukala’ derdik. 

      Aşırı zihinsel faaliyetinden mi bilmiyorum, Armantage çok hasta olurdu. Hastalığının fiziki bir nedeni olmadığı söylenirdi. Hastalandığı zamanlarda bizden, belirlediği bir felsefi konu üzerine kompozisyon yazmamızı isterdi.  

      Hastalığının nedeni her ne idiyse fazla  enerjisini  atmak  için  sürekli  basket oynardı -ve müthiş sıçrardı.                                                                  

      Felsefe okumamak !  

      Okulumuzda yalnız edebiyat bölümü öğrencileri felsefe okurdu.       

Oysa felsefenin herkes için olduğunu, 

tüm öğrencilerin felsefe okuması gerektiğini, 

felsefe okumanın kavgaları azaltıp tartışmaları daha verimli kılacağını, 

dolayısıyla öğrencinin felsefe okumadan mezun olmasının bir eksiklik, bir ayıp olduğunu düşünmüşümdür.

M r . G r e e n b e r g  (griynbörg)

      Genç bir öğretmenimizdi. Bizden ancak üç dört yaş büyüktü. 

      donanımı                                                                                                              

      İbranice ve Fransızca, edebiyat ve felsefe biliyordu. Freud (froyd) üzerinde uzmanlaşmıştı. Müzikten de anlıyor, piyano çalıyordu. Ayrıca, biyoloji ve kimya derslerine girmekteydi! Öğrencileri çok iyi bir öğretmen olduğunu söylerlerdi. Dolayısıyla hem edebiyat hem de fen alanında at oynatan nadir insanlardan biriydi. Velhasılı gıpta ettiğim bir donanımı vardı. 

     İdeali ‘Avrupa kültürü’nü edinmekti! “On sene alır” diyordu… Bu genişlikte bir ideal bende büyük hayret ve takdir uyandırmıştı. 

Beni etkileyen davranış ve sözleri

      Yazarın tercihine saygısı   

      Katıldığım ‘İngilizceyi  ilerletme’ projesinin bir  parçası   olarak  yaz-

maya başladığım İngilizce öyküyü adamın önüne koymuştum. 

     Öykünün bir yerinde hangi sözcüğü kullanmam gerektiğini sorduğumda o bir sözcük önerdi. Ben de isteksizce ‘tamam’ demiş olmalıyım ki sözcüğü cümledeki yerine yazdı. Fakat bu haliyle cümleyi beğenmemiştim. “Yok, bu kelime iyi gitmedi” dedim. Bunun üzerine Greenberg kelimenin üstünü çiziverdi. Sözümün üzerinden iki saniye geçmemişti.

      Bu, onun (Amerikalıların) birçok alanda bireyin tercihine olan saygısını gösteriyordu.                                                                   

      Ana dilin önemine ilişkin sözü   

      Bir defasında ona bizim için İngilizcenin öneminden, az çok bildiğimiz Türkçenin ise önemsizliğinden söz ettiğimde Greenberg kulağıma küpe olacak şu sözü söylemişti: “There can be no excuse for not knowing your native tongue well.”  (KKişinin ana dilini iyi bilmemesinin mazereti olamaz.) Bu sözü kulağıma küpe olacaktı. 

h a t a l a r ı

Hata hanesinde, genç ve New York’lu olmasından ileri gelen ukalalıkları, 

‘cart curtları’ vardı.                                            

‘Cart curtları’  

      Neden romanı okumamışım…

      Edebiyat hocamız Manglets oluşturduğu gurupların herbirine okumaları için birer roman vermişti. Benim okumam gereken de o sıralarda Fransız kültür bakanı olan André Malraux’nun -İngilizce adıyla- Man’s Estate (İnsanlığın Durumu) adlı romanıydı. Bulunduğum gurubun bu romanı okuması ve Greenberg’ün yönetiminde tartışması gerekiyordu. İnceden inceye tasarlanmış bir projeydi.

      Bense çeviri roman (hele de çeviri Fransız romanı) okumakta hep zorlanmışımdır. Man’s Estate’i birkaç kez elime aldıysam da olmamış,    sonuçta okuyamayacağıma karar vermiştim…        

      Yatakhanedeydik. Greenberg romanı okuyup okumadığımı sordu. Okumadığımı söyledim. Neden okumamışım? Bir cart curt!..   

      Düşünüyorum da adamın ‘cart curt’una ideal yanıt şu olabilirdi: 

“I haven’t read it, because after repeated efforts I decided that I can’t read it. I have read the other novels that I was supposed to read, but not this one… We can’t do all that we are asked to do. If I must pay a price for this I am prepared to pay it.”                             (Kitabı okumadım, çünkü birkaç kez okumaya çalıştıktan sonra okuyamayacağıma karar verdim. Okumam gereken diğer romanları okumuştum, ama bunu okuyamadım… Bizden yapmamız istenen her şeyi yapamıyoruz. Bunun için ödemem gereken bir bedel varsa, ödemeye 

hazırım.)                                                                                                      

      Güvenceme gelince, bu romandan alacağım not sıfır da olsa Mang-lets’ın dersinden geçebilecek durumdaydım.                                     

      Fakat bir yandan adamın güçlü kişiliği, bir yandan benim toyluğum, bir şey diyememiştim.                                                                                                                                                            

      Ahmet Şahin’in odasına neden gidiyormuşuz…

      Bir öğle yemeğinde bizim masaya konuk olmuştu. Ben laf arasında her akşam birçok arkadaşın Ahmet Şahin Bey’in odasına gittiğini söyleyince “Adam rahatsız olmuyor mu?” diye sordu.

      “Olsa da düşünen kim?” dedim.

      “Bir şey yapılmalı” dedi.

      “Sanmam onları durdurabilesiniz” dedim. (I don’t think you can deter them.) 

      Farkında olmadan ‘provokatif’ bir söz söylemiştim ve sözüm Greenberg için bir challenge (güçlüğü yenmeye bir davet) olmuştu.        Kararlı bir biçimde masadan kalktı. Ben de arkasından… Dışarı çıktığımızda okulumuzun dehası Erkut’u gördük. Greenberg “O da odasına geliyor mu?” diye sorduğunda “Evet” dedim. “Zaman zaman” demedim belki de.                                                                                            

      Greenberg, Ahmet Şahin’in odasına çok seyrek gelen Erkut’a ‘Nasıl böyle yaparsınız?’  diye sert mi sert çıktı. Sertlik silahını gerekli gereksiz kullanıyordu. Sertliğin dozunu ayarlama kaygısı da yoktu onda. 

      Erkut fena bozuldu… O gece yatakhanede ‘Ahmet Şahin’in odasına kimse gitmeyecek’ diye gurup kararı alındı. Odanın demirbaşı olan ben de o gece ve onu izleyen gecelerde adamın odasına gitmedim. Sonradan gitmeye başladım…                                            

      Greenberg’in uykumuzu hiçe sayması   

      Gece biz uykuya geçerken Greenberg ses çıkaran ayakkabılarıyla yandaki duş kabinine yürürdü. Ayakkabılarının sesinden sonra duşun sesini dinlerdik.  

      Adamı şikâyet etmekse aklımıza gelmezdi. Greenberg’in güçlü bir kişiliği vardı ve onunla uğraşılmazdı; öyle düşünürdük… Oysa eğer iki üç arkadaş müdüre gidip durumu bildirseydik ne olurdu?  Herhalde müdür “Öğretmenle konuşurum” der, sonra da adamı uyarırdı. Bu kadarcık örgütlenmeyle adamı yenebilirdik… Ah, bu güçlü kişiliklerin saldığı korku… 

      Uygar bir insan sayılabilecek olan Greenberg öğrenciye bu rahatsızlığı verme hakkını kendinde nasıl buluyordu?  Birçok öğretmen gibi “Öğrenci değiller mi, katlansınlar. Biz zamanında katlanmadık mı?” diye mi düşünüyordu?        

III.   d i ğ e r   A m e r i k a l ı   ö ğ r e t m e n l e r i m i z   

M r . K e m p

      ‘Conversation’ (karşılıklı konuşma) hocamızdı. w’yu, yumuşak ve sert th seslerini çıkartmayı, Hazırlık sınıfında ondan öğrenmiştik.                                                                   

       Herbir öğrencinin yanında durur, hafiften eğilerek öğrencinin çıkarması için bu seslerden birini telafuz eder ve öğrenci bu sesi az çok doğru çıkarıncaya kadar söyletir, öğrencinin telafuzunun ‘kabul edilir düzeyde’ olduğunu düşündüğünde baş parmağıyla işaret parmağını birleştirerek “Good, good” derdi. ‘Good’u söyleyişinden, öğrencinin doğru  telafuza

ne kadar yaklaştığını anlardım.                                                                                        

      Yersiz bir siniri                                            

      Orta 1’deyken gramer hocamızdı. Ben bir konuyu anlayamadığımı söylemiş, o da anlatmıştı. Ben gene anlamadığımı söyleyince gözleri çakmak çakmak şöyle demişti: “If you don’t understand this you won’t pass, do you understand!”  (Bunu anlamazsan geçemezsin, anlıyor musun!)

      Hoppalaa! Bir oyun yazarı olsaydım bana şunu söyletirdim: “Bu sözünüz anlamama yardımcı olmuyor.” 

      O anda yapabildiğimse bu yersiz öfke karşısında adamın yüzüne hayretle bakmaktı.                                

     Kemp’te o zaman adlandıramadığım, ‘missionary zeal’a (misyoner tutkusuna) benzer bir şey vardı. Yersiz siniri belki biraz da bundandı…     Daha sonra din adamı olduğunu duyacaktım.     

     “Taş atma!” 

      Orta 1’de olmalıyım. Bir çocuğa taş atıyordum. Kemp geçiyordu. Bana “Don’t throw rocks” dedi. Ben bu sözü kelime anlamında alarak “I am not throwing rocks sir, I am throwing stones  (Kaya atmıyorum efendim, taş atıyorum) dedim.                                                  

      Kemp bir hışımla baktı, ancak benim masum bakışım karşısında durumu anladı.Ben ‘throw rocks’ın ‘taş atmak’ anlamına gelen bir deyim olduğunu bilmeyebilirdim…                 

      Durumu anlayan Kemp yüzünü çevirip yoluna devam etti.                                                                                                                   

Kemp ile Mrs. Wood

      Bir oyunda…

      Öğretmenlerin oynadığı nadir oyunlardan birinde, Mrs. Wood’la Kemp sevgilileri oynuyordu. Kemp sürekli Mrs Wood’un ellerini tutuyor, okşuyor, belki de öpüyordu. Salon gülmelerle çınlıyordu. Mr. Wood’un kıpkırmızı olduğunu söylemişlerdi. 

      Sonradan Mrs. Wood’la Kemp’in sevgili olduğu söylentileri yayıldı. 

Gerçi okulumuz küçük yerdi, ama olur olurdu.                             

      Sevgili olmuşlar mıydı?    

      Sonradan, ‘sevgili olduklarını’ düşündürecek bir şey duydum.      

      Abilerin gaspına uğramadan basket oynayabilmek  için sabahları  çok  erken kalkan bir  arkadaşım  yıllar  sonra  bana  Kemp  ile  Mrs.  Wood’u  merdivenin  altında  öpüşürken  görmüş  olduğunu  söyledi!  Bu  arkadaş gazeteci değildi; sansasyon  peşinde  biri  değildi.  Ağırbaşlı  bir  arkada-şımızdı. Sözüne inandım.

      İnsanlar öğretmen de olsalar,  yüksek mevki sahibi de olsalar,  aşk ya da  cinselliğin   pençesindeyken    kendilerini    (itibarlarını)   tehlikeye atabiliyorlar. “Aşk bir kapıdan girdiğinde tedbir  diğer  kapıdan  çıkar” demiş bir yazar… Demek olmuştu. 

      (Ek’teki ‘açık şeyler‘ / ‘Mrs. Wood’ yazısına bakınız.)   

M r . W e b s t e r  (webstır)

      Çok uzun boylu, ‘saf kan’ bir Amerikalıydı. Basket oynardı. 

      Notlamada kullandığı değişik işaretler vardı.                                                               

+ = 10   /   O içinde + = 8   / O = 6   /   O içinde – = 4   /   – = 2  anlamına geliyordu. Ara notlar ise yoktu.    

      Sanırım bu yazılım, bireye geniş ‘yaratıcılık’ olanağı veren Amerikan anlayışının uçta bir örneğiydi. 

      Bu işaretleri bir kaynaktan mı almıştı, kendisi mi uydurmuştu bilmiyorum, ama biz kabullenmekte güçlük çekmemiştik. Yalnız adamın   bizden bir isteği olmuştu: “Anne babalarınıza bu  işaretlerin  anlamını  söyleyin de yanlış anlaşılma olmasın”  demiş ve bize, 6 almış bir  öğrencinin velisinin kendisine sınav kâğıdıyla gelip “Neden benim çocuğum sıfır aldı?” dediğini anlatmıştı. Gülmüştük.                                         

      Webster’ın hoşgörüsü                                                                            

      Sınıfımızda Uğur adında çok şımarık, şımarıklığı patolojiye varan bir çocuk vardı. Şamatasıyla adama ders yaptırmıyordu. Ben adamın bu  çocuğun elinde oyuncak olduğunu gördükçe utancımdan yerin dibine  geçiyordum. Adamda ise bir rahatsızlık belirtisi yoktu…

       Amerikalıların hoşgörüsü

       Sonradan görecektim ki Amerikalılar, en azından bazı Amerikalılar,   bizim kaldıramayacağımız bazı şeylere rahatlıkla katlanmaktadırlar. 

      Bir ortaokulda barış gönüllüsü, nişanlı bir Amerikalı çift vardı.  Okulun öğrencilerinden olan iri kıyım bir genç kendini barış gönüllüsü kızın üzerine attırıyor, kızın tepkisi ise bir iki saniye kaşlarını çatmaktan öteye gitmiyordu… Amerikalıların haysiyet ve namus anlayışı bizimkinden ne kadar farklıydı… 

       Açık kalpliliği                                           

      Bir gün Webster dersimize biraz farklı gözüken bir kıyafetle geldi. Farklılığın nedeni birazdan anlaşılacaktı. Adam anahtarını içeride unuttuğu icin odasına girememiş, kendisinden birkaç santim kısa olan Wilkins’ın giysilerini giymek zorunda kalmıştı. Amerikan rahatlığıyla anlatıyordu…  

      Sınavı  /   ürkekliğim  

      Webster bize ilk yardımı öğretmişti. Sınavla ilgili olarak şöyle demişti: “Ben içeride, yerde yatıyor olacam; siz birer birer gelip bana suni teneffüs yaptıracaksınız. Bunu nasıl yaptığınıza göre not alacaksınız.” 

      ‘Amerikan türü’, güzel bir sınavdı.

      Sıra bana geldi. Adam yüzükoyun yatıyor ve suni teneffüs için sırt üstü yatırılması gerekiyordu. Adamı usulca çevirmeyi denedim ama olmadı. Güç kullanarak ters çevirebilirdim, ama sarsarak. Bunu göze alamadım; adamı öylece bıraktım. Tabii aldığım not iyi değildi.   

      İleride, farklı alanlarda, bu  çekingenliğimin  sonuçlarına   katlanmak zorunda kalacaktım. 

     Amerikan kültüründe sosyal ilişkiler

     Hygiene (sağlık bilgisi) kitabındaki ‘Getting Along with People’ (insanlarla geçinmek)  konusu için Webster “kitaptaki en önemli konulardan biri” demişti… 

      O yıllarda olduğu gibi şimdi de Amerikalılar sosyal ilişkilere önem vermekte ve eğitimle geliştirilebileceğine inanmaktadırlar.      

      Hygiene kitabının zorluğu

      Burada, Orta 1 öğrencileri için Hygiene kitabının zorluğuna değinmeden edemiyorum. Amerikalı çocuklar için yazılmış olan bu kitap biz Orta 1 öğrencileri için bayağı zordu; bilmediğimiz sözcüklerle doluydu.                                                                

      Şahsen ben, Orta 1’de Hygiene dersinin zorluğunu yaşamış biri olarak, Hazırlık sınıfının bizde olduğu gibi bir sene değil, Robert’te ve Dame de Sion’da daha önce olduğu gibi iki sene olması gerektiğini, başta ‘fazladan bir yıl’ sayılabilecek ikinci yılın götürdüğünden fazlasını getireceğini düşünüyorum.   

      Tarsus Amerikan Koleji’nde (TAC) Hazırlık sınıfının sekiz yıllık eğitimden sonra- 14-15 yaşlarında okunduğu günümüzde, benim iki yıllık Hazırlık önerim daha da geçerli.                      

M r . H o r i u c h i  /horiyuçi/

      Hawai’den gelmeydi. Çekik gözleri, uzak doğulu bir ırktan olduğunu gösteriyordu.  

      Fen bilgisi ve yatakhane hocamız olmuştu.               

      Yatakhanede donla (baksırla) dolaşırdı  / annemle görüşmesi  

      Yatakhanede baksırla dolaşırdı. Çok atletik bir vücudu vardı. Saniyede beş vuruş vurabilmesi gerekirken yalnız dört vuruş vurabildiğinden ordunun boks takımından ayrılmak zorunda kaldığını duymuştum.                                                                                                      

      Bir defasında annem durumumu sormak için ona gelmişti. Odasında görüşmüşlerdi. Sonradan annem bana adamın donla olduğunu söylemişti.                                                                                                           

      Ben ona “Annemin karşısına donla mı çıktınız?” diye sorunca “No boy, I wouldn’t do that, boy”  (Yok çocuk, öyle şey yapmam çocuk)  demişti. Ancak sözü annemin sözüyle çeliştiğine göre yalan söylüyordu. Yalanı da rahat söylüyordu.   

      Güce dayanması

      Bazen bir öğrenciyle aralarındaki tartışma kızıştığında“You know how strong I am, boy?” (Biliyor musun ben ne kadar güçlüyüm, çocuk?) der çocuğun kafasını pazusuyla sarardı. 

      Gücünü ortaya koyduğu bir sözü de şuydu: “Sit down before I knock you down.”  (Otur yerine ben seni devirmeden.)  

      Derste birine kızmışsa sınıfın güçlülerinden birine “Beat him after class”  (Onu dersten sonra döv)  derdi. 

      Bir defasında sınıfın güçlüsüne beni dövmesini söylediğinde ben müdüre gitmiş, durumu anlatmıştım. Horiuchi ise müdürden azar işitmiş olacak ki haksızlığa uğramış bir çocuk gibi “Neden beni müdüre şikâyet ettin?” demişti bana. 

      Daha önce sözünü ettiğim, bir üst makama şikâyeti kalleşçe bulmanınbir örneğiydi bu da. 

      Ne yanıt verdiğimi hatırlamıyorum, ama “Dayak yemeyi sevmiyorum

da ondan!” diyebilirdim.                                                   

     Kinciydi

      Çok kinciydi. Suyuna giden öğrenciye karşı  ne  kadar  iyiyse,  gitme-yene karşı da o kadar acımasızdı…  Bir  defasında  arkadaşımız   Erdoğan Durmaz’a  “Barışalım”   diyerek elini uzatmış, Erdoğan  elini  sıkmayınca da ona sonuna kadar -ve acımasız- düşman kesilmişti. 

      Sonraki yıllarda Uzak Doğuda yüz binlerin yittiği kıyımları izlerken Horiuchi’yi anımsayacaktım.

      Öfkesi, alınganlığı

      Study Hall’da Horiuchi’nin yüzünden saflık akan bir resmi vardı. Bu her gün gördüğümüz Horiuchi’den ne kadar farklıydı! Şimdiki Hori-uchi’nin ifadesinde öfke vardı, alınganlık vardı… 

      Adam bu hale nasıl gelmişti? Açık kalpliliğinin öğrenciler tarafından kötüye kullanılmasının şüphesiz bunda payı vardı. 

     Adama içi müstehcen sözlerle doldurulmuş şarkıların söyletildiğine tanık olmuştum! Arkadaşlar katıla katıla gülerken o nasıl da hevesle söy-lüyordu…            

      Ondan öğrendiklerimiz 

      Ondan öğrendiğimiz şeyler de vardı. 

(Kendisinden hiçbir şey öğrenemeyeceğimiz insan var mıdır dünyada?)

      Bize öğrettiği şeylerden biri, iyi alışkanlıkları küçük yaşta edinmenin önemiydi. O ağzı kapalı aksanıyla şöyle derdi:

“I only want you boys to get good habits, that’s all… You can’t say, ‘ I’ll change when I’m twenty-five.’ You can’t do that, you know.” 

(Bütün istediğim, siz çocukların iyi alışkanlıklar edinmeniz. ‘Yirmi beş yaşına geleyim, değişirim,’ diyemezsiniz. Bunu yapmaya imkân yok, biliyorsunuz.)

      Yirmi beş yaş ise sanırım kendi yaşıydı. 

      Bir de ondan erkeklikle ilgili bir düşüncemizin yanlış olduğunu öğrenmiştim.Bir arkadaş aldığı cezayla ilgili olarak ona “Yaptığımı erkekçe söyledim, ama gene de ceza aldım” deyince Horiuchi şöyle demişti:  “Tamam da, ceza almayacaksan erkeklik bunun neresinde?”  

M r . M c K a y (mıkey)  

      Söylediğine göre aldığı eğitimle ormancı (forester) ya da  öğretmen 

olabiliyormuş; öğretmen olmayı seçmiş.          

      Özde olumlu bir insan                           

      McKay insanların özde iyi olduğuna inanırdı. Amerikalıların genelde sahip olduğu bu inanç onda belirgindi. “Bence kötü insan yoktur” dedi-

ğini anımsarım.

      Olumlu bir sözü

      Ben tenis oynuyordum. O gelip oyunu seyretmeye başladı.  

     Nezaketen “Would you like to play sir?”  (Oynamak ister miydiniz efendim?) dediğimde ise unutamayacağım şu cevabı vermişti: 

      “ I like to watch you play.”  (Senin oynamanı seyretmek isterim.) 

       Anlaşılan, geçen seneki zavallı halimden sonra şimdi oyundaki canlı halimi görmek onu memnun ediyordu.

      Hatalı davranış ve sözleri

      Orta 2’de olmalıyız. Erdoğan Durmaz’ın çok yüksek sesle konuşmasına kızan McKay’, arkası dönük olan arkadaşımızın kafasına sertçe vurmuştu… Mert bir arkadaşımız olan Erdoğan adama dönerek “Neden bana vurdun?” deyince de, Mckay vurma hareketini eliyle göstererek “I just went like this. If I had hit you, you would be on the floor” (Şöyle yaptım sadece. Vursaydım, şimdi yerde olurdun) demişti. 

      Bir kovboy filminden bir sahneydi sanki ve adamın ‘taşralı’ kişiliğini gösteriyordu.

      Bir de bizden bir üstteki sınıfa (63’lülere) “Siz Türkler ancak zordan anlarsınız” demişti ki bu sözü uzun zaman başını ağrıtacaktı.   

    Ancak sonradan Türkiye’yi sevmiş ve savunmuş olacak  ki  Amerika’da bulunduğu yerde bir Türk dostu (Turk Bob) olarak tanınacaktı.           M r s . M c K a y  (misıs mıkey)

      “Aşk mektubu bile yazbilirsiniz”                                                                 

      Biz Lise 1’deyken daktilo öğretmenimiz olan Mrs. McKay kursun başlangıcında gülümseyerek şöyle demişti: “Kursun sonunda daktiloyla aşk mektubu yazabilecek hale gelirsiniz.” 

      Amerikan kültüründe bir kadın öğretmenin erkek öğrencilerine rahatlıkla söyleyebileceği bu söz, yıllardır Türk ya da Amerikalı bir kadın öğretmen görmemiş olan bizi utandırmıştı. 

      Oysa çocuklara “Wrote a letter to my love, and on the way I dropped it”  (Aşkıma bir mektup yazdım, onu da yolda düşürdüm)  dizesinin geçtiği bir şarkının öğretildiği Amerikan kültüründe Mrs. McKay’in bu sözünü normal karşılamak gerekirdi.

     Ancak sınıf arkadaşım Adil’le beni birlikte ‘çok mutlu’ gördüğünde “You boys should get married. You look so happy together!”  (Çocuklar, siz evlenmelisiniz. Birlikte o kadar mutlu görünüyorsunuz ki!)  sözünü söyleyen de oydu. Belki kadında bir ‘aşk takıntısı’ vardı.   

      Çok okurdu

      Mr. McKay bildiğim kadarıyla pek okumazken, Mrs. McKay çok okurdu. Kütüphaneden aldığımız birçok kitabın arkasında Mrs. Mckay’in adını görürdük. Okuyan biri olmasının, kocasının gelişmesinde etkisi olmuştur herhalde. 

      Çocuğunu üzmemiz üzerine 

      McKay’lerin John (caın) adında bir çocukları vardı. Küçük çocukları oyuncak olarak görmemizden olacak, “John, you are a bad boy!” (John, sen kötü bir çocuksun!) der, çocuğu ağlatırdık. 

      Bir gün Mrs. McKay, müdürün konuştuğu yerden bize şöyle dedi: “Lütfen çocuğu ‘tease’ etmeyin (üzmeyin). Ben çocukluğumda ‘tease’ edilmiş olmanın izlerini hâlâ üzerimde taşıyorum.”  

      (tease /tiyz/ :Dostça, şakadan üzmek; takılmak, kızdırmak)   

      Bir Amerikan yaklaşımı olan bu açık kalpli sözlerin üzerimizdeki etkisi olumlu olmuş, bundan sonra çocuğu eskisi gibi ‘tease’ etmemiştik.

      (Kadın durumu müdüre bildirse, müdür de  çocuğu  ‘tease’  etmeme-

mizi bize ihtar etse bu olumlu sonuç alınamazdı.)      

                                             M r . C o w e l  (kawıl)                  

      Orta 2’de reading dersimize girerdi. Ayrıca yatakhane hocamızdı.

      Hatırladığım başlıca özelliği bizi hoplatan bağırmasıydı. ‘Yell’ söz-

cüğünü ondan öğrenmiştim. 

     “Bağırtmayın, bağırmayayım” derdi.

      Bir de kırmızı ensesini hatırlıyorum. ‘Red-necked cowboy’ (kırmızı enseli kovboy) deyişinde olduğu gibi. Belki de isminin ‘cow’la başlaması tesadüf değildi.

M r . B a r r y  (beri)

      Müzik öğretmenliği

      İyi bir müzik öğretmeni ve mükemmel bir koro yöneticisiydi. Harika piyano çalardı. Üzüntüsü, tüm çabalarına karşın bize klasik batı müziğini sevdirememiş olmasıydı.   

      İngilizce öğretmenliği                                                                                           

      İngilizce öğretmenliği de iyiydi. Orta 3’de bize gelmişti. Telafuz üzerinde çok durmuş, v, t, d, r seslerini doğru çıkarmayı bize o öğretmişti. 

      Diğer arkadaşların çoğundan farklı olarak ben bize öğrettiği doğru sesleri konuşmama aktarmış, bu sayede mükemmel bir telafuz edinmiştim.                                                           

      Bir defasında yolda giderken bir genç yanıma gelerek kendini tanıttı. Yıllar önce İngilizce ders verdiğim bir çocuktu. 

      “Bana büyük bir kötülük yaptınız” dedi. 

      Hayretle yüzüne baktım. 

      O ise gülümseyerek şöyle dedi: “Sizden sonra hiç bir İngilizce öğretmeninin telafuzunu beğenmedim. Dolayısıyla hiçbir İngilizce öğretmenini beğenmedim.”                                  

      Telafuzumu böylesine beğenen yalnız o değildi ve ben bu telafuzu Barry’ye borçluydum.   

      Bir öğretmene yakışmayan sözü

      Ancak Barry’nin bir öğretmene yakışmayan söz ve davranışları vardı:

      Lise 1’deyken, İngilizce hocamız Bloomer benim de zayıf aldığım çok hatalı bir dil sınavı yapmıştı. Ben bu sınavın ne kadar hatalı olduğunu kanıtlamak üzere, Bloomer’ın izniyle sınavı Barry’ye vermiştim.

      (Bir Amerikalı öğretmenden bunu yapma izni alınabiliyordu.)  

      Barry ise on kelimeden ancak yedisini bilmişti!                            

      “Bunu Mr. Bloomer’a söyleyecem” dediğimde ise, Barry “Söylersen seni müzikten bırakırım” demişti!  

      Bu, öğretmenliğe yakışmayan ilk sözü değildi. İspanyol kanından mıydı, neydi? Bizim okulda böyle bir sözü söyleyebilecek bir başka öğretmen yoktu.

      Söylediği sözü müdüre aktarmamdan korkmamış mıydı?  Belki de  biz öğrencilerin bir öğretmeni kolay kolay müdüre  şikâyet etmeyeceğimizi biliyor ya da dil alışkanlığından böyle söylüyor ve minarenin kılıfını hazırda tutuyordu,  

M r . B l o o m e r  (bluımır)   

      Lise 1’de İngilizce ve Amerikan edebiyatı hocamızdı. Odasında sohbeti çok tatlıydı… 

      Bir hobisi: kızların peşinden koşmak

      Edebiyat öğretmenimiz Yalçın Bey bize bir öğretmenle mülakat yapma ödevi verimişti… Bloomer’a bu ödev için kendisine sorular sormak istediğimizi söyledikten sonra “Hobileriniz nelerdir?” dediğimizde o gülerek “Chasing girls”  (Kızların arkasından koşmak)demişti. 

      Ancak ödev Yalçın Bey’e gideceğinden bunu yazamayacağımızı söylemiştik. O “Yazın, yazın” demişse de yazmamıştık.         

     Elini kadının sırtına yaslaması 

     Bir defasında Bloomer yemekte elini 50 yaşlarında seksiliğini sürdüren idare amirimizin sırtına dayayıp ona gülümsemişti.  

      Bunun üzerine Wilkins, cinsel açlığın olduğu okulumuzda bu hareketi onaylamadığını göstermek üzere yüzünü ekşiterek uzun süre Bloomer’auzun uzun bakmıştı.                      Kızların, kadınların olmadığı okulumuzda Bloomer ne arıyordu? 

      Bloomer’ın dünyayı / hayatı öğrenme planı                                                       

      Bloomer’ın bize söylediğine göre babası mesleği dışında hiçbir konuda okumaz ve konuşmazmış. Bloomer bunun tersini yapmaya, birçok alanda çalışarak ‘hayatı öğrenmeye’ karar vermiş. Bu şekilde, diyelim öğretmenlikten bahsedildiğinde söyleyecek sözü olacakmış.             

      Ancak birçok konuda konuşabilecek durumda olmak için kaç işe girip çıkması gerekiyordu? Bloomer’ın bu düşüncesi bana gerçekçi gelmemiş-

ti.

‘Sessiz yürüyüş’

      Bir gün Bloomer’ın yatakhanede içkili halde bir yatağa uzanmış ola-rak bulunduğu söylendi.

      Gerçekten böyle mi olmuştu? Bu çok konuşuldu…                        

      Her ne idiyse Bloomer’ın odasına taşlar yuvarlanmaya başlandı. Bu okulumuzda görülmemiş bir şeydi. ‘Aşayişi temin’ için yatakhanemize dört öğretmen gönderildi.  

      Taşları yuvarlayan son sınıf öğrencileri, birçoğu tart olmak üzere değişik cezalara çarptırıldılar.                                                                                                                                    

      Bu olay üzerine okulun öğrencileri çok geniş bir  katılımla Tarsus sokaklarında “Olgun öğretmenler istiyoruz” ve diğer yazılar yazılı  pankartların taşındığı bir ‘sessiz yürüyüş’ yaptılar. 

      (Gerçi suçlanan tek kişiydi, ama bu cümlede çoğulun kullanılması normaldi.)   

      Tarsus gazeteleri haberi “Öğrenciler vakur yürüyüşlerini yaptılar” gibi başlıklarla verdiler. Sonradan öğrendiğime göre büyük gazeteler de haberi manşetten vermişlerdi.                                                                   

      Bu olaydan bir süre sonra müdürümüz Maynard biz lise öğrencileriyle konuştu. “Olgun öğretmenler istiyoruz” sözüne içerlemişti. “I think I am olgun; I think Mrs. Meyer is olgun”  (Ben olgun olduğumu sanıyorum; Mrs. Meyer’in olgun olduğunu sanıyorum)  diyordu.   

      Edebiyat hocamız Haydar Göfer’in bir ifşaatından öğrendiğimize göre bu olay Maynard’ın başını yemiş, koca Maynard okulumuzun müdür-lüğünden alınarak Board (boırd) Heyeti müfettişliğine getirilmişti.     

     “Ben bu adama karşı olamam” diyen arkadaşımız  

      Bloomer’ın  tatlı  sohbetinin etkisiyle  “Ne olursa  olsun,  ben   bu   a-dama karşı  olamam” diyen arkadaşımız bile bu  olayın  rüzgârıyla  Bloo- mer’a karşı bir konuma gelecek, ‘sessiz yürüyüş’te  en  ön  safta  yer  ala-caktı.

      Ek’teki ‘sesiz yürüyüş’ yazısına bakınız.                                                                          

M r . F o w l e s  (fawlz)

      Yatakhane ve çeviri hocamız olmuştu. 

      Yatakhane hocamızken:                                                                         

      Arkadaşlarım yastığımı saklamışlardı. Bunu Fowles’a söylediğimde, o “There are things that you must handle yourself” (Bazı şeyleri kendin halletmen gerekir)  demişti.  Hayatın  bir  gerçeğini  öğrenmiş  oluyor-

dum.

      Çeviri hocamızken:   

      Amerikalı öğretmenlerimiz arasında iyi Türkçe bilen bir öğretmen olarak çeviri dersimize girmişti.

      Atatürk’ün gençliğe  hitabesini  İngilizceye  çevirdiğimizde  biz “Gü-

zel oldu” deyince, O “Tabii Ata’nın nutku kadar değil” demişti                           

      Grev konusunda düşüncelerimizi sormuştu   

      Okulumuzun muhasebecisiydi. Bir defasında işinin ağırlığından bunalmış halde ahlaya puflaya bize “Bazı işler insana ne kadar zor geliyor”demişti.                                                                                                   

      Daha sonra bir gün yemekhanede bizim masaya misafir olduğunda bize teker teker “İşçiler greve gittiğinde ne düşünürsünüz?” diye sormuştu. Ben “I’m irritated”  (Canımı sıkar)  deyince Fowles bu sözüme epey bir gülmüş, “Demek canını sıkar ha!” demişti…         

      Yazımı değerlendirmişti

      Kendimi anlattığım bir yazıyı değerlendirmesi için ona gönderdiğimde Fowles “I have made some penned suggestions” (Bazı öneriler çiziştirdim) demiş, 

sonra da, çeviri işine girmeyi düşünüyorsam yazımın umut verici olduğunu, ancak yazıyı yayınlamayı düşünüyorsam epey bir ‘tightening up’ (fazlalıkların atılması) gerektiğini söylemişti. 

      ‘Penned suggestions’ deyişindeki inceliği unutamam. 

M r . M a n g l e t s  (menglıts)

      Son sınıfta Dünya Edebiyatı dersimize girmiş olan Manglets tanımış olduğum en iyi öğretmenlerden biriydi.                                                                                                                                                                                                                                                           

      Kardeş okulumuz olan Talas’tan gelen bu öğretmenimizin orada bir atı olduğunu duymuştuk. Atı olan bir öğretmendi! 

      İşlediği öykü ve romanlar

      Manglets’ın Dünya Edebiyatı hocası olarak bir ders yılına sığdırdığı (ve hakkıyla işlediği) öykü vb. ve roman sayısı inanılmazdı ve yetenekli bir öğretmenin yetenekli öğrencilerle neler yapabileceğini gösteriyordu.                         

      Science, Doubt and Escape adlı dünya edebiyatı antolojisinden şu parçaları işlemiştik:

Flaubert’in ‘A Simple Heart’  •  Maupassant’ın ‘Boule de Suif’ adlı öyküleri 

Henry James’in ‘The Real Thing’ adlı öyküsü   •  William James’in ‘Habit’ yazısı

Dreiser’ın ‘Free’ adlı öyküsü  •  belki de Sister Carrie romanından bir bölüm  

Thomas Mann’ın ‘Tonio Kruger’ adlı öyküsü

Tolstoy’un ‘The Death of Ivan Iliyich’  •  Maksim Gorki’nin ‘Twenty Six Men and a Girl’ adlı öyküleri

İbsen’in ‘An Enemy of the People’ adlı oyunu  •  belki de  Strindberg’in ‘Baba’ adlıoyununun bir bölümü    

      Bir ders yılında bunların her birini hakkıyla işlemek az bir iş değildi, ama hocamız bunların dışında, inanç (faith) temasını işleyen birkaç roman da işlemişti!                                                                               

      Hatırladıklarım: Conrad’in Heart of Darkness, Gide’in The Immora-list, Camus’nün The Plague  (ve belki de Outsider) ve Graham Green’in End of the Affair adlıromanları…

      İnanılmaz, ama gerçek.                                

      Okulumuzun daha sonraki müdürü Robeson (raıbsın) Manglets’ın öğrenciye bu kadar yüklenmesinin eleştirildiğini söylemişti. 

      Belki de bu eleştirenlerin kıskançlığındandı, çünkü biz öğrencilerin bu konuda bir rahatsızlığı olmamıştı.  

      Manglets içine kapanık insandı 

      Edebiyata meraklı birçok insan gibi Manglets içine kapanıktı. Bir sözünü hatırlıyorum: 

“There is something in Western culture… I believe Shelley wrote the most absurd line in poetry when he said ‘And I bleed.’ ” (Batı kültüründe bir şey var ki… Sanırım Shelley  ‘Ve kanıyorum’ dediğinde tüm şiirlerin en ‘absürd’ dizesini yazmıştır.)          

      Öğretmenler odasının karşısında kümelenmiş konuşuyorduk. Talaslı bir arkadaş, nerden biliyorsa Manglets’ın doğum günü olduğunu söyledi. Bunun üzerine bir ağızdan ‘Happy birthday to you’  (İyi ki doğdun…)  şarkısını söyledik. Manglets’ın çok duygulandığını duymuştuk… Bunu duymak güzeldi..                                      

M r . J o n e s  (joınz)

      Ahmet Şahin’den önce Jones yatakhane hocamız olmuştu. 

      Belki de saf ifadesinden ötürü adama “aptal Jones”  derlerdi.  Ancak, Ömer’in deyişiyle, ‘Aptal Jones iyi hocaydı.’ 

      Güzel adamdı da. Amerikan sinemasının seks ilahı  Rock  Hudson’a benzerdi.

      Anımsadığım ilk sözü “It’s strictly taboo to use the fire stairs.” (Yangın merdivenini kullanmak kesinlikle yasaktır) idi.

      Belki biraz da ‘taboo’daki uzun seslerden dolayı bu deyiş hoşuma gitmiş, yatakhanede bolca söyler olmuştum. 

      Sorgulamadan inanması 

      Bir defasında yatakhanede kısa boylu, minyon yapılı biri önümden geçip yangın merdivenlerine yönelince orta sınıflardan bir çocuk sanmış, yakasına yapışarak “It’s strictly taboo to use the fire stairs” demiş,  O Amerikan  aksanıyla  “Come on…”  (Hadi, hadi…)  deyince  Amerikalı bir öğretmen olduğunu anlayıp bırakmıştım… 

      Bu hareketimi gören Jones beni odasına çağırarak “Let’s not familiarize ourselves too much with our teachers” (Öğretmenlerimizle fazla samimi olmayalım) demiş, ancak ben kendisine durumu anlattığımda o açık kalpli adam “Oh, OK”  (Öyle mi, tamam o zaman) diyerek konuyu kapatmıştı.                                                                                  

     Jones’un sorgulamadan inanışı Amerikan karakterinin bir tezahürüydü.  

      Jones ve eşi beni tebrik ediyor 

      Ben öğrenci ve öğretmenlerin toplandığı Assembly’de gazetecilik kolunu tanıtan kısa bir konuşma yapmıştım. Mrs. Jones bu konuşmayı çok beğenmiş, kardeşim Nisim’in bulunduğu sınıfta “It was of a different class from the others” (Diğerlerinden farklı bir klastaydı) diyerek bunun nedenini sormuştu. 

      Benim için büyük iltifattı! Kadının sözünü kardeşime ve arkadaşına birkaç defa, bıktırasıya söyletmiştim…

      Kısa bir süre sonra akşam mütalaasında Jones yanıma gelmiş, konuş-mamdan dolayı kendisinin ve eşinin beni tebrik ettiğini söylemişti. 

      Bir yıl önceki konuşma yarışmasında uğradığım sabotajdan sonra Jones’ların bu tebriki benim için bir teselli mükâfatı olmuş, hayata tutunmamı sağlamıştı. 

      (‘Orta ve Lise yılları’ ekindekibir konuşma yarışması’ yazısına bakınız.)

      Bundan sonra Jones’la yakınlaştık; sohbetlerimiz oldu. Dostluk kur-muş olmaktan gurur duyduğum bir insandı. ‘İyimser Amerikalı’nın güzel bir örneğiydi.

M r . Z e l l e r  (zelır)

      Fizik öğretmenimizdi.

      Onu orta sınıflardan bir öğrenci sanıp yakasına yapıştığımı ‘Mr. Jones’ yazısında anlatmıştım. Sonradan bu kafa dengi öğretmenle ilişkilerimiz gayet iyi oldu…  

      Kafa dengi bir öğretmen ve olgun öğrenciler

      Fizikten bitirme sınavına girecektik. Durumum kritikti. Ona “Fizikten durumumu hiç iyi görmüyorum” demiştim. “Ben de” demişti. Karşılıklı gülmüştük. Amerikalı  öğretmenlerimle, özelllikle de Zeller’la, böyle bir konuda şakalaşmak mümkündü.                                                                                                                       

      (Okulumuzda İngilizce derslerden birinin sınavından geçip geçmediğimizi, hatta çok kez ne not alacağımızı tahmin edebiliyorduk. Ben de 5 alacağımı tahmin ettiğim sınavdan 5 alıp geçmiştim.)

      Zeller ilişkilerinde rahattı. Bir defasında derste ben ‘başka tarafa çekilebilecek’ bir söz söylemiş olmalıyım ki o gülümseyerek “Don’t use ambiguous language” (Başka tarafa çekilebilecek cümleler kurma)  demişti. Gülmüştük…  

      Bu espriyi biz öğrencilerin ‘gevşemeyeceğine’ güvenerek yapmıştı; biz de espriyi kaldıracak olgunluktaydık.                                                                                        

      Bir akşam Zeller ve Greenberg’le ayaküstü sohbet ediyordum.        Sohbet esnasında, evli olan Jones’un hen-pecked  (‘tavuğun gagaladığı’, yani kılıbık) olduğunu söylemişlerdi… 

      Daha sonra, hocalarımızdan hangisinin en iyi İngilizceye sahip olduğu konusu açılmıştı. Ben ‘Kanımca müdürümüz Mr. Stone’un’ dediğimde Greenberg ve Zeller “No, he speaks a funny kind of English”  (Hayır, o komik bir tür İngilizce konuşuyor)  demiş, en iyi İngilizceyi geniş tiyatro deneyimiyle Picket’ın konuştuğunu söylemişlerdi.                                                        

     Zeller ve Greenberg, Jones ve Stone hakkında söylediklerinin tarafımdan ‘özel sohbet’ havasında söylenmiş sözler olarak alınacağını bilmenin rahatlığı içindeydiler. 

M r . M c N a i r e  (mıkneyir)

      Öğretmenim olmamış olan McNaire’i de aşağıya aldım. 

      Bir  öğrencisinden  dinlemiştim. Analitik geometri  dersinde  bir  öğrenci,  düşüncesini  kanıtlamak   üzere “Let us assume that…” (Varsayalım ki…)  dediğinde McNaire çocuğun varsaymak istediği  şey  için “You can’t assume it!” (Varsayamazsın!) diye bağırmış…                                    

      İşin öncesini bilmeden kesin bir yargıya varmak yanlışsa  da, bence    adamın “You can’t assume it!” (Varsayamazsın!) diye bağırması Amerikalı  öğretmenlerimizde  alışageldiğimiz  ‘demokratik’  tavırdan  uzak düşüyordu.   

      Yemekte bizim masaya konuk olduğu bir gün, ben öğretmenler kurulunun bir kararı için “Bu düzenlemenin bizim için iyi olacağını düşünmüyoruz” demiştim de, adam yüzünde ‘bilmiş’ bir gülümsemeyle “Do you think you can know better than your teachers what is good for you?” (Sizin için neyin iyi olacağını öğretmenlerinizden iyi bileceğinizi mi sanıyorsun?) karşılığını vermişti. 

      Malum, uygun karşılık (the comeback) akla o anda gelmiyor; sonrada keşke şöyle deseydim diye düşünmüşümdür: 

      “Do you think our teachers can know better than we can what is good for us?” (Bizim için neyin iyi olduğunu öğretmenlerimizin bizden iyi bildiğini mi sanıyorsunuz?) 

       Böyle deseydim adam kim bilir nasıl olurdu? Gerçi belli olmaz, bel- belki  de  Amerikan  demokratlığı tutar, “Good answer!” (Güzel cevap!)   deyip geçerdi.                                                                    

      (Tabii ideal olan, öğretmenlerimizin hayat bilgisi ile bizim kendimiz hakkında bilgilerimizin birleşmesiydi.)

      Son olarak ‘McNaire lehine’ bir noktayı verecek olursam:

“Sinirli misiniz?” sorusuna Amerikan açık kalpliliğiyle  şu  yanıtı  vermişti:  

      “A short temper is my weakest  point  as  a  teacher.”  (Çabuk sinirlenmek, öğretmen olarak en zayıf tarafım.) M r s . W o o d  (misıs wud)                                                                                                                                  

       Matematik dersleri 

      Mrs. Wood Hazırlık sınıfında matematik öğretmenimizdi. Fakat ne kadın bir kelime Türkçe ne de biz, özellikle başlarda,  öğretileni anlayacak kadar İngilizce biliyorduk. Bir defasında kadının kullandığı if sözcüğünü anlamadığımızı hatırlarım.  

      Buna benim okula uyumsuzluğumdan ileri gelen tembelliğim de eklenince o yıl matematikten ikmale kalmıştım. 

      İngilizce bilmeyen bizlere İngilizce matematik dersi ne amaçla konmuştu, bilemiyorum… Gene bilemediğim, bu dersten yüksek not alanların nasıl yüksek not aldığı…        

      Mrs Wood’un dersinden önce arkadaşlar öğretmen masasının sivri ucuna tebeşir sürer, kadın da kâh önünü kâh arkasını o uca dayar, dayandığı yer tebeşir olurdu. Biz heyecandan çırpınırdık. Bu heyecanı görmek kadında bir şeyleri doyuruyor olmalı ki masanın sivri ucuna dayanmayı sürdürürdü.                                                                                    

      (Sonradan masaya tebeşir sürmenin bize, bizden önceki sınıftan geçmiş olduğunu öğrenecektim.)                                                     

      (Mrs. Wood’a karşı cinselliğimizin uyanışıyla ilgili olarak, ‘orta ve lise yılları’ EK’indeki ‘açık şeyler’ / ‘Mrs. Wood’ yazısına bakınız.)

O k u l u m u z d a   k a l b u r ü s t ü   i k i   ö ğ r e n c i

      E r k u t 

      Sınıf arkadaşlarım arasında Erkut Yüceoğlu (sonradan Yücaoğlu)adlı bir deha vardı.

      Allah verince tam veriyor, Erkut müthiş bir fiziki güce de sahipti ve güçlü iki üç arkadaşını birden yıkardı.

      Pek fazla ders çalışmamasına ve mütalaalarda ‘dalgasını geçmesine’ karşın notları 9, 10’dan aşağı düşmezdi. 

      Sınıfın basket takımının kaptanı olan Erkut okulun basket takımında da oynayacaktı.

      Robert Kolej’de makine mühendisliği okuduktan sonra doktorasını Amerika’da yapmış, daha sonra Koç’un sağ kolu olmuş ve bir süre Tusiad’ın başkanlığını yapmıştı.

      Ancak donanımı mükemmel insan üzerine fazla bir şey söylenemiyor. Erkut buydu… 

      E r d a l  

      Erdal Antakyalıydı; o hoşgörülü beldenin seçkin bir evladıydı.

      Kalburüstülüğü aldığı yüksek notlardan değildi. O ‘on senelik’ti. Yani son sınıftayken okulumuzda on senedir öğrenciydi; bir başka deyişle üç kez sınıfta kalmıştı. 

      O okulumuzun ayaklı tarihiydi. Sadece kendi dönemiyle yetinmemiş, daha önceki dönemlerde öğretmen ve öğrencilerin başından geçen ilginç olayları da dağarcığına almıştı! Bizden beş on sene öncesinden bu yana cereyan etmiş ilginç olaylar ondan sorulurdu.                     

      Bu kadar da değil. Söz ve davranışlarıyla okulun ruhunu şahsında toplayan biri varsa o da Erdal’dı… 

      Bir mezunlar toplantısındaydık. Okulumuzun ‘sesli amblemi’ olan Bombalaki’yi müdür Robeson (raıbsın) Amerikan  aksanıyla, ‘Bumbılâkiy’ diye söylemeye başlayınca, Erdal onu  bir  el  hareketiyle  durdurup kendisi söylemişti: 

Bombalaki bombalaki bom bom bom!

Tarsus Tarsus zım zım zım!

Kolej Kolej!!  

      Ben iki yıl, sınıfta ve yatakhanede onunla yan yana olma onuruna ermiştim. 

      Sabahları Erdal, ben ve birkaç arkadaş ders ziline on, on beş dakika kalana kadar yatardık. Derse yetişmek zorundaydık, ama kahvaltı etmesek de olurdu. Onun için uyku keyfini sürdürebildiğimiz kadar sürdürürdük.

      Şişman bir arkadaşımız olan Erdal ince ruhluydu. Şişmanlığının ardında gizlenen ruh inceliğinden dolayı Haydar Göfer onu Yahya Kemal’e benzetirdi.

      Erdal iyi Türkçe bilirdi. Bir defasında ben “‘Abiy’, şu okulda Türkçeyi senden iyi bilen yok” deyince o da bana “İngilizceyi de senden iyi bilen yok” demişti. İkisi de doğruydu.

      Mezuniyetten çok sonra onunla Tarsuslular derneğinde karşılaşmıştım. Yanında on iki yaşında kızı vardı. Buluğ çağındaki kızının da kendisi gibi fazlaca ders yükü taşıyamadığını söylemişti. Erdal’ın ‘özelliği’ kızının genlerinde sürüyordu… 

      Biz son sınıfın sene sonu  sınav notlarının  asılmasını   beklerken   Sinan Bayraktaroğlu  o  değişik  sesiyle   bize   duyurmuştu:  “Duyduk duymadık demeyin, Erdal Cerrahoğlu Haziran mezunu!”  

      Birçoğumuz  ikmale  kalırken o geçmiş, son sınıfta  normalliği  yakalamıştı.  

      Ancak dünya Erdal’a da kalmayacaktı. Yıllar sonra, Erdal’la birlikte üç seçkin abimizin bulunduğu araç korkunç bir kaza yaptı. Kazada dört Tarsus mezunu can verdi.    

      Eşi onun ölümünden sonra yaptığı evlilikte yeni eşinin soyadının yanı sıra Erdal’ın soyadını taşımayı sürdürecekti! Bu onur kaç kişiye nasip olur?  

      Öldüğüne inanamadığımız insanlar vardır… Benim için bu insan-lardan biri de Erdal’dı.   

E  K                                                            

O R T A   V E   L İ S E   Y I L L A R I N A   E K

      ’64 ’lü  Faruk Bozbey’in ‘Sessiz Yürüyüş’ adlı yazısını, bana gön-derdiği haliyle aşağıda veriyorum:

F a r u k   B o z b e y ’ i n   y a z ı s ı

S E S S İ Z  Y Ü R Ü Y Ü Ş    

TÜRKİYE’DE BİR İLK

TAC’de SESSİZ YÜRÜYÜŞ – 1963

TARSUS AMERİKAN KOLEJİ  ( ORTA OKUL & LİSE ), yüzyılı aşan  eğitim tarihi boyunca, çağdaş eğitimin, hoşgörünün ve demokrat düşüncenin önemli eğitim merkezlerinden biri olmuştur. Cumhuriyet devrinde yetiştirdiği değerli insanlar, Türkiye’de ve dünyada, örnek yöneticiler ve girişimciler olarak toplumda yerlerini almışlar ve faaliyet alanlarına damgalarını vurmuşlardır.  

Ne mutlu ki,  yıllar  içinde  karşılaşılan  tüm  engeller  bile,  TAC’nin  bu özelliğini bozamamıştır. Mezunlar olarak dileğimiz, mensubu olmakla onur duyduğumuz, TAC’nin, uzun yıllar, bu özelliğini korumasıdSır.

1963 yılı Nisan ayında, yatakhanesi  “Stickler” adlı  binanın üst katında  bulunan  son sınıf arkadaşlarımız, öğrenciler tarafından pek sevilmeyen, yatakhane hocası  Mr. [Bloomer]’ın neden olduğu bir haksızlığa uğramışlardı. Yatma vakti  geldiği ve elektriklerin söndürüldüğü bir esnada, karanlık ortamda  yatakhanede yapılan bir gürültü ve tahta zeminde yuvarlanan taşlı protesto sebebiyle, 1963 son sınıf öğrencileri toplu halde cezalandırılmıştı.  Sınıfın yatılı   öğrencilerinin tamamı,  o dönemde, ağır bir ceza olan “tard-ı muvakkat” yani,  okuldan geçici  uzaklaştırma cezası ile cezalandırılmıştı. Bu ceza, 3  ila 7 gün süreli olmasına rağmen,  son sınıf arkadaşlarımızı bazı haklardan mahrum edebilecek ve hatta  üniversitelere  girmelerine bile engel olabilecek nitelikte, ağır bir ceza idi.

Lise 2. Sınıf öğrencileri olarak, bu durum bizce kabul edilebilecek bir yaptırım  değildi. Mutlaka düzeltilmeli, karşı durulmalı, itiraz edilmeli ve gerekirse protesto edilmeliydi. 

‘ 63 yılı son  sınıf öğrencisi olan  arkadaşlarımıza cezaları tebliğ  edilmiş, kendileri  okuldan uzaklaştırılmış  ve  onlar da bavullarını toplayıp, Türkiye’nin dört bir yanındaki evlerine gitmek zorunda kalmışlardı.  TAC’nin son sınıfı kalmamıştı !   

Bir şeyler yapmalıydık .. Ama ne yapabilirdik? 

 Öğrenci Birliği  [Student Council] Başkanı  da tart cezası almış ve okuldan uzaklaştırılmıştı. Lise 2. sınıf öğrencisi ve Student [Council] üyesi olan ben, FARUK BOZBEY, doğal olarak  hemen başkanlık  görevini  üstlendim. Konuya duyarlı  olan  ve haksızlığa tahammül edemeyen tüm  arkadaşlarımızla konuyu müzakere ettik. Neticesinde bir protesto eylemi yapmaya karar verdik. Bunun için, ben,  SAİM TOZAN  ve merhum ERDAL CERRAHOĞLU’ndan oluşan 3 kişilik bir komite oluşturduk.  

Okulda, cüssemden ve efe davranışlarımdan  dolayı bana  “DAYI” , ağırbaşlı  ve  oturaklı  kişiliğinden dolayı  Saim Tozan’a “ Saim Hoca” denirdi. Yanılmıyorsam, rahmetli arkadaşımız Erdal  Cerrahoğlu’na da, 140 kg  çeken görkemli vücudundan dolayı, “ayı” lakapları takılmıştı.  

Ben, önce okul müdürümüz, ışıklar içinde yatsın, Mr. MAYNARD ile görüştüm ve bu ağır cezaların uygulanmamasını aksi halde arkadaşlarımızın kaderi ile oynanacağını anlattım. Mr. MAYNARD  son sınıf öğrencilerinin bu cezayı hak ettiklerini ve cezanın  uygulanacağını ve bundan geri dönüş olmadığını ifade etti. Arkadaşlarımızla  durumu tekrar değerlendirdik. Mutlaka  karşı duracaktık. Bu sefer, Saim TOZAN ve Erdal CERRAHOĞLU  ile birlikte, kararlı bir şekilde tekrar müdür ile görüştük. Yine reddedildik…Ne yapmalıydık ? 

Okul içinde, TAC yerleşkesinde,  bir  yürüyüş düzenlemek ve okul idaresini böyle protesto etmek fikri ağır bastı. Tekrar müdürüne çıktık ve bu kararımızı kendisine bildirdik. Müdür bey, böyle bir protesto şekline kesinlikle izin vermeyeceğini söyledi. Aramızda sert fakat demokratik tartışmalar yaşandı. 

Müdür Mr. MAYNARD da kararlıydı. Biz de ısrarlıydık.  Bunun üzerine, biz de, tüm TAC öğrencileri olarak,  Tarsus caddelerinde bir sessiz yürüyüş düzenlemeyi kararlaştırdık. O dönem Türkiye’de 1961 anayasasının getirdiği özgürlük ortamı hakimdi. Yani, henüz 2012 yılında içinde bulunduğumuz, tazyikli  su  ve  biber gazlı, “ileri demokrasi” seviyesine ulaşılamamıştı.  

Yürüyüş için, Tarsus  Kaymakamlığından  izin alınmalıydı. Dilekçe verilmeli ve Emniyet Müdürlüğü, olay çıkarılmayacağına “ikna” edilmeliydi.  Bunun için de,  18 yaşını  tamamlamış ve “reşit” kişilerden oluşacak bir tertip komitesinin  resmi başvurusu gerekiyordu. Saim TOZAN, Erdal CERRAHOĞLU  ve benim yaşım 18’den büyük olduğu için, bu sorunu da kolayca aştık. Komite olarak Kaymakamlığa  dilekçemizi verdik. Kabul edileceği pek ummuyorduk  ama, kabul edildi ve Tarsus caddelerinde sessiz yürüyüş için önümüz açıldı.  Sevindik ve  hemen hazırlıklara başladık.

Ortaokul öğrencilerini de ikna ederek yürüyüşe katılmalarını sağladık. Neler yapacağımızı, pankartlara neler yazacağımızı ve güvenliği nasıl sağlayacağımızı aramızda görüştük. O dönemde, Tarsus Emniyet Müdürlüğünün biz gençlere  hoşgörüsü ve yardımı dikkat çekici idi. Desteklerinden dolayı kendilerine  teşekkür ettik.

Yürüyüşten bir gece önce okulda hummalı bir faaliyet başlamıştı. Özellikle, bizim sınıf olmak üzere,  kütüphanede toplandık. Felsefe kitaplarını karıştırıyor, dünya tarihinde haksızlığa karşı kararlılıkla mücadele etmiş düşünürlerin  ve devlet adamlarının akılda kalan ve tarihe mal olmuş sözlerini  bulup çıkarıyor ve pankartlara yazıyorduk. Eli yatkın olan sanatkar ruhlu arkadaşlarımız en büyük desteği veriyorlar ve canla, başla çalışıyorlardı…

Pascal’ın, “Adalete dayanmayan kuvvet zalimdir”,  

“Şiddet aczin ifadesidir.”  

Montesquieu’nun, “ Bir kişiye yapılan haksızlık, herkese yapılan bir tehdittir.”

gibi sloganlarını pankartlara yazdık ve sopalara taktık. Bu sloganlardan bir tanesi de, bizim yönümüzden çok anlamlı idi.

Bu “Bizi istikbale hazırlayabilecek, olgun ve bilgili öğretmenler istiyoruz.” sloganı idi. Ve de doğruydu. Hatta bugün bile doğru olduğu söylenebilir.. 

Katılımın mümkün olduğunca kalabalık olması için, hazırlık sınıfı hariç, büyük –küçük, tüm sınıf  öğrencilerini  yürüyüşe katılmaya ikna ettik.  

Yapacağımız eylem okul idaresi tarafından haber alınmıştı. Mr. MAYNARD, tertip komitesi olan bizi ofisine çağırdı ve bu eylemden kesinlikle vazgeçmemizi , demokratik fakat sert bir dille bize “ ihtar” etti. Ama biz kararlıydık ve bu eylem yapılacaktı ve 63 yılı son sınıf öğrencilerinin  uğradığı bu haksızlığa karşı sesimizi yükseltecektik. Okul müdürü, olup bitenlere inanamıyordu…

10 Nisan günü geldi çattı. Okulun tümüne yakın sayıda öğrenci gurubu, takım elbiselerini giymiş, kravatlarını takmış olarak okul çıkış kapısı önünde toplanmaya başlamıştı. Müdür bey, diğer bazı öğretmenler ile beraber bizi okul kapısından çıkmamaya veya çıkarsak bunun  “neticelerine katlanmamız” gerekeceği tehdidini tekrarlıyorlardı. Hala öğrencilerin kapıdan çıkacağına da inanamıyorlardı. 

Vakit gelmişti.  Tertip komitesi öncülüğünde hareket edecektik. Sıra olduk. Kapıdan çıkmaya hazırdık. Müdür bey hala kapıdan çıkmamamız için, bizi uyarıyordu. Kapı kapalı tutuluyordu. Emektar kapıcımız  HÜSEYİN AĞA’ya kapıyı açmasını adeta emrettik. Rahmetli emektarın, o esnada orada bulunan, müdürün gözünün içine bakarak  aldığı “aç” işareti üzerine, gönülsüz de olsa, açmak zorunda kaldığı  ana kapıdan topluca ama düzenli olarak dışarı süzüldük. Artık ok yaydan çıkmıştı!

Tarsus caddelerinde düzenli ve vakur bir şekilde yürümeye başladık. Emniyet Müdürlüğü tarafından bize verilen güzergah üzerinde olmak üzere, en önde şanlı Türk bayrağı ve siyah bantlı  bir çelenk  ile yürümeye başladık.  Ellerimizde  pankartlarla, meşhur Tarsus parkından  Hükümet Meydanındaki, Atatürk anıtına kadar yürüdük .Yürüyüş boyunca, yol kenarında biriken Tarsus halkı eylemimize  büyük ilgi gösterdi  ve destek  verdi.  “Bravo , helal olsun gençler” vs gibi  sözlerle bizi motive etti..

Yürüyüş süresince  emniyet mensupları ve sivil polisler guruba eşlik ettiler  ve  yürüyüşümüzü,  baştan sona, filme çektiler. Basın mensupları da fotoğraf çekiyorlardı. Bazı Amerikalı  TAC öğretmenleri de, “dedektif havasında”, filmler  ve fotoğraflar  çekerek sivil polislere eşlik ettiler .

Hükümet meydanına geldik. Siyah bantlı çelengimizi Atatürk anıtına koyduk, saygı duruşunda bulunduk. Yürüyüşümüz, başladığı gibi vakur bir havada devam etti ve olaysız bitti. 

11 Nisan 1963 günü, Tarsus gazeteleri Tarsus Amerikan Koleji öğrencilerinin, arkadaşlarına haksız olarak verilen  bu toplu cezaya başkaldırarak, çok vakur bir sessiz yürüyüş yaptıklarını ve hiçbir olumsuz olayın meydana gelmediğini yazıyordu.        

Türkiye ‘de bir ilki gerçekleştirmiştik. Müdür bey ile aramız bozulmadı, ama “limoni” oldu. [Student Council] Başkanı olarak ilişkilerimiz hep dostane oldu ve hiç kopmadı. 

Yürüyüşümüz ses getirmiş  ve taaa Ankara’dan duyulmuştu. Aradan kısa bir müddet sonra,  Ankara’daki ABD Büyükelçisinin  TAC’ne geleceği duyumunu aldık. Beklemeye başladık. Geleceği kesin saati bilmiyorduk ama, bir öğleden sonra,  Stickler’da ders yaparken,  “teneffüste aşağıya inilmeyecek” talimatı olduğu söylendi. O zaman anladık ki, büyükelçi gelecek ! 

 Ve geldi…Biz merdivenlerden aşağı inmeden, kapıdan müdürle beraber içeri giren büyükelçiye de protestolarımızı duyurduk…

TAC ‘63 mezunu olacak arkadaşlarımız nihayet okula döndü. Okulda normal hayat tekrar başladı. Ama inanıyorum  ki, bu arada, hiç arzu etmediğimiz halde,  rahmetli ve saygın müdürümüz, Mr. MAYNARD’ın  görevden alınmasına da sebep olduk. 

10 Nisan 1963 günü TAC  olarak tertip ettiğimiz bu  sessiz yürüyüş, o dönemin Türkiye’sindeki demokratik ve özgürlük ortamını yansıtması bakımından önemlidir. 

Ayrıca, lise seviyesindeki bir eğitim kurumu (okul) öğrencilerinin, ilk protesto eylemi olması bakımından da son derece dikkat çekicidir. Birlik ve beraberlik içinde olunarak, haksızlığa karşı durmanın çarpıcı bir örneğidir. 

Bugün içinde bulunduğumuz 2012 yılında bile, milyonları içinde barındıran  gençlik kuruluşlarının, üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin, gerçek  işçi ve  memur sendikalarının, emeklilerin ve ezilenlerin seslerinin çıkmadığı Türkiye’de, TAC  öğrencilerinin  bu örnek  protesto eyleminin demokrasi ve özgürlük açısından önemi ve değeri, her gün geçtikçe, daha iyi anlaşılmaktadır.

Herhalde, bu bilinçli eylem TAC’de verilen  eğitimin özgür koşullarını,  hoşgörü ortamını  ve haksızlıklara karşı duyarlı öğrenci vasıfları açıkça ortaya koymaktadır.  Umarım, özlenen bu özgürlük ve demokrasi tabloları, bu güzel ülkemizde tekrar yaşanacaktır.    

Ne mutlu TAC ’ li olana..     

TAC ’ 64 

FARUK BOZBEY 

Silifke, 10 –Nisan – 2012 

***

      Bir konuşma yarışması  

      Ben lise 2’de bir konuşma yarışmasına (speech contest) katılmış, ancak favori olmama karşın kazanamamıştım.     

      Oysa Mrs. Meyer ve Mrs. Maynard’ın jüri üyesi olarak bulundukları yarışmanın sondan bir önceki aşamasında  konuşmam  ‘yerden  kalkmış’ ve bu öğretmenler hayret ve takdirle bakışmışlardı.  

      Yarışmayı kazanamayışımın en önemli nedeni salonun diğer ucunda bir arkadaşın el hareketleri yaparak dikkatimi dağıtmasıydı!  

      El hareketleri yapan arkadaşın benimle zoru neydi, bilmiyorum. Çok eskiden benden yediği bir tekme vardı. Öcünü almak istediğini söylemişti, ama bu çok yıl önceydi; çocuk denecek yaştaydık…

      O dikkatimi dağıtmasaydı belki yarışmayı kazanabilirdim, ama arkadaş yapacağını yapmıştı. Demek insanın hakkını elinden almak bu kadar kolaydı…                                                                                                       

     Sanat yapıtının güzelliği sanatçının çektiği acılara değidiği gibi, benim de yarışmayı kazanmam okul yaşamımda çektiğim nice acıyı bir ölçüde telafi edecekti. Olmadı…     

        Ne yapabilirdim?               

      Bu olaydan sonra ‘Ne  yapabilirdim?’  diye  düşünmüşümdür…  Bir avuntu da olsa, düşüncem şuydu:                     

      Konuşmayı bırakabilir ve ön sırada oturan öğretmenlerden birine, Jones’a ya da Maynard’a) durumu anlatabilir, arkadaşın el kol hareketlerini görecek ve gerekirse müdahale edecek biçimde yanıma bir öğretmen verilmesini isteyebilirdim… Bir şey yapılamasa bile medeni cesaretin gereğini yerine getirmiş olurdum.  

      İbrahim Bey’ in emeklilik üzerine bir düşüncesi

      İbrahim Bey’in emeklilikle ilgili bir düşüncesini  kendisinden  duymuştum: Kişinin emeklilikten sonra kendi branşıyla ilgisini tamamen kesip bir başka alana yönelmesi gerektiğini söylemişti… (Kendisinin balıkçılığa merak salması gibi.) Değişiklik güzel de bu  kadarı  fazla  diye düşünmüştüm. 

A Ç I K  Ş E Y L E R  

Cinsellikle tanışma (‘the rude awakening’)

      Kimilerinin “Keşke yazmasaydın” diyeceği ‘Açık Şeyler’i yazmamla ilgili olarak, daha önce yer alan Atatürk fıkrasını yeniden verecek olur-sam:          

      Bir Atatürk fıkrası                                                               

      Bir gün Falih Rıfkı Atatürk’e şöyle demiş: 

   “Efendim, hakkınızda yazılanlar yetersiz. Oysa Batı’da liderler üzerine çok güzel eserler yazılıyor. Yakup Kadri ile ben size dair bir eser yazsak…”

      Atatürk sormuş: “Peki bu akşam konuştuklarımızı yazacak mısın?”

   “Aman efendim” demiş Falih Rıfkı, “O kadar hususiyete girmeye ne gerek var?”

      “O zaman” demiş Atatürk, “sizin yazdığınız da o beğenmediklerin gibi olur.”                                                                                                         

  İşte ben de cinsellikle tanışmamın öyküsünü vermeseydim, çizdiğim yatılı okul tablosu eksik kalacaktı.                                                        

     Yeni öğrenciyi neyin beklediği  

      On bir yaşımda annemin beni götürdüğü yatılı okulun yatakhanesine ayak basmamdan çok geçmemişti ki koyu taşralı, arsız ve neredeyse kaba cinsellik sözcükleriyle soluk alıp veren bir öğrencinin sorularıyla karşılaşacaktım.

      Cinsellikle tanışmamı verirken bu öğrencinin kullandığı ‘çok argo’ sözcükleri aktardığım için okurun affına sığınıyorum…   

      Koyu taşralı öğrencinin bana sorduğu ilk sorularından biri “Dedenin .m. var mı?” olmuştu. 

      Sürekli duymama ve ayıp bir sözcük olduğunu bilmeme karşın ‘..’ın ne olduğunu bilmiyor, soruyu soran arsız öğrenciye aval aval bakıyordum. Bu ise onu müthiş keyiflendiriyordu…      

      Daha sonra şu olmuştu: 

      Yeni gelmiş öğrencilerden birkaç kişiydik. Bu öğrencinin buyruğuyla bir halka oluşturduk ve arkadaş “Kimde biterse, başı bitten, g… s….. kurtulmasın” diyerek bir tekerleme başlattı ve her bir ‘durak’ta birimize dokunarak tekerlemeyi sürdürdü.              

      Tekerleme bir arkadaşımızın üzerinde bitecek ve bu arkadaş arsız öğrencinin önderliğinde bizler tarafından bir güzel ‘ellenecekti’.            

       İşin bir nevi oyun olarak burada biteceği düşünülebilirdi. Fakat hiç de pısırık biri olmayan arkadaşımızın arkası son sınıfa kadar (yedi sene) ara sıra da olsa ellenmekten kurtulamayacaktı! 

       Görüldüğü gibi, cinsellikle tanışmam ideal koşullarda olmamıştı.  

       Burada iki çarpıcı örneğini verdiğim ‘cinsellikle tanışma’nın benzerlerini uzun süre yaşayacaktım. 

      Müdürümüz Mr. Maynard’ın bu anlattıklarımdan haberi olsaydı ne yapardı acaba? “O kadar olacak” mı derdi, yoksa “Bu  kadarını  beklemiyordum” deyip tedbir almaya mı yönelirdi?

      Babamın verdiği cinsel eğitim            

      Yatılı okulun ikinci yılında, ergenliğe geçişimden aylar sonra babamın anneme, işi üzerinden atarcasına “Sen konuş,” anneminse “Kız olsaydı ben konuşacaktım, şimdi senin konuşman lazım” demesinden, benimle cinsellik üzerine konuşulacağını anlamıştım.

      Sonunda babam beni içeri çağırdı; konuştuk. Ancak geç kalınmıştı. Ben ergenliğe erken geçmiş, hatta kendi  çapımda  ilk  cinsel  deneyimi yaşamıştım.       

      Babam bana ‘cinsel bilgileri’ ben yatılı okula girmeden (en azından ergenliğe geçmeden) verseydi  cinsellikle  tanışmam  ‘daha  az  sarsıntılı’olacaktı. 

      Görüşmemizde babamın bana ‘elle oynamanın’ çok kötü bir şey oldu-ğunu söylediğini hatırlıyorum. Kendi yapmamış mıydı? Çok mu zararını görmüştü?  

      Sonra da erkekle kadının nasıl birleştiğini anlatmış, bunun çok zevkli bir şey olduğunu ve buna aşk dendiğini(Vay vay vay!) söylemişti.

      Bu arada kadının organının biraz altta olduğunu söylemiş,“Bunu bilmiyordun değil mi” diyerek gururlanmıştı.                                            

      Son olarak da bu konuları 18 yaşına geldiğimde benimle yeniden konuşacağını söylemişti… Ancak, 18’ime gelmemin üstünden aylar geçmesinden sonra bu sözünü hatırlattığımda, babam “Sen artık bu konularda profesör olmuşsundur” diyerek beni başından savmıştı.  

      İlk cinsel yaşantım

      Bir komşu kızıydı. Dokuz yaşındaydı, ben de on iki. Bizim evde, bir odada yalnızdık. Ben yarı bilinçli, kızın ‘orasını burasını’ ellemeye başlamıştım… Kız gittikten sonra ne yaptığımı bilmeden ‘elimle oynamaya’ başladım. Sonunda, zevkin doruğunda pipimden bir şey, bir sıvı, fışkırıverdi. 

      Çok korkmuştum. Ne olduğunu görmek için tuvalete koştum. Çişe hiç de benzemeyen bir şeydi…            

      Bana olanın çok tehlikeli, belki de ölümcül bir şey olduğunu düşündüm; epey bir zaman bu korkuyu yaşayacaktım…  

     Çocuğa zamanında söylenmeli   

      Nispeten aydın olan anne babalar bile “Daha erken” diyerek çocuğa cinsel gerçekleri anlatmakta geç kalabiliyorlar. Hiç anlatmayanlar da pek çok ya.                                                                      

     Ergenliğe geçmek üzere olan çocukların anne babalarına önerim, erkek çocuğa ‘normal zamanından’ bir sene öncesinden itibaren “Pipinde değişik bir his olursa korkma, babanla konuş” demeleri ve bu sözü ergenliğe kadar belli aralıklarla tekrarlamaları, 

kız çocuğa da, göğüslerin çıkması ve kanama ile  ilgili  ne / nasıl söylene-cekse geç kalmadan söylenmesi.                                       

      Bizde cinselliğin uyanışı                                                       

   Allah’ın bildiğini kuldan niye saklamalı?.. Yatılı okuldaki  ilk  yılları-mızda arkadaşlarımızın bacaklarına ilgi büyüktü.                                                                            

      Gerçi   bu  ilgi  bakmanın   (ve ‘ah’, ‘uh’ demelerin)  ötesine geçmezdi, ama bacaklarına baktığımızarkadaş tabiatıyla bakışlarımızdan ve  nidalarımızdan rahatsız olurdu. 

      (Neyse ki ben bu rahatsızlığa uğramayacaktım… Bir defasında sınıf arkadaşım Münir “Leon, senin de kazık gibi bacakların var ha!” deyince bu bakışlarla karşılaşmayacağımı düşünerek sevinmiş, gerçekten de bu bakışlara maruz kalmamıştım.)                                                                            

      Kızların olmadığı bir ortamda bu ‘erkek erkeğe’ ilgi liseye kadar sürecekti.   

      Eşcinsel bir yatakhane hocası

      Orta 3’te eşcinsel bir yatakhane hocamız vardı. Yerini bulmuş biri! Adam aktif ilişkiler peşinde olmasa da eşcinseldi.

   İşlediğimiz suçlara verdiği ceza, ya popoya elle tek vuruş, ya da cetvelle iki vuruştu… Biz namusumuzu korumak için, daha fazla acıtsa da cetvelle iki vuruşu tercih ederdik.

      Bir defasında adam bana ‘iki cetvel’ vurmuş, “Nasıl acıdı mı, kızardı mı, bir bakayım” demişti   

      O günlerin diliyle  ifade  edecek  olursam, “Hadi s…..”  diyemedim  ama arzusunu da yerine getirmedim tabii.

      Bacaklarını hayranlıkla süzdüğümüz bir arkadaş vardı. Bir defasında yatakhane hocamız ışığı bu arkadaşın bacaklarına tutmuştu. Biz gülüşür-ken, medeni cesareti olan bu arkadaşımız adamın yanına gitmiş, neden ışığı bacaklarına tuttuğunu sormuştu.                                                     

      “Senin bacaklarına önem verdiğini biliyorum,” demişti adam. “Yatağına çabuk geçesin diye ışığı bacaklarına tuttum…” 

      Minareyi çalan kılıfını hazırlardı.  

      İlginçtir, adamın bu ‘ilgisi’ bizde infial uyandırmaz, gülme konusu  olurdu. Durumu idareye bildirmek ise  aklımıza  gelmezdi.  Öğretmenin -şöyle ya da böyle- ‘öğretmen’ olduğu yıllardı.

      Müdürümüzün bu durumdan haberi var mıydı? Belki de yoktu. Mağduriyetlerin yukarıya pek yansımadığı yıllardı… Ya da haberi var idiyse,   şikâyet olmayınca duruma müdahale ederek başına dert almak istememişti.

      Mrs. Wood                                                       

      Yatakhane hocamız Mrs. Wood genç ve çekici bir kadındı.Tam da 11-12 yaşlarındaki Hazırlık ve Orta 1 öğrencilerine yatakhane hocası yapılacak biri!.. 

      Özellikle de yatakhaneleri bitişiğimizde olan ve bize sık sık baskın yapan Orta 1 öğrencilerinin birçoğunun ergenliğe geçmiş olduğu ve bizi ‘bilgilendirdiği’düşünülecek olursa.                                             

      Bizler yatakhanede pijamalarımızı giyip kadının etrafında bir halka oluşturur, daha cesaretli olanlarımız bacaklarını görmek için  ‘altına yatardı’.

      Orta 1’de bir arkadaşın yattığı yerde ‘eliyle oynadığını’ anımsıyorum!                                                                                  

      Bana gelince, alta yatmayı denemiş, ama her tarafım titremeye başlayınca bu sevdadan vazgeçmiştim. 

      Ama kadına değmek istiyordum. Elimi, nispeten zararsız bir yer olduğunu düşündüğüm böğrüne yasladım. Kadından tepki gelmeyince  rahatladım, fakat içimden “Vay o…..” demekten de geri kalmadım…       Hoşgörüsünden dolayı kadına minnettar olmam gerekirken tepkim bu olmuştu. Erkek olmayı, belli bir dönemin ve  coğrafyanın  erkeği  olmayı öğreniyordum.    

      Biz Hazırlık öğrencileri yeni uyanan cinselliğimizle Mrs. Wood’u süzerken Orta 1’den Ercan şöyle demişti: “Siz onun ..ındaki kılları görseniz korkarsınız. Abiniz alışıktır.”   

      Mümtaz Abinin yaptığı

      Bizden iki sene büyük olduğu  için  ‘Mümtaz  Abi’   derdik.  Kendine müthiş güvenen biriydi.                                

      Mrs. Wood odasının kapısının önüne varıncaya kadar Mümtaz Abi arkasından gider, kadın kapısının önünde durduğunda elinin tersini kadının poposuna hafifçe yaslar, birkaç saniye orda tutardı. Sık sık tekrarlanan bu harekete kadından herhangi bir tepki gelmezdi. Hoşlanıyor olmalıydı…     

  Bizlere gelince, sonraki yıllarda ellerimiz kim bilir kaç kadın popo-suna değmiştir, ama o günlerde Mümtaz Abi gibi  elimizin  tersini  Mrs. Wood’un poposuna yaslayabilmek için neler vermezdik? Kaç yılımızı?..    ***

                                                Bize olan…

     İşte bu körpe çağda arkadaşlarımla  birlikte  günaha  batmıştım… Ben ve  arkadaşlarım,   kadını   cinsel  bir  nesne  olarak   görmenin    sonucu, uzun yıllar   kız  ve   kadınları   insan olarak  göremeyecek,   onlarla sağlıklı ilişkiler kuramayacaktık.   . . 

ÖĞRETMENİN KALICILIĞI   

      Öğrencilik yılları bölümünde okulumdaki ‘istikrar’dan söz etmiştim… Ancak okullarımızın birçoğundaki istikrar nasıl bir istikrardı? İngiltere kraliçesi Viktorya’nın tahta çıktığı yılda doğmuş olan bir çocuk 71 yaşında öldüğünde kraliçenin saltanatının henüz sürmekte olduğu istikrara benzer bir ‘istikrar’!                                                                                                                   

      Birçok zayıf ya da ‘aykırı’ öğretmenin kalıcı olmalarının geçerli idari nedenleri olabilse de, gönül isterdi ki zayıf ya da aykırı öğretmenler bir süre sonra yerlerini liyakatli ve düzgün öğretmene bıraksın… Ne var ki ülkemiz genelinde de idare açısından bariz bir hatası olmayan öğretmen, yetersiz de olsa, ‘kalıcı’ olabilmektedir.

İki öğretmen

Sinirleri sapasağlam bir biyoloji öğretmeni

İstanbul’da öğretmenlik yaptığım bir lisede biyoloji öğretmeni bir İngiliz kadın vardı. Bir gün dersini dinlemiştim. Hayatımda dinlediğim en kötü dersti. Öğretmen kupkuru ders anlatıyor, öğrenciler de bir kafedelermiş gibi aralarında konuşuyor, iki öğrenci ise amiralbattı oynuyordu. 

Böyle bir öğretmenin dersinde amiralbattı oynanmasını yadırgamazdım da oynayanlar sınıfın birer ucundaydı ve seslerini birbirlerine duyurmak için bağırmaları gerekiyordu. Bari yan yana otursalardı…  

Ders anlatmayı sürdüren öğretmense bu öğrencilere arada bir ‘onaylamayan bir bakışla’ bakıyordu.          

Öğretmen ilgisizliği hak etse de bu kadarı fazlaydı… ‘Ayıp olduğunu’, hiç değilse yan yana oturmalarını söylediysem de oralı olmadılar. Neyse ki öğretmenlik sıfatımdan arınıp “hatırım için” dediğimde oyunu bıraktılar…           

  ‘Sinirleri odun kadar sağlam’ bu biyoloji öğretmeni  sanırım  birkaç yıldır okulda varlığını sürdürmekteydi!            

   Kayda değer bir nokta da, ben‘ruh’tan söz ettiğimde kadının ‘bilmiş bilmiş’ gülümseyerek ruhla neyi kastettiğimi sormasıydı! 

      Bir Batılıdan böyle bir soru gelmesi normal olsa da,  kadının bu soruyu bilmiş bir gülümsemeyle sormasını ben ruhsuzluğuna vermiştim.                   

 Ders vaktini sözlüyle dolduran öğretmen 

Bende ders dinleme merakı vardı… Öğretmenlik  yaptığım  kız lise-sinde öğrencilerin şikâyet ettiği Milli Savunma dersi  öğretmenine,  çok  güzel  ders  yaptığını  duyduyduğumu, mümkünse dersini izlemek istediğimi söyledim. Adam şaşırdı. “Ben ders yapmıyorum ki,  sözlü  yapıyorum” dedi. Neyse, zor güç dersine girdim…                              

      Adam ders boyunca sözlü yaptı. Sorularına cevap veremeyen öğren-cilere “Olmaz hemşerim böyle, çalışmazsan geçemezsin” diyordu. 

Öğrenciler Milli Savunma dersine çalışmaktan başka derse çalışamaz olmuşlardı. 

Milli Savunma’nın üç ders değerinde olduğu düşünüldüğünde ‘Çalışmazsan geçemezsin’ sözünün öğrenciler üzerindeki etkisi tahmin edilebilir…  

Bu öğretmen de okulda varlığını sürdürüyordu. 

 ‘ o r t a  v e  l i s e  y ı l l a r ı ’ n ı n  s o n u

İ L K O K U L   

(1952-1957)

      İlkokulu 1952-1957 yılları arasında Adana’da okudum.

      Şimdi (2011’de) önünden geçiyorum da, güvenliğiyle, girişleriyle  nasıl da değişmiş…

      Okulumuzun duvarları boz renkteydi. 

      Küçük ağaçların olduğu bir bahçesi vardı. Tarım-İş dersini orda yapar, güneş vurduğunda orda güneşlenirdik.

      Okul girişindeki Atatürk büstü ve bayrak bize soylu bir amaç için orada olduğumuzu fısıldardı.

      Duvarlarda Türk büyüklerinin resimleri asılıydı. Mehmet Akif, Gazi Osman Paşa, Namık Kemal…

      Koridorlar mazot kokardı. Nerde mazot kokusu alsam, şimdi de  mis gibi kokar burnuma…

      İlkokulda ilk günüm  

      Okulda ilk günüm. Vakit geçmek bilmiyor…

      Birkaç kadın öğretmen ötede sohbet ediyorlar. Her nasılsa kendimi yanlarında buluyorum.

      Beni güzel bulduklarından olacak, “Annen güzel mi?” diyorlar. 

      “Evet” diyorum.

      “Baban güzel mi?” 

      “Erkek için güzellik mühim değil ki” diyorum.

       “Ya nedir mühim olan?” diyorlar gülerek.

      “Erkek cesur olmalı!”

      R sesini çıkartamadığım için anlamıyorlar ama anladıklarında pek hoşlarına gidiyor. Katıla katıla gülüyorlar. Bir çocuğun bunu söylemesine mi, erkeğin pek de cesur olmadıklarını düşündüklerinden mi, bilmiyorum.

       Teyzemin beni karşılayışı  

       Öğretmenlere sürekli saati soruyorum. Sonunda gidebileceğimi söylüyorlar. Çıkıyorum. Bir de ne göreyim? Yolun karşı tarafında babamın teyzesi Tant beni bekliyor! Kim  bilir  ne  zamandan  beri?  Tarifsiz  bir  

sevinç yaşıyorum…                                           

Öğretmenim

      “Onu annemden daha çok seviyorum!”

      Öğretmenim… Benim için neredeyse annem kadar aziz…

      Bir defasında babamın teyzesi Tant’a, biraz da suçlanarak öğretme-   nimi annemden daha çok sevdiğimi söylemiştim.

      “Aa” demişti Tant, “O senin annen.”

      “Ama ben öğretmenimi daha çok seviyorum.”

      “Aydee!” demişti Tant. (Bırak, saçmalama.)

      “Neden?”

      “Tu madre te paryo!” (Seni annen doğurdu.)

      “Ama beni doğurduğunda ‘ben’ olduğumu bilmiyordu ki!” 

      Ben de az değilmişim.

      Öğretmenimin aç olmasına ağlıyorum   

      Bir öğle tatilinde öğretmenime bahçede rastladım. Bana acıklı bir sesle “Ben bu sabah bir şey yemedim, açım” dedi. Bu benim için korkunç bir şeydi. Dünya başıma yıkıldı. Sınıfıma koştum. Orda ağladım, ağladım… Nasıl bir ağlama, derinliğini hâlâ hissederim.  

      Sonra hademelerden izin isteyerek okuldan çıktım. Hademelerin gülümsemeleri ardımda eve koştum… Sefertasına yemek koyup verdiler; öğretmenime götürdüm. Gülümseyişini hatırlıyorum. 

      Bir gün öğretmenim, annem ve ben oturuyorduk.  Öğretmenim olayı anneme anlatırken “Neredeyse ağlayacaktı” dedi. “Ağladım” dedim. 

      “Ağlamak üzüntünün nefesidir!”               

       ‘Ağlamak’ deyince, ilkokulda kendim bulduğum bir söz vardı: “Ağlamak üzüntünün nefesidir!”                      

      Bu sözü bir istiare (metafor) olarak söylemiştim ama sonraki yıllarda fiziki anlamda da böyle olduğunu, ağlamadaki nefes alış verişin üzüntüyü bir ölçüde giderdiğini fark edecektim. 

Öğretmenimin hırçınlığı  /  yüreğindeki kara noktalar

      Hayatımda yeri olan ve sevdiğim kişilerin hatalarını da verme ilkesi uyarınca sevgili öğretmenimin hatalarını aşağıda veriyorum.                            

     Yeğenine kızması

      Sınıfımızda öğretmenimin yeğeni de vardı. Kendisinden istenen performansı göstermediği için öğretmenim ona sürekli “Yeğenim olduğun için seni kayıracağımı mı sanıyorsun?” der, çocuğun dünyasını karartırdı. Oysa çocuğun zeki olmayışının dışında bir kusuru yoktu. Öğretmeninin teyzesi olması ise şanssızlığıydı…  

                                                                        cetvelle vuruşları  fff

      Bir kıza sille tokat…

      Zafer adlı kızın uğradığı korkunç haksızlık geliyor aklıma.   

      Öğretmenim yeğeninden bir şehri Türkiye haritasında göstermesini istemiş, çocuk gösteremeyince de Zafer hafiften gülmüştü. Öğretmenimse buna fena içerlemiş ve Zafer’e yerini göstermesi, daha doğrusu gösterememesi için şehir üstüne şehir sormuştu. 

      Zafer şehirlerin yerini haritada neredeyse insanüstü bir çabuklukla göstermişti… Ancak bir şehrin yeriyle ilgili  kısa  bir  tereddüt  gösterince öğretmenim Zafer’e sille tokat girişmiş, bu ‘sille tokat’ bitmeyen saniyeler boyunca sürmüştü. 

      Sanmam Zafer bu olayı unutabilmiş olsun. 

      Yahya Kemal’in ‘Akıncı’ şiirindeki dizeler geliyor aklıma: 

                      Cennette bugün gülleri açmış görürüz de

                    Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!

        Falaka!   

      Bize falakanın geçmişte kalmış korkunç bir şey olduğunu öğretmiş olan öğretmenimin daha sonra falakaya bakışı değişmiş olmalı ki üç arkadaşı falakaya yatırdığını anımsarım! Bunlar anımsadıklarım…      

      Öğretmenimin çocukların ayaklarını tutturduğu  evliya  gibi  bir  Muhammet Abimiz vardı. Bu zulme nasıl alet olur diye düşünürdüm.                                                                                       

      Öğretmenim cetvelle abanarak yirmi kez vururdu… Çocukların çoraplarını çıkarmamak için çırpınışları.. Ah öğretmenim!..

      Anne babalardan şikâyet gelmez miydi? Gelse ve ciddiye alınsa herhalde öğretmenim bunu yapamazdı. O yıllar velinin öğretmene karşı sesini yükseltemediği yıllardı… 

      İlkokuldan sonra annem ve ben öğretmenimle uzun yıllar görüştük. Bir defasında öğretmenime falaka olayını sordum. “Hatırlamıyorum” dedi. 

      Unutmuş olabileceğini sanmıyorum…                                                                                               

      Hatırladığı halde “Hatırlamıyorum”dediyse kınanması gereken bu değil bence. Hepimiz ayıbımızı örtmeye çalışabiliriz. Kınanması, dehşet duyulması gereken falakanın kendisi… Nasıl olmuş da bu çağda o aydın insan bunu yapabilmişti? 

      Ah o kara noktalar…  Çağı da aydın kişiliği de dinlemeyen, dinlemeyebilen…    

      Öğretmenimin falakaları hatırlamadığını söylemesi aklıma Clinton’ın yalanını getirmiştir. Monica’yla olan ilişkisiyle ilgili olarak yalan yere yemin etmesi (lying under oath) üzerinde çok durulmuştu. Oysa Moni-  ca’yla  sivil  etiğe  göre  kutsal  sayılabilecek  Oval  Office’te  beraber  olan kişi ‘Yapmadım’ yalanınını da tabii ki söleyecekti! Clinton’ın büyük suçu  yalan yere  yemin  etmesi  değil, Monica’yla -olmayacak  bir  mekânda- beraber olmasıydı.

      Yeminle  ilgili  aklıma  şu  söz  gelmekte:  “Soru  sorma,  yalan  söylemeyim.” 

     ‘Kara noktalarına’ karşın onu seviyordum  /  Seçkin bir öğretmendi

      ‘Aklım erdiğinde’, bu olaylar bana öğretmenimin yüreğinde güzelliklerin yanı sıra kara noktaların da olduğunu düşündürecekti… Zafer’e ‘sille tokatları’ ve arkadaşlarımı falakaya yatırmaları için ‘Öğretmenim bunu nasıl yapardı?’ diyorum şimdi… Ama çocukluğun bir özelliği olsa gerek, Tanrı’nın gazabını sorgusuz kabullendiğimiz gibi öğretmenimizin falakaya varan hırçınlıklarını kabullenebiliyorduk. Ve ben öğretmenimi çok seviyordum. 

      Son olarak söylemeliyim ki birinsanlık göreviolarakfalaka ayıbı üzerinde durduğumöğretmenim rastgele bir öğretmen değildi. Şehrimizde test uygulamasını başlatan öğretmenlerdendi. 

      Hırçınlığının bir nedeni                                                                  

      Öğretmenimde zaman zaman baş gösteren hırçınlığın bir nedeni, şüphesiz, evlenmemiş olmasıydı. Bir erkek arkadaş edinmenin zor olduğu o yıllarda… 

      Ben ilkokula başladığımda öğretmenim  30,  okulu  bitirdiğimde  35 yaşındaydı. Yalnız ve erkeksiz…

            K ı z l a r   g u r u b u n d a …    . .

      Bir ‘dezoriyantasyon’  (yanlış yönlenme)  

      Öğretmenim beni kızlar gurubuna koymuştu. Gurubumda beş kız ve ben vardık.    

      Kızlar gurubuna konmuş olmam annemin bana şortumu göstermeyen ve etek gibi duran uzun önlük giydirmesinden miydi? Oğlanlar arasında hırpalanırım diye mi?                                                                                                          

      Babamla özdeşleşemeyişimin ve teyzeme olan yakınlığımın yanı sıra beş yıl boyunca kızlar gurubunda tutulmamın da kız ve kadınlarla özdeş-leşmeme yol açanetkenlerden biri olduğunu düşünürüm.

     Nedeni her ne idiyse, beş sene boyunca kızlar gurubunda tutulmamın bir mazereti olamazdı bence.       

Gurubumdaki kızlar

      Ahsen                                      

      Gurubumda bir Ahsen vardı ki bana gülmesi beni kahrederdi. Ben evlerinin önünden geçerken de gülerdi. Gülünmenin verdiği acıyı ilk kez onun gülmelerinde tattım. 

      Hayırlı 

      Arkamızdaki villada otururdu. Ben yavaşlığımdan dolayı verilen ödevi yazmayı yetiştiremediğim için annem neredeyse her akşam pencereye çıkıp ‘Hayırlı’ diye seslenir, beş on saniye geçtikten sonra da “Hayırlı, uğurlu, bereketli”  diyerek çağırısını sürdürürdü. Hayırlı bir an önce pencereye çıkmaya mecburmuş gibi.  

      Gerçi Hayırlı çok geçmeden pencereye çıkardı; nazlandığını ya da yüzünü ekşittiğini hatırlamam. Herhalde o yıllarda komşu hakkı şimdi olduğundan fazlaydı. Hayırlı olmasaydı ne yapardık, bilemiyorun.     

      55 yıl sonra…

      Bir 55 yıl sonra Ahsen ve Hayırlı -Ahsen’in kardeşi vasıtasıyla- benden hazırlamış olduğum şiir antolojisini istediler… 

      İlkokul arkadaşlarım belleğimde ‘geçmişe gömülüyken’, kitabımı istemeleriyle onları ve okulumu hatırladım.    

      T. S. Eliot (eliyıt)’ın şu ünlü dizeleri geldi aklıma:

We shall not cease from exploration                                                      And the end of all our exploring                                                                 

Will be to come back where we started                                                              And know the place for the first time 

                      Keşiflerimizi durmaksızın sürdüreceğiz                            Ve tüm keşfetmelerimizin sonucu                                                     

           Başladığımız yere dönmek           

           Ve geldiğimiz yeri ilk kez bilmek olacak   

       Leyla

      Ah Leyla, ah çocukluk sevgilim… 

      Bir sınıf arkadaşım onun sadece benim değil sınıftaki bütün erkek çocukların sevgilisi olduğunu söylemişti de gerçi…        

      Kızlar arasında öpüşmeler olur; gurubumdaki kızlar da Leyla’yı öptüklerinde ben ‘Gurubumda değil mi, neden ben de öpmeyim’ der, onu öpmeye eğilirdim. O güzelim Leyla açık kalpli değil miydi?.. Ancak bu toprağın ve o dönemin kızı olarak kendini öptürmezdi. Densizliğime kızlar gülerlerdi.                                                                     

      Anımsıyorum bir gün güneşin altında birlikte yürürken Leyla beni doğum gününe çağıracağını söylemiş ve gurubumuzdaki kızları şaşırtarak beni çağırmıştı.                                              

      1952-1957 yıllarında şehrimizde -seçkin bir okulda bile- bir kız  ço-cuğu bir oğlanı doğum gününe çağırır mıydı?.. Gurubumdaki kızlar Olacak şey mi? diye bakışmışlar, ancak sonunda ‘Kendi bileceği şey’ deyip geçmişlerdi.

      Doğum gününe gittim. Kızlar ip atlıyor, ben kenarda duruyordum. Leyla’nın babası “Nasıl kızların arasında olmak?” diye bana takılmıştı.                  

      Şimdi ilkokulda kızlarla oğlanları birlikte oynarken görüyorum da imreniyorum…                                          

      Bir gün annemle çarşıda Leyla’yla babasına rastladık. Annemin Leyla’nın babasıyla konuşacağını hissedince anneme fısıldadım: “Leyla’yı çok sevdiğimi söyleme olur mu?” 

  Annem “Olur” demişti.            

 Leyla’nın evinin yerini hatırlamıyor, ancak semtini biliyordum. İlkokulu bitirdikten sonra yıllar yılı adımlarım beni Leyla’nın semtine götürdü. Ama Leyla yoktu…                                           

   Leyla’nın sesini son bir defa duymuş muydum bilmiyorum. İlkokuldan iki üç yıl sonra olmalı, sinemada oturduğum koltuğun arkasında kızlar konuşuyorlardı. Konuşmalarında Loni (Leon) adı geçmişti. O gün bugün arkamdaki kızlardan birinin Leyla olduğunu düşünmüşümdür. Belki de adımı dönüp bakmam için söylemişti. Bense bakmaya cesaret edemedim; güleceklerinden korktum. O yıllarda gülme kızların müthiş silahıydı…

       Bu Leyla’nın sesini (Leyla idiyse) son duyuşum oldu… 

      Yıllar geçtikçe özlemim küllenmedi diyemem, ama hâlâ zaman zaman hayalimde Leyla’nın yolunu gözlerim. 

     (Vefa adına, gurubumdaki diğer iki kız Habibe Abla ve Nükhet’ti.)                                                   

      Gurubumun doğum günüme gelişi               

      Doğum günüme kaba saba sokak arkadaşlarım geleceğinden,  kızlardan oluşan gurubumu çağırmayı   düşünmüyordum. Fakat  annem  guru-bumu mutlaka çağırmam gerektiği söyledi. Ben de çağırdım, ama tedirgindim… 

      Kızlar geldiler. Onlar sokak arkadaşlarıma irkilerek, sokak arkadaşlarım da onlara arsız bakışlarla baktılar… Anladım ki sokak arkadaşla-rımla gurubumdaki kızlar kaynaşamazlar! Sokak arkadaşlarımın arsız bakışı sokağın inceliklere -ve kızlara- kapalı sesidir.   

  Ancak elli, altmış yıl içinde çok şey değişti; oğlanlarla  kızlar  birlikte oynuyorlar şimdi. Oğlanlar daha uygar, kızlar daha özgür…

       Arkadaşım Ramazan   

      Okula giderken rastlaştığımızda bana bir şeyler söylerdi.  Ancak uyuz görünüşlüydü; konuşmasını hayra yormazdım.  Neden sonra,  yaklaşımının dostça olduğunu anladım. Zamanla en yakın arkadaşım oldu.                           

      Bir defasında öğretmenim en çok hangi arkadaşımı sevdiğimi sorduğunda, “Ramazan’ı” dedim.                                          

      Öğretmenim şaşırdı. “Neden?” dedi.  Bir neden düşünemiyordum. Sonradan, uyuzlara eğilimim olduğunu anlayacaktım.  

       Ramazan’ı kızdırırdım

      Ramazan’ı kızdırırdım. En çok da o komik burnuna takılır, burnunu ellerdim. Elimi itince ‘İstikamet’ diyerek burnunu arkadaşlara gösterirdim. Buna da kızınca aynı harfle başlayan ‘İktisat’ ve daha sonra ‘İthalat, ihracat’ derdim. Arkadaşlarla gülüşürdük… Bunları yazarken bile kontrolsüz gülmelerle sarsılmaktayım… 

      En çok Ramazan’ı sevdiğimi söyleyerek öğretmenimi şaşırttığım gün,  kızdırmalarımdan kendini kaybeden arkadaşım sandalyeyi kaldırıp üzerime yürümüş, öğretmenim onu azarlayınca da öfkeyle “Şimdi biz mi haksız çıktık” demişti. Öğretmenimse bu feveran anında Ramazan’ın üs-tüne gitmeyi uygun görmemişti.                  

      Çocuğun inancı: Büyüğün yaptığı  / dediği doğrudur                                                                       

      Bir imtihanda (o yılların deyişiyle ‘imtihan’ diyorum) öğretmenim bir problemin çözülüşünün bir safhasında belli bir sayının çıktığını söyle-mişti. Bense öğretmenimin gittiği yoldan farklı (ancak doğru) bir yoldan gitmiş, o sayıya ulaşamayınca da yanlış yolda olduğumu düşünerek soruyu bırakmıştım.   

 O zamana kadar hep 5 almış olan ben bu sınavdan 3 almış, dünyam kararmıştı.                          

      Öğretmenimin sözünün ‘mutlak doğruluğuna’ inanırken kendi yolumun mantığını hiçe saymıştım.

      Okulda geçmeyen bir olayı da burada veriyorum.

      Bir defasında, annem işlediği bir suçtan ötürü küçük kardeşimin üzerine yürüyünce kardeşim kaçmış, ben de kaçtığı için ona bağırmıştım. 

 Bunun üzerine ‘Kaçması normaldir’ demek anneme düşmüştü.                  

      Bana göre büyük her zaman haklıydı ve çocuğun cezayı kucaklaması gerekirdi.

‘ İ l k o k u l ’  b ö l ü m ü n ü n  s o n u

3

BİZ BU UÇAKTA İDİK

BİZ BU UÇAKTA İDİK

thy2Mâlûm Uçak

Öyle bir yolculuk ki, , “Yok artık ! ” kat sayısı arş-ı âlâda,”Töbe estağfurullahı” gayetle bol. Yol boyunca milletin âsabı öylesi gergin ki, dokunsan herkesten ipince bir yüksek “Do” sesi çıkmakta.
19 Aralık (Kânûn-u evvel), 2015’de İstanbul’da bindik Toronto uçağına. Yerimize oturmamızla, yolculardan biri derhal hastalandı ve kendini dışardan gelen bir “Türk doktoruna emanet edip” uçaktan ayrıldı. Giden yolcunun ardından “Güvenlik” nedeniyle tüm el çantaları indirilip denetlendi. Haliyle 90 dakika gecikmeyle havalandık.

Bir saat sonra ses yükseltici “Uçakta doktor var mı ?” diye ünneyince Nilüfer, “son kez ben yaptım şimdi de sen yap” diye mızıklanıp topu fakire ortaladı. Bu fakir ise, kerizlik bu ya ve dahi can sıkıntısından, Hz. Hacivat’ın “Yâr bana bir eğlence medet” vecizesi kavlince sırıtaraktan parmağımızı kaldırdık. Gelen “gökkonuksal avrata” doktorluk ehliyetimizi gösterip, “Lâkin biz çocuk pediatristiyiz..” dememizle, kızcağız pek sevinmiş, “olsun.. ne de olsa az çok doktor sayılırsınız” deyip, engellemesem muhabbetinden herkesin içinde neredeyse boynumuza sarılıverecek idi. Müdahalemizi istedikleri ağır ve âcil vak’a, baş ağrısından muzdarip orta yaşlı bir hanım idi. Hikâyesini bir güzel alıp, çocukluk aşılarının bir tamam yapıldığını, küçükken kızamık geçirdiğini, allerjisi olmadığını falan öğrenip, Acetaminofen hapı ile kadıncağızın ızdırabını mâhirce dindirip, hayatını kurtardık. Bir saat sonra aynı müdahaleyi, orta yaşlı bir İranlı’ya yaptık ve, ücret olarak hastanın karısı tarafından iki adet kurâbiye ile ödüllendirildik.

DF-ST-83-07685

(Keflavik hava alanı)

Okyanus üzerine geldiğimizde, içimiz geçmiş, hafifçe uykuya dalmıştık ki, bu sefer başka bir gökkonuksal kızcağız omuzumuza dokunup fakiri uyandırdı. Gözleri endişeden falcı taşı misâli açılmış olaraktan “oh doktorcuğum medet..sen medeti bilir misin..?“ diyerekten yardımımızı istedi. Meğerse, kabin görevlisi kızlardan birinin eli, af buyurun helânin çöp tenekesinin kapağına sıkışmış, katiyyen çıkmıyormuş. Bir yandan bu durumun doktorlukla ilgisini düşündükse de, hâliyle epeyce de meraklandığımızdan üstelik vicdan da yapıp helâya gitmemizle bir de ne görelim.. zavallı kızcağızın eli öylesine sıkışmış ki, töbeler olsun, ne ileri ne geri asla oynamamakta, kızcağız ise en ufak harekette ağlıyaraktan, hatta çığlık bile ataraktan müthiş bir ızdırap içinde idi. Allahtan elinde lâstik bir eldiven takılıydı da “basıncın bir kısmını almıştır” diyerekten efkâr yürütmüş idik. Eldivenin içine salata zeytinyağını döktük olmadı, kapağı ittik çektik, olmadı. Kriko neyim bir yana, uçakta tornavida bile olmadığını hayretle öğrendik. Bu arada kızcağızın arkadaşları etrafımızda dönenmekte, bazılarının didelerinden yaşlar dökülmekte, üzüntü ve telaş yapmakta idiler. Kaptan pilot dahi yanımıza gelip, “Yok arkadaş, bu el buradan çıkmayacak, tiz yakın bir hava alanı bulup insek gerek” deyip yuvasına çekildi.

thy3İzlanda

Kabin ekranından uçağın konumu herkese âyan olduğundan, uçağın 90 derece kuzeye döndüğünü ve İzlanda’yı hedef yaptığını gördük ki uçakta ısırılmadık parmak kalmamacasına. Bu arada Cenap nâm kadîm arkadaşım meğerse telli fonundan “Flightradar24” programıyla taa Toronto’dan bizim uçuşu izlermiş. Bizim uçak, Kuzey’e dönmesiyle anîden ekrandan kaybolmuş. Bunu gören Cenap’ımızda âniden şafak atıp korkudan böbreği ağzına gelivermiş.  Altı saat gecikmeyle de olsa, önceden kesiştiğimiz gibi Toronto’da Cenap’in evine vardığımızda, “Tir git lan ordan..” dedi..”Türkiye’den ısmarladığım ilâçlı kremlere bir şey olur diye korktum..” diyerekten de korkusunun nedenini açıklamış idi.
Bir saatten az bir süre sonra da İzlandanın güney batısındaki, 8500 nüfuslu Keflavik kasabasına rahatça indik.
Kaptan pilotumuz İzlanda’lı ilgililere, telsiz fonla, “Böyleyken böyle” deyip durumları önceden bildirmiş olduğundan, itfaiyeci kılıklı birkaç İzlanda yiğidi tornavidalarını kapıp gelmişler. İki dakikada “şıp” diye kurtardılar hostes kızımızı ve de hepimizin hayır duasını aldılar.
Kızımızı “hop” diye bir tekerlekli sandalyeye koyup Keflavik hastanesine götürdüler. Bu arada açıkgöz bir yolcu da, “Ay bana da bişiler oluyor” ayaklarına yatıp, o da hastaneye götürüldü. Bir saat sonra ikisi de döndüler ve altı saat gecikmeyle yeniden göklere revân olduk.
Emeklerimiz Türk Hava Yollarına helâl olsun; Nobel bekliyorsam nâmerdim.

Dr. Timur Sumer

cenap

CENAP’LA TORONTO’DA

Kardeşim Birnur’un yorumu :

Abiciğim, yolculukta başınıza pişmiş tavuğun başına gelmeyenlerin geldiğini Nilüfer abladan duydum. Çok geçmiş olsun. Oysa ki, selâmetle gitmeniz için gereken bütün duaları okumuştuk,  pek etkili olmamış. Şimdi evinizde dinlenirsiniz. Hostesin elinin çöp kutusuna sıkışması hadisesini bir türlü gözümde canlandıramadım. Keşke bir resmini çekip yollasaydın da ibretimizi alsaydık. Böyle tövbe estağfurullah olayları fotoğraflayıp ölümsüzleştirmek lazım. Yine de kıssadan hissemizi kaptık: Her ölümlü bir gün elini çöp kutusuna kıstırmayı tadacaktır (ki mutlaka benim başıma da gelecektir). Bu işin çaresinin İzlanda’da olduğunu öğrendiğim iyi oldu. Başıma gelirse çöp kutumla birlikte oraya bir yolculuk yapacağım demek ki. Hayırlısı olsun. Herkese selamlar sevgiler. Birnur

20/12/2015 tarihli Hürriyet gazetesinden:

Türk Hava Yolları’nın (THY) Istanbul-Toronto seferini yapan tarifeli uçağı, kabin memurunun rahatsızlanması nedeniyle İzlanda’nın Keflavik Uluslararası Havalimanı’na zorunlu iniş yaptı.Edinilen bilgiye, Atatürk Havalimanı’ndan Kanada‘nın Toronto şehrine hareket eden THY uçağında görev yapan kabin memuru rahatsızlandı. Kabin memurunun durumu, kaptan pilota bildirildi. Kuleyle irtibata geçen pilot, gerekli izinlerin alınmasının ardından İzlanda‘nın Keflavik Uluslararası Havalimanı’na sorunsuz indi.

Rahatsızlanan kabin memurunun sağlık ekipleri tarafından uçaktan alınmasının ardından uçağın Toronto’ya hareket edeceği öğrenildi.

ATATÜRK’ÜN SON YÜZ GÜNÜ

Bir Solukta Boğazınızda Yumruyla Okuyacağınız Atatürk’ün Son 100 Günü

Avrupa’dan doktor getirildiğinde iş işten geçmiş olacaktı, Mustafa Kemal, yaşamının son günlerine giriyordu…

31 Temmuz 1938 / “Sonuç, ciddi ve vahimdir.”

31 Temmuz 1938 / "Sonuç, ciddi ve vahimdir."
1 Temmuz günü önce Dr. Eppinger İstanbul‘a geldi ve diğer meslektaşını beklemeden hemen Atatürk’ü muayene etti. İlk tepkisi, kötü bir Fransızca’yla “Un cas triste (Güç bir vaka)” demek oldu.Almanya‘dan davet edilen Prof. Bergmann, Avusturyalı meslektaşından bir gün sonra geldi ve o da, hastayı muayeneyle işe koyuldu.Sonunda Türk ve yabancı hekimler bir arada toplanıp, son bir rapor yazmaya koyuldular. Adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Doktorlar o günkü raporda “Atatürk’te bir siroz vardır” ifadesini ilk kez bu netlikte yazdılar. Raporun sonundaki ifade ise aynen şöyleydi:“Sonuç, ciddi ve vahimdir.”

O gece Atatürk’ün Yaveri Salih Bozok, bir mektupla, bu sırrı, Ankara‘ya İsmet Paşa’ya duyurdu:

“Aziz ve Muhterem Büyüğüm İnönü,

Ben bu mektubu sonuna kadar yazmaya, siz de okumaya bilmem muvaffak olabilecek miyiz? Parmaklarım kırık, gözlerim kör olsaydı da ben size böyle acı bir mektup yazmaya muktedir olmasaydım. Fakat vatan aşkı, millet ve memleket sevgisi ile işittiklerimi, gördüklerimi acı ve feci de olsa size bildirmeyi bir vazife, bir borç bildim ve bu mektubu yazmak mecburiyetini hissettim.

Sevgili Paşam,

Büyük kurtarıcımız Atatürk’ümüz dün, ecnebi profesörlerin de bulunduğu bir sıhhî heyet tarafından muayene edildi. Konsültasyon neticesinde icap edenler yapıldı. Fakat bu konsültasyonda bulunan bazı doktor arkadaşlar tarafından bana mahrem olarak söylenenlere ve benim de görüp anladığıma göre Atatürk’ümüzün bugünkü sıhhî vaziyeti korkulacak kadar vahimdir. Kalbim parçalanarak size bu elim haberi vermek mecburiyetinde kaldığım için ayrıca acı duymaktayım. Artık buna göre ne yapmak ve nasıl bir tedbir almak lazımdır, bilemem. Ankara’da bulunduğunuz için buradaki vaziyetten sizi, memleket ve milletimin büyüğü, kıymetli İnönü’müzü haberdar etmekle vicdanî vazifemi yapmak istedim.

Gözyaşlarımla ve derin saygılarımla ellerinizden öperim.”

Bozok, bu mektubu oğlu Cemil’le Ankara’ya gönderdi.

3 Ağustos 1938 / ”Atatürk’ü gördüğün zaman, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin?”

3 Ağustos 1938 / ''Atatürk'ü gördüğün zaman, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin?''
İsmet Pasa, mektubu okuduktan sonra şu cevabı yazdı:“Kardeşim Salih,Mektubunuzu büyük teessürle okudum. Dayanılmaz bir surette yüreğim bir daha sızladı. Acılı duygularımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Vefalı, vatanperver kalbinizin elemlerini anlıyorum. Elimden geldiği kadar vaziyeti takip ettim. Hastalığın ciddi olduğu görülüyor. Ben, kuvvetli ümidimi muhafaza ediyorum. Hastalığın tevakkuf haline geçmesi ve vücudun kuvvetlenmesi ihtimali daima vardır. Son alınan sıhhî tedbirlerin de canımızdan sevgili hastamızın afiyeti için yeni bir ümit şulesi olduğuna inanıyorum.

Kardeşim Bozok,

Sevgili Atatürk’ü gördükçe, onun ümidinin sarsılmamasına ve mümkün olduğu kadar neşeli kalmasına çalışmalıyız. Yine en büyük sıhhî iyilik, onun maddî ve manevî kuvvetinden gelecektir. Beni haberdar etmek lütfunuza çok minnettarım Bozok. Teessürlü, ümitli olarak ve candan dua ederek takip ediyorum. Bergmann (Almandoktor) tecrübeli, şöhretli bir doktorimiş. Bu hastalığın seyrinde birdenbire iyilik, tevakkuf devresi husule geldiği vakimiş. Bu ihtimaller, çok ümit bağladığımız ışıklardır.

Atatürk’ü gördüğün zaman, yormayarak, benim tarafımdan ellerini, yüzünü hasretle öper misin? Mektuplarını daima beklerim. Gözlerim yaşlı olarak, muhabbetle gözlerinden tekrar tekrar öperim sevgili kardeşim.”

Salih Bozok neden durumu acilen İnönü’ye haber vermişti? “Ne tedbir alınır, bilemem” derken muhtemel bir iktidar boşluğunu mu kastediyordu?

Bu soruları yanıtlayabilmek için o günlerde Atatürk’ün Ankara ve İstanbul‘daki arkadaşları arasında alttan alta süren bir iktidar mücadelesinin filizlendiğini kabul etmek gerekir.

2 Eylül 1938 / “Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir”

2 Eylül 1938 / "Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir"
Ağustos ayı boyunca Atatürk’ün hastalığı ilerlemesini sürdüşmüş, eylül ayı başında ise karnındaki suyun şırıngayla alınması artık zorunlu hale gelmişti. Biriken suyun miktarı 10-12 litreyi bulmuştu. Bu yüzden Atatürk’ün nefesi daralıyor, sıkıntısı dayanılmaz bir hal alıyordu. Doktorları, Fissenger’nin üçüncü kez çağrılmasını ve onun huzurunda şırıngayla karından su alınmasını kararlaştırdılar.Karındaki suyun çıkarılması için yataktaki konumunu biraz değiştirmek, vücudu sola döndürmek gerekecekti. Bu sayede alınacak su, karnın en altında toplanacak ve dışarı alınması kolaylaşmış olacaktı. Sonra da karın duvarı özel bir iğneyle delinecek ve içerideki su şırıngayla çıkarılacaktı.Operasyonu yapacak olan Mim Kemal Öke, “Atam, siz müsterih olunuz. Bu, daha önceki ameliyatlarınızdan da basittir” dedi.

Atatürk düşündü ve uzun zamandır yapmayı düşündüğü bir iş için vaktin geldiğine hükmetti. Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ı çağırttı. “Bu yolda konuşmak, benim için de, senin için de ağır bir şey, ama başka çaremiz yoktur. Konuşmaya mecburuz çocuk… Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik; hatta bunun için bir de hususî kanun çıkarılmıştı. Su vasiyetname meselesi… Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Ne olur ne olmaz. İhtiyatlı olalım. Mal olarak nemiz varsa derhal bir listesini yap, bana getir.”

Hasan Rıza sarsıldı. Ama bu, Atatürk’ün emriydi. Bürosuna inip, kayıtları dökmeye başladı. Ata’nın tüm malvarlığının bir listesini yaptı. İş Bankası‘nda 1,5 milyon liraya yakın parası, hisse senetleri ve gayrimenkulleri vardı. Listeyi yanına alıp yeniden yukarı çıktı.

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri): “Atatürk listeyi aldı, tetkik etti. ‘Bunları ikiye ayıracağız’ dedi, ‘Bir kısmı hayatta bulunduğumuz müddetçe üzerimizde kalması lazım gelenlerdir: para, hisse senetleri, Çankaya’da köşkle eşyaları gibi… Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız; diğerlerini, yani Çankaya’dan başka yerdeki evleri ve emlaki, Ankara‘ya avdet eder etmez, mahallî belediyelerine veya diğer kurumlara verir, muamelesini de yaptırırız’.”

Atatürk, sahip olduğu bütün para ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkullerini Cumhuriyet Halk Partisi‘ne devretme kararındaydı. Ama bazı şartlan vardı.

Atatürk bu genel çerçeveyi çizdikten sonra ayrıntılara geçti. Soyak da bu ayrıntılara göre bir hukukçunun yardımıyla bir taslak metin hazırladı.

3 Eylül 1938 / “Eski dost’a sıcak bir jest”

3 Eylül 1938 / "Eski dost'a sıcak bir jest"
Ertesi sabah odanın kapılarını kapatıp, taslağın ayrıntıları üzerinde çalışmaya başladılar. İş Bankası‘ndaki para ve hisse senetleri yine İş Bankası tarafından gelirlendirilecekti. Atatürk, “Çünkü” dedi, “İş Bankası Celal (Bayar) Bey’in nezareti altında çok iyi çalıştı ve başarılı neticeler aldı.”Sonra kız kardeşi ve manevî kızlarına ait maddelere geçti. Makbule, Afet, Sabiha, Ülkü, Rukiye ve Nebile, mirastan pay alacaklardı.Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri) : “Ben, yatağın sağ yanında ayakta duruyor, kendisini müthiş bir heyecan ve teessür içinde seyrediyordum. Çok sakindi. Arada bir, yazdıklarına da göz atıyordum. Hem yazıyor, hem de bazı kelimeleri değiştiriyor, cümleleri, manalarına hiç halel getirmeden kısaltıyor, sadeleştiriyordu. Eşsiz muhakeme ve zarafeti burada da kendini göstermişti. Çok ince düşünüyordu. Mesela bir maddede, kendisine aylık bağlanmasını vasiyet ettiği hanımlardan beşinin soyadları yazılıydı; yalnız Bayan Afet’in soyadı yoktu; o, ailesinin soyadını kullanmıyordu. Henüz başka bir ad da almamıştı; bunu görünce diğerlerinin de soyadlarını yazmadı. Yine aynı maddede ‘Vefatlarına kadar’ ibaresi vardı; bunun yerine, ‘yaşadıkları müddetçe’ kaydını koydu; ona göre yaşamak esastı. Bir vasiyetnamede dahi olsa, bir insanın ölümünden bahsetmeyi nezakete uygun bulmuyordu. Dakikalar geçtikçe heyecanım artıyordu. Bu tarihî hadisenin tek şahidi olmak düşüncesi beni sarsıyordu.”

Vasiyette, banka gelirlerinden bir kısmının Türk Tarih ve Türk Dil kurumları arasında bölüştürülmesi de isteniyordu.

Ve nihayet vasiyetin 5. maddesi İnönü’yle, daha doğrusu İnönü’nün çocuklarıyla ilgiliydi. Atatürk, İnönü’nün çocuklarına yüksek öğrenimleri için yardım yapmak istiyordu. Soyak’a “Kendisine (İsmet İnönü’ye) bir hal olursa kardeşi (Hasan Rıza Temelli) çocuklarına bakmaz” dedi.

Bu madde, Atatürk’ün bir ‘eski dost’a sıcak bir jestiydi belki. Mustafa Kemal, onca yıllık silah arkadaşına, iki satırlık bir mesaj yolluyordu. “İnce ve anlamlı bir mesaj…”

Ama o günlerde bu madde üzerine yoğun spekülasyonlar yapıldı. “Yakın çevresinin Atatürk’e İnönü’nün ölmüş, hatta öldürülmüş olduğunu söyledikleri, Ata’nın da bunun üzüntüsüyle vasiyetine böyle bir madde koyduğu” söylendi. Bu söylenti İstanbul veAnkara’yı karştırdı. Bir sır kalması istenen vasiyet böylece birden gündemin baş maddesi haline geliverdi.

5 Eylül 1938 / ”Vasiyet”

5 Eylül 1938 / ''Vasiyet''
Ata’nın 6 maddeden olusan vasiyeti aynen söyleydi:

“Dolmabahçe 5 Eylül 1938, Pazartesi

Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Halk Partisi’ne aşağıdaki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:

1-Nukut ve hisse senetleri, şimdiki İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır

2- Her seneki nemadan bana nispetten serefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda 1.000, Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki 100’er lira verilecektir.+

3- Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek para verilecektir.

4- Makbule’nin yasadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu evde emirlerinde kalacaktır.

5- İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç oldukları yardım yapılacaktır.

6- Her sene nemadan mütebaki miktar, yarı yarıya Türk Tarih ve Dil kurumlarına tahsis edilecektir.”

Atatürk, vasiyetini bitirdikten sonra bir zarfa koydu, zarfın ağzını kapadı ve başucundaki komodinin çekmecesine yerleştirdi.

6 Eylül 1938 / ”Siyasi Miras”

6 Eylül 1938 / ''Siyasi Miras''
Ertesi gün yataktan kalktı, tıras oldu, yıkandı. İpek pijamasının üzerine kırmızı ropdösambr giydi, boynuna vişne renginde bir eşarp bağladı ve denize bakan pencerelerin önündeki şezlonga kuruldu.Genel Sekreteri Soyak noteri getirince, vasiyetinin bulunduğu zarfı ona uzattı ve “Bu, benim vasiyetimdir” dedi.“İcap ettiği zaman lütfen kanunî muamelesini yaparsınız.” İşte son görevini de tamamlamıştı.

Vasiyet işi bittikten sonra Hasan Rıza’yla konuşurlarken konu, asıl siyasî mirasın nasıl paylaştırılacağı sorununa geldi. Öyle ya Ata’nın “siyasî miras“ı neydi? Tahtını boşaltırsa böyle bir karizmanın yerini kim, nasıl doldurabilirdi?

Daha doğrusu, doldurabilir miydi?

Hasan Rıza’nın aktardığına göre Atatürk bu soruya aynen su yanıtı verdi: “Elbette bunda söz ve intihap hakkı sadece milletin ve onun mümessili olan Türkiye Büyük Millet Meclis’inindir; yalnız ben bu meseledeki mütalaamı ifade edeceğim. Evvela akla İsmet Paşa gelir. Evet! O, memlekete büyük hizmetler ifa etmiştir. Fakat nedense umumun sempatisini kazanamadığı görülüyor; bu yüzden durumu pek de cazip olmasa gerek. Bir de Mareşal Fevzi Çakmak var. O, hem memlekete büyük metler etmiş, hem de herkesle iyi geçinmiş, selahiyet sahiplerinin mütalaalarına daima kıymet vermiştir. Kimse ile münazaa halinde değildir. Bu itibarla bence devlet başkanlığı için en münasip arkadaş odur. Filhakika kendisi ordu işleriyle uğraşmaktan çok hazzeder, belki ordudan ayrılmak istemez. Ama cumhurreisliğinde, aynı zamanda başkomutanlık mevkiinde de olacağı için bu meşguliyetine devam imkânı daima mevcut demektir. Binaenaleyh, kanunî bir yol bulup kendisi namzet gösterilir ve seçilirse çok iyi olur zannederim.”

7 Eylül 1938 / “Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim”

7 Eylül 1938 / "Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim"
7 Eylül günü Doktor Fissenger, üçüncü kez İstanbul‘a geldi ve Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ü muayene etti. Ama durumunu hiç beğenmedi, “Aziz hastamı daha iyi bulacağımı tahmin ederek çok neşeli gelmiştim” dedi.Artık Atatürk ıstıraba dayanamaz hale gelmişti. Karında toplanan suyun derhal alınmasını istiyordu. O güne kadar bu işlemi mümkün olduğunca geciktirmeye çalışan doktorları sonunda boyun eğdiler.

8 Eylül 1938 / “Son Nöbet Başlamıştı”

8 Eylül 1938 / "Son Nöbet Başlamıştı"
“Ponksiyon”, yani karından su çekme işlemi hemen ertesi gün Dr. Mim Kemal Öke tarafından yapıldı. Dr. Fissenger ile Dr. Neset Ömer İrdelp de operasyon sırasında nezaret ettiler. Sonralan, Dr. İrdelp, Mim Kemal Öke’nin o gün “Bu müdahaleyi uygun olmayan koşullarda yaptık” dediğini aktaracak ve onu sorumluluktan kaçmakla suçlayacaktı. Fissenger’nin de Öke için “İsleri güçleştiriyor” şeklindeki sözlerini aktaracaktı.Bu tartışmalar arasında karından tam 12 litre kadar su çekildi. Çıkan suyun neredeyse bir tenekeyi dolduracak kadar olması herkesi şaşkına çevirmişti. Ama Atatürk rahatlamış, günlerdir ilk kez derin bir “ohh” çekmişti.Kılıç Ali, anılarında o ponksiyondan sonra yanma girdiğinde Atatürk’ü bir anda çok çökmüş bulduğunu nakleder:

Kılıç Ali (silah arkadaşı):“Adeta birdenbire zayıflamıstı. İki kolunu basının altına alarak arkaüstü yatıyordu. Karnını büyük bir sargıyla sarmışlardı. Odadan içeri girer girmez yanma koştum: ‘Geçmiş olsun Paşam’ diyerek başının altına aldığı kollarının pazusunu öptüm. Bana, doktorların duyamayacağı kadar yavaş bir sesle; ‘Çıkan suyu gördün mü’ dedi. ‘Bu kadar bir su kabı insanın karnı üzerine konsa nasıl tahammül eder? Bak ben ne haldeyim, nasıl tahammül etmişim? ‘‘Geçmiş olsun Paşam, bunların hepsi geçecek’ dedim ve gözyaşlarımı kendisine göstermeden ve teessürümü hissettirmemek için bir fırsat bularak doktorların arkasından sıyrılıp hemen odadan dışarı çıktım.”

O geceden itibaren doktorlar, Atatürk’ün mutlak bir istirahate ihtiyaç duyduğunu belirterek ziyaretleri yasakladılar. Çok zorunlu haller dışında hastanın yanına kimse alınmayacak, Ata fazla konuşturulmayacak, sınırlı ziyaretler de çok kısa tutulacaktı.

Bu tavsiyelere harfiyen uyulması için de en yakınındaki 5 kişi o geceden itibaren yan odada nöbet tutmaya başladılar. Yaverleri Salih Bozok ve Celal Öner, Kılıç Ali, Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak artık gece gündüz sırayla nöbette olacaklardı.

Onun başucundaki bu “son nöbet”, 10 Kasım’a dek aralıksız sürecekti.

12 Eylül 1938 / “Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi”

12 Eylül 1938 / "Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi"
Salih Bozok (yaveri)”Yapılan ponksiyon nispeten rahatlık vermekle beraber ahvali umumiyelerinde derhal dermansızlık husule getirdi. O büyük adam yatak içinde sanki saatten saate küçülür gibi bir hal almıştı. Günler geçtikçe adeta bir deri bir kemik kalmakta idi. Fakat o halde bile yine muntazaman tıraş oluyor, muntazaman sabah gazetelerini takip ediyor ve devlet işlerini görüyor, kararnameleri imzalıyorlardı.Istırabına, dermansızlığına rağmen gramofon muntazaman çalmıyor, radyo dinleniyor, üzüntülerini hissettirmemek için yanma her girdiğimiz zaman eski neşesini göstermeye ve latife yapmaya çalışıyordu.

Geceleri uykusu kaçtığı zaman zile basar, hademesine; ‘Beylerden nöbette kim var’ diye sorar, hangimiz varsak yanına çağırır, uykusu gelinceye kadar şuradan buradan konuşur ve konuştururdu. Uykusu geldiğini hissettiğimiz zaman usulcacık kalkar ve nöbet odasına çekilirdik.

Yine böyle bir gün beni yanına çağırmıştı. Garip rüyadan ötürü uyandığını söyledi ve gördüğü rüyayı bana şöyle anlattı;

Büyük bir otelin salonunda Atatürk oturuyormuş. Ben de yanında imişim. Salonun köşesinde bir bilardo masası varmış. Masanın başında arkası kendisine dönük olan bir zat oturuyormuş. Tam bu sırada odanın kapısı açılmış ve iri yarı 30 kadar adam içeri girmişler.

Bunlardan biri, eline bilardo masasından bir ıstaka alarak masanın önünde oturan, Atatürk’ün teşhis edemediği zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başlamış. Omzu vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve ‘Bana niye vuruyorsun’ diye hiddetle haykırmakta iken ben bu meçhul mütecavize karşı ne yapmak lazım geleceğini Atatürk’ten göz ucu ile sormuşum. Atatürk ise ‘Sakın kıpırdama’ manasına gelen bir işaretle sükût ve sükûna davet etmiş. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımızda tehditkâr bir vaziyet almış. Bu sefer ben yine müdahale etmek istemişim. Ve aynı sessiz işaretle ‘Ne yapalım’ diye sormuşum. Atatürk, bana tekrar ‘sus’ işareti verdikten sonra o azılı herife dönerek

‘Sen kimsin, ne istiyorsun’ diye sormuş. Fakat adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkararak iki kurşun sıkmış, biri Atatürk’e, öteki bana. Sonra bu adam bize, ‘Kalkın dans edelim’ emrini vermiş. İkimiz de kalkıp onun huzurunda dans etmişiz.

Bu karışık rüya Atatürk’ün yine buhranlı bir gece geçirdiğine delalet ediyordu. Kendisine:

‘Bu bir şey değil’ dedim, ‘Ben daha korkunç rüyalar görmüşümdür. Hele bir tanesini hiç unutmam. Müsaade ederseniz anlatayım.’

‘Anlat bakalım.’

‘Efendim, beni bir gece rüyamda korkunç bir öküz kovalamıştı. Alabildiğine kaçıyordum. Fakat öküz bana gitgide yaklaştı. Biraz sonra da bir yarın dibine yaklaştırarak boynuzları ile tartaklamaya basladı. Bir yandan haykırıyordun!, bir yandan da yatağımı kirletmiştim.

Ben daha rüyamı bitirmeden Atatürk gülmeye başladı. Bu, onun son gülüşü idi. O günden sonra tebessüm ettiğini bile görmek kısmet olmadı.”

18 Eylül 1938 / “Umumî harp gelecek yıl”

18 Eylül 1938 / "Umumî harp gelecek yıl"
18 Eylül günü Dolmabahçe Sarayı’na Bayar geldi. Koltuğunun altında 4 yıllık yeni ekonomik plan dosyası vardı.Atatürk’e sunmak istiyordu. Doktorlar endişelendiler. Ancak Atatürk sunusu dinlemek için sabırsızlanıyordu. Zile basıp, hizmetlisini çağırdı ve yüzü Bayar’ın karşısına gelecek şekilde yerinin değiştirilmesini emretti.Hiçbir ziyaretin 10 dakikayı geçmemesi konusunda doktorlardan kesin talimat almış olan Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak, kapıda görünüp, yalvaran gözlerle bakınca onu da çağırdı, “Otur, dinle. Mühim şeyler konuşacağız” dedi.

Ve Bayar anlatmaya başladı. Denizbank’a, 28 vapur alınması için sipariş verilmişti. Bunların bir kısmı soğuk havalıydı. Kütahya‘da bir elektrik santralı inşa edilecekti. Buradan elektriğin kilovat saatinin Anadolukavağı’na 35 paraya mal olacağı hesap ediliyordu. Yine Kütahya’da 25.000 ton sentetik benzin istihsal edecek yetenekte bir fabrika kurulması planlanıyordu. Sakarya Nehri üzerinde sulama tesisleri yapılacak ve kömür üretimi senede 5 milyon tona çıkarılacaktı.

Atatürk, Bayar’ın anlattıklarını yüzünde büyük bir memnuniyet ifadesiyle dinleyip konuşmanın sonunda şunları söyledi :‘Elinizi çabuk tutun çocuk, umumî harp gelecek yıl. Anlattıklarını yapmaya zamanımız olmayabilir.”

20 Eylül 1938 / “Ankara’ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım”

20 Eylül 1938 / "Ankara'ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım"
Artık bir tek isteği vardı:29 Ekim’de Ankara‘da olmak…Geçen yıl nasıl da coşkuyla kutlanmıştı. Gerçi o zaman da hüzünlü yüzü, yorgun bedeni dikkati çekmişti, ama alandaki coşku ona taze kan vermişti.

Simdi, kurduğu Cumhuriyet’in 15. yılı yaklaşıyordu. Bütün arzusu bu törenlerde Ankara’da olmak, Başkentiyle son bir kez kucaklaşmaktı. Ankara da o günlerde onun için hazırlanıyordu. Stadyum merdivenlerini çıkamayacağı düşünülerek alelacele bir merdiven yaptırılmıştı. Hatta bir de özel kürsü hazırlanmış, bir yere yaslanırken, ayakta gibi görünebileceği şekilde hazırlık yapılmıştı.

Kılıç Ali (silah arkadaşı) : 

“Bir sabah erkenden Salih’le beni çağırdı. Yanındaki komodinin üzerine uzun yünlü çorap ve baldır sargısı koydurmuştu. Bunları göstererek: ‘Ankara’ya giderken hangisini giyeyim’ diye fikrimizi soruyordu. Salih, ‘Paşam’ dedi, ‘bende varis çorapları var. Onları getireyim. Onlar bacaklarınızı daha sıkı tutar.’

Atatürk derhal Salih’in söylediği çorapları getirtip bir kenara koymuştu. O ağır günlerinde her nedense bir an evvel Ankara’ya gitmeyi çok arzu ediyordu.

Salih’le bana:

‘Bunları ayağıma çekerim, yakama da bir eşarp sararım…’

O sıralar Romanya kraliçesi trende siroz hastalığından vefat etmişti. Gazetelerde bu havadisin görülmesi doktorları da tesir altında bırakmıştı. Bu sebeple doktorlar, Atatürk’ün Ankara’ya nakline taraftar olmuyorlar ve bu mesuliyeti üzerlerine alamıyorlardı. Atatürk ise isyan edercesine: ‘Ankara’ya gidelim. Ne olacaksam orada olayım’ diyordu.

Doktorların mümanaatini kendisine anlatınca da:

‘Budalalar’ diye söyleniyordu. Mütemadiyen ‘Ankara’da yapılacak mühim işler var’ diyordu. Ne yazık ki, yapmayı düşündüğü ne idiyse bunları yapamamış ve kendisinde bir hicran olarak kalmış, kendisiyle beraber gitmiştir.”

Doktorlarına göre Ankara’ya sağ gitmesi şüpheliydi. Tren sarsıntısı çok tehlikeli olabilirdi. Sonunda değil Ankara’ya gitmek, yerinden bile kalkamayacağını anlayınca teslim oldu:

“… Bu zayıf halimle Ankara’ya gitmekte bir fayda görmüyorum. Gidersem hiç olmazsa kimsenin yardımı olmadan otomobile kadar yürüyebilmen’, arkadaşlarımla selamlaşabilmeliyim. Bunu yapamayacağımı anlıyorum” dedi. Ve Bayar’ı, meclisin açılış konuşmasını hazırlamakla görevlendirdi. Bu yıl Atatürk’ün nutkunu Bayar okuyacaktı.

21 Eylül 1938 / “Öldürücü Darbe”

21 Eylül 1938 / "Öldürücü Darbe"
21 Eylül günü Dr. Mim Öke Atatürk’ün karnından ikinci kez su aldı. Bu kez de 12 litre su çıktı. Bu operasyon onun için asıl öldürücü darbeydi.Doktorları yeniden 4 gün kesin istirahat verdiler. Bu süre içinde yanına kimse alınmayacaktı. O günleri yaveri Salih Bozok’un tuttuğu günlükten okuyalım:

24 Eylül 1938 / “Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor”

24 Eylül 1938 / "Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor"
Salih Bozok’un günlüğünden:Muhafız Alayı Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe’den nöbeti teslim aldım. Saat gecenin dört buçuğu. Atatürk, yan odada sükûnetle uyuyor. Geceyarısı alınmış hararetini önümdeki cetvelden okuyorum. Harareti: 36,8. Nabız: 84.Doktorların verdiği 4 günlük mutlak istirahat yarın bitiyor. Dört gündür arkadaşlarla münavebe suretiyle beklediğimiz nöbet de yarın nihayete erecek.

25-26 Eylül 1938 / “İştahı ve neşesi yerinde.”

25-26 Eylül 1938 / "İştahı ve neşesi yerinde."
Saat tam 5. Atatürk uyuyor. Dünden beri iştahı ve neşesi yerinde. Dün akşam beni yanına çağırdı ve artık kendisini beklemeye hacet kalmadığını söyleyerek nöbet usulünün kaldırılmasını emretti. Fakat doktorların tavsiyelerini yerine getirmiş olmak için bir akşam daha nöbet bekledik. Yarın öğleden itibaren nöbet kalkıyor,İnşallah ilerde buna hacet kalmayacak.

27 Eylül 1938 / “Değiştim Salih… Artık o eski adam değilim.”

27 Eylül 1938 / "Değiştim Salih... Artık o eski adam değilim."
Bu sabah 7’de evimde uykudan uyandım. Banyoda bulunduğum sırada telefon çaldı. Atatürk geceyi biraz rahatsız geçirmiş. Hemen saraya koştum. Meğer dün Atatürk dört günlük mutlak istirahatten sonra Makbule, Afet ve Sabiha Gökçen’in ziyaretlerini kabul etmiş, kendileriyle uzun uzun görüşmüş, sonra da radyoda İbrahim Necmi’nin dil hakkında verdiği konferansı dinlediği için fazlaca yorulmuş. Ve gece yarısı birden rahatsızlanmış. Doktor, nöbet usulüne yeniden başvurmuş. Nöbeti devraldım. Bu sırada Atatürk odasında uyuyordu. Salonun denize nazır penceresi önüne oturdum. Sancaklarla donatılmış kotraları, motorları seyrediyordum. Çok acı şeyler düşünüyordum ki Atatürk çağırdı. 

İçeri girdiğim zaman yatağının içinde sigara içiyordu. Beni görünce gayet kesik ve güçlükle isitilen bir sesle;

‘Salih’ dedi, ‘Dün akşam büyük bir sıkıntı geçirdim. Çok fena idim. Kustum. Hafızam tamamen kaybolmuştu.’

Bunları söylerken dikkatli dikkatli yüzüme bakıyordu. Gözlerini biraz daha açarak ilave etti:

‘Sanırım yediğim nohutlu yemek dokundu.’

Ben kendisini teselli için tekrar ettim: ‘Evet, muhakkak nohutlu yemek dokunmuştur. Madem ki çıkardınız, inşallah rahat edersiniz.’

Karyolanın yanındaki sandalyeyi göstererek ‘Şuraya otur’ dedi. Oturdum. Atatürk tekrar söze basladı:

‘Şimdi yine rüya görüyordum. Bana bir çift kundura getirmişler. Beğenemedim. Binbir’i çağırdım. Böyle “Binbir!” diye çağırırken odaya Rıdvan girdi. Bunun üzerine uyandım. Rüya gördüğümü anladım.’

Sonra başını sallayarak sözüne devam etti:

‘Çok dermansızım Salih, büsbütün başka bir adam oldum. Su ellerimin haline bak.’

Bana uzattığı o güzel eller şimdi deri ile kemikten ibaretti. Parmakları o kadar titriyordu ki, sigarayı tutamayarak yorganın üzerine düşürdü. Hemen alıp attım. O hâlâ kesik kesik tekrar ediyordu: 

‘Ben büsbütün başka bir adam oldum. Hiç hafızam kalmadı. Değiştim Salih… Artık o eski adam değilim.’

O gece koma gecesiydi.

Atatürk’ü yatırdılar. Sayıklamaya başladı. Yaverleri, yakınları başucunda endişeyle beklemeye başladılar. Salih Bozok, bir yandan ağlıyor, bir yandan da “Allahım ya Atatürk’ü kurtar ya benim canımı al” diye dua ediyordu.

Az sonra doktoru Neşet Ömer Bey yetişti. Hastayı muayene etti. Kendisinde hazımsızlıktan kaynaklanan hafif bir zehirlenme olduğunu saptadı. İlaçlar verdi. Atatürk hafif ateşle uykuya daldı.

28 Eylül 1938 / “Gidelim Afet… Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda…”

28 Eylül 1938 / "Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda...''
Ertesi sabah gözlerim açtığında başucunda Afet İnan vardı:“Bana ne oldu? Bana bir şey oldu” dedi.Sonra da Afet İnan’ın kulağına gizlice fısıldadı:

“Ölüm demek böyle olacak kızım…”

Odasında yatağının tam karşısındaki duvarda o zaman Moskova’da büyükelçi olan Zekai Apaydın’ın Rusya‘dan gönderdiği bir tablo asılıydı. Tabloda kır çiçekleriyle bezeli yemyeşil bir yamaç alabildiğine uzanıyor, bu yamacı çiçek açmış meyve ağaçlan süslüyor, arka planda ise heybetli, karlı dağlar manzarayı tamamlıyordu. Tablonun adı “Dört Mevsim”di. Atatürk, sıkıntılı, ateşli koma gecelerinin sabahında gözlerini açtığında bu tabloyla karşılaşır, bu tabloya bakınca memleketin 4 köşesini görebildiğini söylerdi.

Bazen, sıkıntısının iyice arttığı anlarda bu tabloya dalıp gidiyordu. Böyle gecelerde savaşlar, devrimler, isyanlarla geçmiş ömrüne inat, alıp başını gitme özlemiyle yanıyordu. Her şeyden çekilip, engin bir ormanın sonsuzluğunda huzur bulma hayali, düşlerini süslüyordu. Bazen Rumeli yaylalarını, bazen camından görünen “karşı yaka”yı, Anadolu’yu özlüyordu. Yanma Afet İnan’ı alıp, gözlerini tabloya dikince dudaklarından su sözcükler dökülüyordu: Gidelim Afet… Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda… Evet… Evet… Hemen çekip gidelim ormanlara… Hele ben bir iyi olayım da…”

Eylül Sonu / “Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım.”

Eylül Sonu / "Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım."
Ata’nın bu arzusu Eylül sonlarında o kadar arttı ki, sonunda yanındakiler belki de “son arzu”su olacak bu küçük isteği karşılama telaşına girdiler. Afet İnan’ın babası ormancıydı. O çocukluğunun geçtiği Sündiken ormanlarını tavsiye etti. Doktorlar, İstanbul‘a daha yakın bir yerin, örneğin Alemdağ’ın daha uygun olduğunu söylediler.Orada Sultan Abdülaziz’in biraz harapça bir av köşkü vardı. Hemen tamir edilebilir ve Atatürk için hazırlanabilirdi. Derhal Doktor Nihat Reşat Belger bu işle görevlendirildi. Atatürk Belger’e, “Doktor” dedi, “anlaşılıyor ki ben bundan sonra biraz Yalova da, bir müddet Florya da, bir müddet de Ankara da böyle dikkatli tedavi ile yaşayacağım. Fakat sen şu Alemdağ’a bir git bak bakalım. Oranın havası suyu meşhurdur. İklim şartlan bakımından ikamete elverişli bir yer seçin. Sıhhatim için bir müddet orada yaşarım.”Belger, hastasının ömrünün bu taşınmaya yetmeyeceğim biliyordu. Ama bunu o an söyleyemedi. Yanına Genel Sekreter Soyak’ı ve İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ı da alarak Alemdağ’a gitti. Sultan Aziz’in köşkü pek iyi durumda değildi, ama yeri harikaydı. Etrafını çeviren çam ağaçları köşkü kuzey rüzgârlarından koruyordu. Güneş içinde pırıl pırıldı.

Akşam, yemekten sonra Atatürk, Dr. Belger’i çağırttı. Belger Ata’yı bu taşınma fikrinden nasıl vazgeçireceğini düşünüyordu ki Atatürk hemen Alemdağ’daki köşkü sordu. Anlattılar. Haritayı getirterek köşkün yerini inceledi.

“Münasiptir” dedi. Ama binanın bakıma muhtaç olduğunu öğrenince üzüldü. Belki o kadar yaşayamayacağını artık kendisi de tahmin ediyordu. Sonunda “Hele şimdilik dursun bakalım” dedi. “İlerde tekrar görüşür, bir karar veririz.”

Bir daha o konu hiç açılmadı…

Dışarı çıktıklarında Doktor Belger, kendisinden bir umut kırıntısı bekleyen Kılıç Ali ve Salih Bozok’a şunları söylüyordu:“Hastalık süratle ilerliyor. İkinci defa su almadan önce, hayatının hiç olmazsa bir iki sene idamesine imkân bulunacağı ümidinde idik. Fakat bugün, kurtulması için ancak yüzde 3 ihtimal vardır. Bu hastalıkta, Atatürk’ün öbür işlerindeki gibi talihi yardım etmemiştir. Su alalı 7 gün olduğu halde kanımda tekrar 7 kilo su toplandı. Karaciğer artık vazifesini yapmıyor. Zehirlenme başlamıştır. Vücudundaki yağlar tamamen eridi. Vaziyet vahim ve ümitsizdir.”

Bu sözleri dinleyen Kılıç Ali ve Salih Bozok büsbütün sarsıldılar. Artık içlerinde en ufak bir ümit ışığı bile kalmamıştı.

Atatürk, ölüyordu…

1-11 Ekim 1938 / “Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar”

1-11 Ekim 1938 / "Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar"
Artık kritik günlere girilmişti. Her an bir sürpriz bekleniyordu. Bu yüzden Ata’nın her hareketi izleniyor, ateşi, nabzı sürekli ölçülüp, kaydediliyor, kapısında nöbet tutuluyor, yakınları başucundan ayrılmıyorlardı.Ekim’e girilirken Atatürk, hâlâ ilk hafif komanın etkisindeydi. Derin uykular uyuyor, sabahları bitkin uyanıyordu. Artık gece inlemelerini, sayıklamaları, hafıza kayıplarını kendisine söylemiyorlardı.Yine bir sabah, derin bir uykunun ardından gözlerini açıp karsısında Celal Bayar’ı görünce şaşırdı:

“Sen cuma günü gelecektin? Neden daha evvel geldin? Benim sıhhatimde üzülecek bir şey mi var” diye sordu. Kendisinden bir şeyler saklandığından endişe ediyordu.

Bayar üzgün ve şaşkındı. Yıllardır tanıdığı Atatürk’ü o gün ilk kez tıraşsız, “beyaz sakalları fırça gibi uzamış” halde görüyordu. “Vahim bir şey değil” dedi, “fakat uykunuz her vakitten 4-5 saat fazla sürdü de merak ettik. Doktorlar uykunuzda bir gayri tabiîlik gördüklerini söylediler.”

“Neymiş uykumdaki gayri tabiîlik?”

“Derin ve fazla miktarda uyumuşsunuz.”

“Kaç saat uyumuşum?”

“12 saat kadar uyumuşsunuz.”Ata, bunun üzerine üzgün bir edayla:

“Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar” diye yakındı.

Artık çok sıkı kontrol altındaydı. 1 Ekim’den itibaren yapılan her tedavi bir deftere kaydedilmeye başlandı. O defterdeki kayıtlara göre Atatürk’ün o haftaki programı şöyleydi:

1 Ekim, Cumartesi:

İhtiyaç duydukça gliserinli lavman yapıldı. Buz yutturuldu. Ağızdan elma suyu, çilek suyu ve çay verildi.

2 Ekim, Pazar:

Bazı yatıştırıcı ilaçlara gerek duyularak verildi.

4 Ekim, Salı:

Saat 3.00’te bir fincan çay içirildi. Saat 5.30’da uykusundan hafif bir üşüme ile uyandı. Çeşitli aralarla meyve suları içti. Yakınlarından bazı bayanlar da 40 dakika kadar yanında kaldılar.

5 Ekim, Çarsamba:

İdrarda ürobilin ve ürobüinojen artmaya başladı.

11 Ekim, Salı:

Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk’ü 30 dakika muayene etti. Bugünden başlayarak her gün lavmana gerek görüldü ve yapıldı. Afet Hanım 10 dakika, Sabiha Gökçen 5 dakika, Fethi Okyar ile Salih Bozok 45 dakika süre ile ziyarette bulundular.”

13 Ekim 1938 / “Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?”

13 Ekim 1938 / "Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?"
13 Ekim Perşembe günü yeni bir karından su alma operasyonu kapıya dayandı. Doktorları toplu olarak muayene ettiler ve ponksiyona karar verdiler.Ancak bu operasyon da doktorların tartışmasına sahne oldu. Suyu alacak olan cerrah, M. Kemal Öke’ydi. Tartışma anestezi meselesinden çıktı. Dr. İrdelp, tedavi eden hekim olarak karaciğer yetersizliğinden ötürü hastanın herhangi bir zehirli maddeye dayanamayacağı görüşündeydi. Bu yüzden lokal anestezi yapılmadan az miktarda su alınmasını savunuyordu. Prof. Dr. Mim Kemal Öke ise vaktiyle Atatürk’e başka cerrahî müdahaleler de yaptığını söylüyor, onun ağrıya karsı çok duyarlı olduğunu hatırlatıyor ve lokal anestezide ısrar ediyordu. Öke,“Deri ve deri altını çok ince bir iğne ile uyuşturursak hiçbir sakıncası olmaz, suyu da çok rahat alırız” diyordu. Sonunda bu görüşe Fissenger de katıldı. Ve lokal anestezi fikri benimsendi.

Bu tartışmaların sonunda Atatürk’e herkese kullanılan kalın iğne yerine daha ince bir iğneyle şırınga yapıldı ve karnından 10,5 litre kadar su alındı.

Çekilen su şişelere boşaltıldıkça Atatürk:

“Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?”diye soruyordu.

Operasyon sırasında Dr. İrdelp ve Dr. Belger de nabız ve tansiyonu kontrol altında tutuyorlardı.

Nihayet operasyon bitince Atatürk derin bir soluk aldı ve:

“Ohhh.. çok rahat ettim” dedi. “Şimdi bana bir sigarayla bir kahve verin.”

İşte sağlıklı döneminin bir eski âdetine göz kırpıyordu. Yaşam ile ölüm arasında bir dirhem mutluluk, bir küçük ağız tadı…

Sigara ve kahve getirildi. Ata, bu iki eski dosta, hasretle sarıldı, keyifle içti. Sonra kendisine yapılan iğneyi görmek istedi. Bunun üzerine Mim Kemal Öke, ponksiyon iğnesinden daha ince bir iğne gösterdi. İğneyi görünce:

“Aman, bu kazma anestezisiz nasıl batınlır? Birkaç defa anestezi yapılmadan bu yapılamaz. Fakat bir daha icap ederse rica ederim daha incesini seçelim” dedi.

Bu operasyondan sonraki bir iki gün Atatürk rahat etti ve geceleri sakin uyudu. Ama ardından ilk ağır koma geldi.

16 Ekim 1938 / “Aman dil… Aman dil…”

16 Ekim 1938 / "Aman dil... Aman dil..."
16 Ekim Pazar günü öğleden sonra Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak saraya geldiğinde tablo şöyleydi:Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):“Hususî dairesine girdiğimde Prof. İrdelp ile Operatör Mim Kemal Öke koridorda birtakım ilaçlar hazırlamakla meşguldüler. Kendisi yatağının içinde oturmuş, şiddetli bir bulantı ile mütemadiyen öğürmekte, ağzından pek az miktarda sarı bir mayi çıkarmakta idi.”

Doktorlar kendisine bir enjeksiyon yapmakla beraber, küçük buz parçaları da yutturmaya başladılar. Biraz sonra öğürtü kesilmişti.

‘Beni kaldırınız’ dedi. Halbuki tam aksine ‘yatırınız’ demek istiyordu. Yatırdık. Ben, baş ucuna sokularak, ‘Buz iyi geldi mi efendim’ diye sordum; ‘Evet’ cevabını verdi ve akabinde kendisini kaybetti.

“Vücudunda bir takım asabî araz belirmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyor, mütemadiyen ve ‘aman’ kelimesini uzatarak, ‘aman dil, aman’ diye söylenip duruyordu. Acaba bu sözleriyle neyi kastediyordu? Dilinden bir sıkıntı çekiyordu da onu mu ifade etmek istiyordu; yoksa şuuru altındaki dil meselesinden mi bahsediyordu; bunu ne doktorlar, ne de biz bir türlü anlayamadık.”

Birkaç hafta önce Dil Bayramı kutlanmıştı ve Atatürk son yıllarını vakfettiği bu konuya yine yakın ilgi göstermiş, hatta bir geceyarısı Dolmabahçe Sarayı’nda kalmakta olan Türk Dil Kurumu ve Tarih Kurumu üyesi Prof. Dr. Hasan Reşit Tankut’u çağırtarak ona:

“Arkadaşlara söyle, dil çalışmalarını gevşetmesinler.” demişti.

İste o yüzden Atatürk’ün, “Aman dil… Aman dil…” diye sayıklaması yakın çevresinde bilinçaltındaki dil sorununa atfediliyordu. Bu sözcükler, koma süresince Atatürk’ün dilinden düşmedi. Nadiren gözlerini açıp kapatıyor, bu arada da sık sık “Dil efendim dil… Aman yarabbi… aman dil…” diye sayıklıyordu.

Durum ağırlaşınca hemen yetkililer alarma geçirildi. Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras bir konsültasyon yapılmasını önerdi. Hemen doktorları saraya çağrıldılar. Önce Dr. Neşet Ömer İrdelp, meslektaşlarına hastanın geceyi sıkıntılı ve uykusuz geçirdiğini, bazen hiddet ve şiddet gösterdiğini anlattı.

“Sabah yatağından defi hacet için oturağa indiğinde arkaya doğru yatak tarafına düştü. Lakin kendinde değildi. Günü çırpınmayla geçirdi. Birkaç kez kustu. Nihayet aksam 18.50’de tamamen kendinden geçti” dedi.

Atatürk yatağında bilinçsiz yatıyordu. Sürekli olarak sağ bacağını çekiyor, kollarını oynatıyor, başının konumunu değiştiriyordu. Gözleri açık, ama bakışları manasızdı. Dili kuru ve kırmızıydı. Karnındaki asit çoğalmış, karın damarları genişlemişti. Asit göğüs altına kadar çıkıyordu.Söylenen şeyleri yapamayacak durumdaydı.

Bu, tam bir koma haliydi.

Vaziyet ciddiydi.

17 Ekim 1938 / “Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi.”

17 Ekim 1938 / "Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi."
Ertesi sabah da Atatürk komadan çıkamayınca hükümet, artık milleti Büyük Şef’in durumundan haberdar etmeyi kararlaştırdı ve ilk olarak 17 Ekim günü Anadolu Ajansı aracılığıyla su bildiri yayımlandı:“Riyaseti Cumhur Umumî Kâtipliği’nden1- Reisicumhur Atatürk’ün sıhhî vaziyeti hakkında müdavi tabipleri tarafından bugün verilen rapor ikinci maddededir.

2- Reisicumhur Atatürk’ün duçar olduğu karaciğer hastalığı normal seyrini takip ederken 16 birinci tesrin 1938 tarihine tesadüf eden pazar günü birdenbire aşağıdaki arazı göstermiştir:

a) Saat 14.30’dan 22.00’ye kadar gittikçe artarak devam eden umumî zaaf ile birlikte hazmî ve asabî araz. Bu saate kadar nabız, dakikada 116 ve teneffüs 22 ve hararet derecesi 36,5’idi.

b) Saat 22.00’den bu sabah saat 10.00’a kadar yukarıda ismi geçen araz kısmen hafiflemiş ve nabız dakikada 104 ve teneffüs 20 ve hararet derecesi 37 olmustur.

c) Yapılan muayene ve müsavere neticesinde tespit ve tatbik edilen müdavattan sonra umumî ahvalde hafif bir salah görülmekle beraber vaziyet ciddiyetini muhafaza etmektedir.

3- Müteakip sıhhî vaziyet raporları neşredilecektir.

Müdavi ve müşavir tabiplerin imzaları…”

Bu bildiriyle ülke ayağa kalktı. Endişe içinde radyo basına koşanlar, dinledikleri sözlerden durumun vahametini ve önderin ölüm anının gelip çattığını sezinlediler. Ülkenin üstüne adeta bir ölü toprağı serpildi. Bütün Türkiye nefesini tutup, değerli hastanın iyiliği için çaresizce dua etmeye başladı. Herkes günü radyo basında yeni bir bildiri bekleyerek tüketti.

Beklenen yeni haber, akşam yayımlanan ikinci bildiriyle geldi:

“Riyaseti Cumhur Umumî Kâtipliği’nden Bugün, dün akşama nispetle daha iyi geçmiştir. Asabî arazlarda bir değişiklik yoktur. Nabız muntazam ve 116, teneffüs 20, hararet derecesi 37’dir.”

19 Ekim 1938 / “Ölüm, ondan korktu”

19 Ekim 1938 / "Ölüm, ondan korktu''
Herkes korkunç finali bekliyordu.Ama korkulan olmadı. 4. gün Ata’nın durumunda nispî bir iyileşme gözlendi. 19 Ekim Çarşamba günü, yatmakta olduğu büyük karyola, çarşaflarıyla birlikte, küçük bir karyolayla değiştirildi. Aynı gün öğleden sonra kendisinden istenen bazı hareketleri yapabildiği görüldü. Dilini göstermesi istenince dilini gösterdi. Mucizeydi. Bir doktorunun deyişiyle “ölüm, ondan korktu.”O aksam kamuoyuna su açıklama yapıldı: “Asabı arazlarda hafif, fakat aşikâr bir iyilik vardır. Umumî hal daha iyi; nabız muntazam…”

21 Ekim 1938 / “Ben kaç saat uyudum?”

21 Ekim 1938 / "Ben kaç saat uyudum?"
Nihayet 21 ekim sabahı kız kardeşi Makbule Hanım başucunda Kuran okurken Atatürk, bir pencerenin rüzgârdan gürültüyle kapanması sonucu gözlerini açtı. Karsısında bassofracısı İbrahim Ergüven’i gördü:“İbrahim sen burada mısın? Bu yatağı ne zaman değiştirdiniz?” diye sordu.Odada bir sevinç dalgası gezindi. Ergüven, bazı durumlardan dolayı yatağı sık sık değiştirdiklerini söyledi. Bu değiştirme sırasında battaniyeyle taşınırken, yatağın üzerine çıkılması sonucu karyolanın kırıldığını ve bunun üzerine bu küçük karyolayla değiştirildiğini anlattı.

Atatürk bunları dinledikten sonra:

“Ben kaç saat uyudum? Saat kaç? Gazeteler geldi mi” diye sordu.

Doktoru Neşet Ömer Bey, bir gün kadar uyuduğunu söyledi. Bu da doktorlar arasında tartışma konusu olmuştu. Kimi doktorlar hastanın moralinin bozulmaması için yalan söylemeyi savunurlarken, kimileri de her ne olursa olsun işin aslının saklanmaması gerektiği görüşündeydiler. Sonunda “yalan”cılar baskın çıktı ve Atatürk’ten bir haftaya yakın zamandır komada olduğu gizlendi.

Bu konuşmalar sırasında koşup içeri giren Mim Kemal Öke’yi görünce Ata, kuşkulandı:

“Kemal Bey niçin burada? Burada mı yatıyor?” diye sordu.

“Vapuru kaçırmış da ondan” diye yanıtladılar.

Atatürk yeniden uykuya daldı. Akşam şu bildiri yayımlandı:

“Bugünü çok iyi geçirdiler. Umumî ahvaldeki iyilik devam etmektedir.”

22 Ekim 1938 / “Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu”

22 Ekim 1938 / "Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu"
Ertesi sabah normal vaktinde ve hiçbir şey olmamış gibi uyandı. Yanına ilk giren, Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak oldu. Atatürk:“Gel bakalım” dedi. “Biz gittik geldik. Bu doktorlar adeta insana can veriyorlar.”Sonra da sorguya başladı:

“Bana ne oldu?” Önceden bu soruya karsı standart bir yanıt, daha doğrusu tek tip bir yalan hazırlanmıştı:“Biraz fazlaca ve derince uyudunuz efendim.”

“Ya bu karyola niye değistirilmiş?”

“Temizlik yapmak lazımdı, aynı zamanda bir değişiklik olur diye de düşündük.”

Atatürk bu kısa ve kaçamak yanıtlardan neler olup bittiğini tahmin etmişti. Genel sekreterini bu sıkıntıdan kurtarmak için:

“Ne ise…” dedi, ” gerisini sormayacağım.”

Gerisini herkes gizledi, ama ”büyük sırrı”, küçük Ülkü ele verdi. Ata’nın yanına girince, bütün tembihlere rağmen gözyaşlarını koyuverdi. Her şeyi, bu küçük gözyaşları anlatmış oldu.

29 Ekim 1938 / “Bayram ve Gözyaşı”

29 Ekim 1938 / "Bayram ve Gözyaşı"
Nihayet 29 Ekim geldi. O gün Cumhuriyetin 15. yaş günüydü.Ankara Hipodromu’ndaki törenler öncesinde Celal Bayar Ata’nın orduya mesajını okurken, O, sarayda kısılıp kaldığı yatağında Salih Bozok’a durup durup, “Ah Ankara… Ah Ankara’ya gidemedik…”diye yakınıyordu. Akşam olunca havaî fişekler gökyüzünü aydınlatmaya ve patırtıları duyulmaya başlandı. Atatürk bu gürültüyle uyandı ve zile basıp sofracı Kâmil’i çağırdı.“Bu patırtılar nedir?” diye sordu.

Sofracı Kâmil, Atatürk’ü üzmemiş olmak için:

“Gök gürlüyor Paşam” diye yanıtladı.

Atatürk, yanıtın amacını ve saflığını anlayınca dudağının kenarıyla gülümsedi ve:

“Hadi, enayi…” dedi.

Yaverleri ilgililere telefon edip, havaî fişek gösterisinin durdurulmasını istediler. O sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. 29 Ekim törenlerinden dönen Kuleli Askerî Lisesi öğrencilerini taşıyan vapur Dolmabahçe önünden geçiyordu. Öğrenciler vapurdan,“Atamızı görmek istiyoruz” diye bağırdılar. Ardından da İstiklal Marşı‘nı ve 10. Yıl Marşı’nı söylemeye basladılar. “Çıktık açık alınla/10 yılda her savaştan” dizeleri Dolmabahçe’nin hüzünlü duvarlarında çınladı.

Kılıç Ali, hemen pencereye koştu

Kılıç Ali (silah arkadaşı): “Atatürk’ün mütees ki ‘Varol… Yaşa…’ sesleri göklere çıkıyor, gençlerin bu coşkun tezahüratı etrafı çınlatıyordu. Geri çekildim. Kapının önündeki paravanın arkasından Atatürk’e baktım. Yatağında doğrulmuş, oturuyordu. Atatürk, gözyaşlarını daha fazla tutamadı. Yanındakiler, son düşmanı ölümle savaşan bu kudretli adamın ilk kez o gün ağladığını gördüler.”

7 Kasım 1938 / “Son İsteği; Enginar”

7 Kasım 1938 / "Son İsteği; Enginar"
İste son 3 güne girilmişti.Hastalık, artık son aşamasındaydı.Atatürk 29 Ekim’den 7 Kasım’a kadarki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık vaziyette geçirdi. Genellikle kendinde değildi. Uyku arasında bazı kelimeleri belli belirsiz tekrar ediyor, ayıldıkça da süt, pirinç suyu ve meyve sularından oluşan mönüsüyle karnını doyurmaya çalışıyordu.

O günlerde canı enginar yemeği istedi. Fakat o zaman İstanbul‘da enginar bulunmadığından Hatay‘a ısmarlandı. Enginarlar geldiğinde o ölüm döşeğinde, derin bir uykudaydı.

Yemek kısmet olmadı.

5 Kasım Cumartesi hafif kendine gelir gibi olunca başucundaki Makbule Hanım, Afet Hanım ve Sabiha Hanım, ince, kemikli elini son kez öperek onunla vedalaştılar.

Karnındaki su iyice artmış ve göğsüne ve kalbine baskı yapmaya baslamıştı. Bu yüzden boğulur gibi oluyor, zor nefes alıyor, ıstırabı, yüzünden okunuyordu.

Sonunda 7 Kasım Pazartesi sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye basladı. Tükürüğünde kan vardı. Hemen doktorlar geldiler. Atatürk, Nihat Reşat Belger’e:

“Doktor” dedi, “karnımdan bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın.”

Belger “Emri devletinizi yarın ifa ederim” diyecek oldu. Çünkü su çekme işlemi öncesi kalbi takviye edecek önlemler almak istiyordu. Üstelik ilk üç ponksiyonu yapan Mim Kemal Öke sarayda değildi. Ama Atatürk de dayanacak halde değildi:

“Emrediyorum, bunu bugün çekin” dedi.

Bu, onun son buyruğuydu ve odadaki doktorların hiçbiri bu emre direnemedi.

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):

“Çaresiz kalan doktorlar hazırlık yapmak üzere odadan çıktıktan sonra kaşlarını çattı. Hiddetli bir sesle:

‘Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur’ dedi. Sonra da karnını işaret ederek:

‘Bu, insuportable’dır (dayanılmaz)’ diye ekledi.”

7 Kasım günü saat 12.20’de üçüncü ponksiyon başladı. Bu kez operasyonu Mim Kemal Öke yerine Dr. Mehmet Kâmil Berk yapıyordu.

Dr. Nihat Reşat Belger (doktoru):

“Atatürk su çekme esnasında suyun hepsinin çekilmesini ısrarla emrediyordu. Bizlere ‘Kaç litre var? Sayın’ diyordu. Sayan bendim. Ve her yarım litreyi bir sayarak ’12 litre’ dedim. Hakikatte 6 litre su çekmiş bulunuyorduk.”

Bu operasyondan sonra Atatürk’ün ateşi hafif yükseldi. Fakat rahatlamıştı. Aksam 20.00’den geceyarısına kadar sakin uyudu. Geceyarısı uyandı.

8 Kasım’a girilirken, kendini bilmiyordu.

8 Kasım 1938 / “Son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi. Bu komadan bir daha çıkamayacaktı”

8 Kasım 1938 / "Son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi. Bu komadan bir daha çıkamayacaktı"
Atatürk’ün “Müsahade Defteri”nden 7 Kasım’ı 8 Kasım’a bağlayan gece:“Geceyarısı etrafındakileri tanımıyor. Saat 02.10’da uyanıyor. Bay Rıdvan’ı çağırıyor, uyuyamadığından şikâyet ediyor:“Hayret Monşer” diyor. Bir sigara istiyor, içiyor. Daha bu bitmeden ikinci bir sigara daha istiyor. Onun da yarısını içiyor.

Evvela:

“Beni gezdir” diyor, sonra:

“Beni sağ tarafıma yatır” diyor.

“Ört… ört…” diye emrediyor. Rıdvan çıkmak istiyor:

“Nereye gidiyorsun..? Off.. beni kaldır, belki bir şey olur” diyor. Yatırılıyor, uykuya dalıyor. 06.00’da uyanıyor. Süt veriliyor.

“Denizde bir motor sesi var. Bu nedir?” diye soruyor ve tekrar uyuyor.

07.40’ta:

“Rıdvan!” diye çağırıyor. Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lakin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor.

Ördek getiriliyor. O esnada:

“Beni kaldır” diye ısrar ediyor.

“Ördek var” deniyor.

“Off… off…” diyor, bir şey söylemek istiyor. Lakin kelimeleri bulamıyor.

Gözleri açık. Ama dalgın. Derece almıyor: 36,5 deniyor. Bir şey söylemiyor. 08.20’de Bay Rıdvan giriyor. Sütlü çay getiriyor, istemediğini anlatmak istiyor. Sözleri bulamıyor. Başka bir şey istiyor, adını bulamıyor. Birçok maddelerin ismi söyleniyor. Nihayet poriçte duruyor. Saat 10.00’da verileceği söyleniyor.”

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri):

“O gün gıda olarak saat 06.00’da altı kaşık sütlü kahve, 08.30’da beş kaşık sütlü çay, 11.00’de bir miktar yulaf unundan poriç, 13.00’te altı kaşık süt, 15.10’da biraz çorba ve 17.15’te dört kaşık elma suyu almıştı. Saat 18.35’te telefonla fenalaştığını bildirdiler. Telasla hususî daireye koştum. Yatak odasının iç içe olan iki kapısı arasındaki boşlukta Kılıç Ali duruyordu. Odaya girdiğim zaman Atatürk yatağın ortasında oturmuş, iki elini yanlarına dayamış mütemadiyen öğürüyor ve:

‘Allah kahretsin’ diye söyleniyordu. Ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi pıhtılaşmış kan çıkarıyordu.

“Nöbetçi doktor Abravaya ile o sırada yetişen Prof. Neşet Ömer İrdelp kendisine yine bir taraftan bazı ilaçlar enjekte etmeye, bir taraftan da buz parçaları yutturmaya başladılar. Bir aralık sağında bulunan tuvalet masası üzerindeki saate baktı; herhalde iyi göremiyordu ki bana sordu:

‘Saat kaç?’

‘07.00 efendim.’

Aynı suali bir iki defa daha tekrar etti, aynı cevabı verdim. Biraz sükûnet bulunca yatağa yatırdık. Başucuna sokuldum:

‘Biraz rahat ettiniz, değil mi efendim’ diye sordum.

‘Evet…’ dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp rica etti:

‘Dilinizi çıkarır mısınız efendim?’

Dilini ancak yarısına kadar çıkardı. Dr. İrdelp tekrar seslendi:

‘Lütfen biraz daha uzatınız.’

Nafile. Artık söyleneni anlamıyordu. Dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp’e dikkatle baktı ve:

‘Aleykümselam’ dedi.

Son sözü bu oldu.”

8 Kasım Salı aksamı saat 19.00’da, yani dördüncü ponksiyondan tam 30 saat sonra Atatürk son sözünü söyledi ve ikinci ağır komaya girdi.

Bu komadan bir daha çıkamayacaktı.

9 Kasım 1938 / “Son 24 Saat”

9 Kasım 1938 / "Son 24 Saat"
9 Kasım çarşamba sabahı Atatürk’te adale kasılmalarıyla istenç dışı hareketler ve inlemeler görüldü. Bunun üzerine bromürlü lavman yapıldı. Bu hareketler azaldı. Bir ara sık sık öksürdü. Terledi.Öğle üzeri saat 11.00’den sonra 3 dakika süreyle oksijen verildi. 13.10’da bu, tekrarlandı. Bayar ve Dr. Arar, saraya geldiklerinde karşılaştıkları manzara suydu:Dr. Asım İsmail Arar (doktoru):

“Atatürk derin bir uyku içinde idi. Nefes alma ve kan deveranı faaliyetleri muntazamdı. Etrafındaki doktorlar son tıbbî vazifelerini yapmak için feragat ve gayretle çalışıyorlar ve her çareye başvuruyorlardı. Bu doktorlar, her iki saatte bir değişmek üzere ikişer ikişer nöbet bekliyorlar ve hastalığın seyrine ait müsahadeleri ve tatbik edilen tedbirleri ve ilaçları kayıt ederek vazifelerini kendilerinden sonra nöbete girecek olan arkadaşlarına terk ediyorlardı.

Hastanın halini görünce her şeyin bitmiş olduğuna kani oldum. Yalnız bütün hayatı bitmez tükenmez mücadeleler ve Türk vatanım kurtarmak için icabında katlandığı mahrumiyetler ve heyecanlar içinde geçen ve bir seneye yakın bir zamandan beri en ağır bir hastalığın pençesinde ıstırap çeken bu büyük adamın kalbi o kadar sükûn ve intizam içinde çalışıyordu ki, devam edip giden komaya rağmen artık önü alınması kabil olmayacak kötü akıbetin ne vakit gelip çatacağını tayin etmek mümkün olamıyordu.

Akşama doğru Atatürk yeni bir komaya girdi. Gözbebekleri ışığa cevap verse de tabandan artık refleks alınamıyordu. Nefes borusundan hırıltılar işitilmeye başlandı. Başucundaki doktorlar Müşahade Defteri’ne ‘Agoni’ diye not düştüler.”

“Agoni”, “can çekişme” demekti.

9 Kasım – Saat 20.00… Resmî tebliğ:

“Bugünü yorgun ve dalgın geçirdiler. Umumî ahvaldeki ciddiyet biraz daha ilerlemiştir.”

Artık tıbbın yapabileceği bir şey kalmamıştı. Dr. Akil Muhtar Özden bu resmî tebliğin yayımlandığı saatlerde Atatürk’ün başucunda onun ölüm döşeğinin karakalem resmini çiziyordu.

9 Kasım – Saat 24.00… Resmî tebliğ:

“Saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumî ahval vahamete doğru seyretmektedir.”

Atatürk güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor, kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.

10 Kasım 1938 Perşembe / “Bir Tarih Göçüyor”

10 Kasım 1938 Perşembe / "Bir Tarih Göçüyor"
9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan gece oldukça sıkıntılı geçti. Atatürk’e kısa aralıklarla oksijen verildi. Sabaha doğru boğazındaki hırıltılar azaldı.Şafak doğarken sarayın dışında İstanbul, parlak ve güneşli bir sonbahar sabahına hazırlanıyordu. İçeride ise, kutsal nöbettekilerin içindeki son umut ışıkları sönmek üzereydi.Saat 08.00’de Dr. Mehmet Kâmil Berk ve Dr. Nihat Reşat Belger Atatürk’e glikozlu serum verdiler. O sırada yüzünün daha da solduğu ve birden gırtlağından “Hiii… hiii…”diye sesler çıkarmaya basladığı görüldü.

Saat 09.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya basladı.

Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu.

Dışarıda bütün bir ulus, endişe içinde radyo basında bekliyordu.

Savarona, son bir saygı duruşu için Dolmabahçe önüne demirlemişti.

İçeride saray tam bir sessizliğe gömülmüştü.

Odada başucunda Mehmet Kâmil Berk, bir elini karyolaya yaslamış, diğer elindeki ıslatılmış pamukla Atatürk’ün ağzına su vermeye çalışıyordu. Bu arada akan gözyaşları, ak bıyıklarını ıslatıyordu. Arada bir başını Operatör Mim Kemal Öke’nin omzuna dayayıp, hıçkırıyordu. Ayakucunda üzüntüsünden sapsarı kesilmiş bir çehreyle Prof.Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı taban reflekslerini kontrol ediyorlardı.

Prof. Dr. Akil Muhtar Özden kendinden geçmiş, odanın içinde telaşlı adımlarla durmadan dolaşıyor; hem ağlıyor, hem de mütmadiyen:

“Aman yarabbi….” diye mırıldanıyordu.

Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe ve Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak da yatağın sol tarafında ayakta bekleşiyorlardı Uyuşmuş, donmuş gibiydiler.

Hizmetlilerden Mehmet Mete, Rıdvan Gurari ve Rıza Tığlı ile Binbir Hanım bir kenara büzüşmüşlerdi.

Kılıç Ali ellerini kavuşturmuş, son saygı duruşundaydı:

Kılıç Ali (silah arkadaşı):

“Hayatına kastedilmemesi için icabında canımızı fedaya azmetmiş olduğumuz büyük Atatürk gözümüzün önünde güpegündüz fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde tazimkârane bir vaziyet almış duruyor ve kimsenin elinden bir şey yapmak gelmiyordu. Aman yarabbi… Adeta dehşet içindeydik.

Bir ara Hasan Rıza dayanamadı, büyük bir teessür içinde bana:

‘Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor’ dedi.

Saat tam 9’u 5 geçiyordu.”

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri) :”Birdenbire gök mavisi gözleri açıldı ve sert bir hareketle başını sağa çevirdi. Ben de artık hıçkırıklarımı zapt edemedim. Diz çöktüm. Sağ elini ellerimin içine aldım. Öptüm ve yüzüme sürdüm.”

Soyak’ın ardından Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe de aynı eli öptü ve yorganın altına koydu. Bu arada Prof. Dr. Mim Kemal Öke Atatürk’ün açık gözlerini kapattı. Dr. Kâmil Berk de “G.M.K.” (Gazi Mustafa Kemal) markalı beyaz bir mendille çenesini bağladı.

Salih Bozok (yaveri) :

“Hekimler büyük ölünün odasından çıktıkları zaman yüzüm kim bilir nasıl korkunç bir hal almıştı ki operatörü Mim Kemal Bey telaşlanarak:’ Nereye gidiyorsun’ diye sormaya mecbur oldu. ‘Hiç’ dedim, ‘gidiyorum. îşim bitti artık. ‘Fakat Mim Kemal Bey bırakmadı. Kolumdan tutarak aşağı kadar indirdi. Kalbim, iki değirmen taşı arasına düşmüş bir buğday tanesi olsa ancak bu kadar ezilirdi. Ne ağlayabiliyor, ne konuşabiliyor, ne de konuşulanları anlıyordum. Bir ara büsbütün kendimden geçmişim. Odadan deli gibi fırladım.’ Nereye?’ diye arkamdan koştular. ‘Şimdi geliyorum’ dedim. Bundan sonrasını hiç, ama hiç hatırlamıyorum.”

Atatürk’ün Yaveri Salih Bozok, şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. Az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup odaya koşanlar içeride onu kanlar içinde buldular. Tabancasından kalbine sıktığı bir kurşunla devrilmişti…

Bir Solukta Boğazınızda Yumruyla Okuyacağınız Atatürk'ün Son 100 Günü

Kaynak:

Sami Çelik – Atatürk’ün Son 100 Günü

Hasan Rıza Soyak – Atatürk’ten Hatıralar

Can Dündar – Sarı Zeybek

Hulusi Turgut – Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları

ABİMİN KIZILAY KIRAATHANESİ DÖNÜŞÜ

KIZILAY KIRAATHANESİ

mim ali timur
                                                   Mim Ali & Timur
Sevgili yâran :
“Kızılay Bilârdo, Bezik, Briç kıraathanesine” gitmek için bulvar tarafından Sakarya caddesine girip ilk sokaktan sola sapardık. Ya da Sakarya caddesinden bulvar yönüne yürür, bulvar öncesi son sokaktan sağa dönerdik. Doğru muyum Yusuf Özyürek, Mim Ali Bumin ve Selim Balkanlı ?  Bu gurupta rahmetli Taner Bumin de bulunur, bâzen Hikmet Pekcan da katılırdı.  Hepimiz “tığ”a benzetilirdik.
Mim Ali,  Bafra’sından bir nefes çeker, “Lan oolum..kendi kozuna çakıyorsun lan !..insan kendi kozuna çakar mı birader?..” Ya da “El çaka yer çaka yapsana birader..töbe töbeee.! Bir öğrenemedin şu oyunu..pes birader” gibi laflar ederek, fakire çemkirir, izzetimizin fesiyle oynardı.
Arada bir bilardo da oynardık. Bu oyunu da herkes benden iyi oynadıgindan oyun parasını hep ben verirdim.
Hepimiz hâliyle müthiş sigara içerdik de Yusuf bir ara filtreli Harman içmeye başlamıştı. “Para önemli değil oğlum” demişti..”sağlığım için içiyorum..”  Beni en az azarlıyan, Briç oyununu da en iyi oynayan olduğu için hep Yusuf’la ortak olmak isterdim. Zaten bu fakiri genelde yalnız dördüncü olmadığı zaman briç oyununa  alırlardı. Ya da beleş çay içmek istediklerinde.. 
 selim 2
                                                    Selim
Selim Balkanlı genelde nâdiren fikir yürütürse de gurubu  ‘Birinci’ sigarasıyla tanıştıranın Selim olduğunu sanıyorum. “Âbi içimi aynen Harman..üstelik içinden Bafra gibi odun da çıkmıyor.” demişti. “Yalnız  sallamıycan, baş aşağı çevirmiycen..yoksa bütün tütün horr diye boşalıyor “Hepimiz bir süre Birinci’ye başlamış, sonra da yine Bafra’ya dönmüştük. Hepimiz sigara dumanıyla halkalar çıkarma becerisine sahiptik ve ‘aferin’ diyenimiz çoktu.
 YUSUF
                                                       Yusuf 
Hepimiz de yılbaşında ne yapıldığını bilmeyen ailelerden gelmiş olduğumuzdan,  bir yılbaşı gecesi yine ayni kıraathaneye gitmiştik. O gece yılbaşı olduğu için kahveden erken çıkıp dağıldık. Yolda Mim Ali ile bir şişe Çubuk şarabi aldık, içe içe bizim evin, Bumin apartmanının, önüne kadar geldik.  Mim Ali ayrıldı. Ömrümde ilk kez sarhoş olmuştum. Uzun süre evin önündeki direğin dibinde kustum. Dört katlı merdiveni güçlükle çıktım. Allahtan kapıyı kız kardeşim Birnur açmıştı da başka kimse bu rezil hâlimi görmemişti. Bu benim ilk ve son sarhoşluğumdu. Keşke yaktığım son sigara konusunda da aynısını söyleyebilseydim.
 
Taner Bumin rahmetli oldu. Tüm Hacettepe 70 gurubunda YALNIZ  Yusuf, Mim Ali,  Selim Balkanlı ve  bu fakirin yandangeç ameliyatına (Türkçesi “Baypes ameliyatı” imiş) dûçar olduğumuzu açıklayabilecek bir âlîm ya da kerem sahibi var mı içinizde ? Kızılay Kıraathanesi’nin bu işte bir rolü olabilir mi sizce?
Yusuf, Mim Ali ve Selim ; sizleri ne cok sevdigim yeni âyan oldu fakire. 
Mezarlık yolundan geçtik, ıslık çalmayı sürdürmekteyiz. 
Sağlıcakla kalın
FPT Timur
selim2 2
                                                           Selim
M13 Jeff Thrush
                             Timur’un teleskopundan M13 yıldız kümesi

HACETTEPE 70 : 50. YIL TOPLANTISI (Dr. Salih Yurtbaşı)

salih

                   oradaki çocuksu güneş

                  herkes hep herkes gibiydi
                  ben nasıl ben gibiysem

                  bilirsin işte iki arada bir derede
                  nasıl azar azar yaşıyorsak 
                  ayrılıklar ve aynılıklar içinde
                  kime sorsam; düşsel sabahın sessizliğini
                  ya da bitkin bir kelebeğin çırpınışını anlatıyordu
                  yol yorgunuydular…

                                        bakınca gözlerimize

                                                 ağlar gibiydik hepimiz…

                  her şey hızla değişti sonra

                  birliktelik indi sığındı kollarımıza
                  sarılıp öptü bizi ateşten dudaklar
                  düğün eviydi her yer
                  gençliğim oradaydı, senin gençliğin de
                  orada dirilik vardı güç vardı
                  sevgi indi sığındı kollarımıza
                  zümrüt oldu yakut oldu 
                  her şey hızla değişti orada…

                                           yılları çoğalmış

                                                  çağlar gibiydik hepimiz…

                  niçin boğardı insan kendini bazen bir kaşık suda
                  niçin yazılırdı  bunca dize, neden ağlaşırdı derin karanlığında
                  şaşı duygularının gizemine ulaşmak için
                  bıkmaz mıydı dolaşmaktan içinde
                  oysa kimse korkmuyordu tükenişden artık
                  hemen hesaplaştık acıyla
                  hemen yolladık onu sonsuzluğa

                  çünkü görüyorduk 

                  avucumuzdaki çocuksu güneşi
                  çocuksuydu her şey
                  çocuklaşmıştık biz

                  her şey değişmişti orada

                                           gecesi olmayacak

                                                    dağlar gibiydik hepimiz…

 

 
                   Salih R. Yurtbaşı

                   (15.10.2014  Ankara)

salih 

HACETTEPE 70 : 50. YIL TOPLANTISI (Dr. Selahattin Selim)

1

UNUTULMAZ HAFTA SONU; 10-12 EKİM2014

 

  •          50 yıl önceyi anma toplantısı yer ve tarih tespit edildikten hayli sonra,bu işlerin ustasını canından bezdiren ihmaller,zamanında yatmayan para,e-postalara cevap için gereken ilginin olmayışı,geliyorum diye ilk ortaya atılanların suskunluğu organizasyonda sıkıntılara açsa da büyük organizatör yılmadı.Her ne kadar fikir babasıyım diye övünen ama fikire mama bile vermeye erinen yakışıklı  kardeşimiz de nasıl olsa İlhan hamallık yapar diye gönül huzuru ile yan gelip yatsa da bildiği bir şey vardı.Er ya da geç plan gerçekleşecekti.
  •          Titreyen Göl’ü titreten bir coşku ile yapılan şaşırtıcı karşılama elbette Aslan yeğenimin azmi,Muzo kardeşimizin desteği , yakın çalışma gurubunun hevesle katkısı ile gerçekleşti. Günün ilk şeref vereni ben olduğum için aslan yeğenim elimi öptü,ben de  onun alnını öptüm.Arkadan değişik frekanslarda sevinç ve farklı duygu tezahürleri birbirini izledi. Çarpıcı hediyeler,gülücükler elbette bir yatırım içindi ve kendini zorla genel sekreter atayan İlhan daha fazla beklemedi,”paraları uçlanın lan”diye yılıştı.Tahsildar olarak da Muzo görev alınca itiraza cesaret eden de çıkmadı tabii.
  •          Ben herkes gibi İlhan’ın edep dışına taşan azgın tavırlarını bu kadar  ileri götüreceğini bilmediğim için afallamadım değil.Sonra dozun gittikçe artması kimseyi şaşırtmadı.Hatta bu azmalar ,kahkahaların göz yaşları ile sürmesine yol açtı.Yol yorgunu falan demeden akşam yemeği öncesi sunumlara geçildi.Sanki bilimsel toplantı vardı.Bizi gören bir alman bilimsel bir taplantı mı olduğunu sormadan edemedi.Gerçekten,İlhan’ın yönetiminde Yücel’in ciddi ve emek dolu sunumunu,İskender’in başka bir bakış açısını dile getirmesi,ciddi bir ilgi gördü.
  •         Akşam yemeğinde,turbun büyüğünün heybede olduğu anlaşıldı.Önce İlhan’ın Huysuz Virjin-Cem Yılmaz  karışımı her lafa bir cevabı,cevap yetmezse ağzına yakışan ve yakası açılmadık küfürleri ile başlayan eğlence,Ahmet Kurtaran’ın sıcak şarkılarını,tarzı dışında kanun eşliğinde söylemesi sonrası sevgili Nazım Şuvağ herkesi coşturdu.50 yıldır hekimlikle müziği beraber götüren ve her ikisinde de başarı gösteren kardeşimiz,arkasında eşi Zehra Şuvağ’ın varlığını ve desteğini gururla söyleyebilen kişilikte biri.Ne yazık ki Nazım’ın övdüğü o çok güzel şarkı söylemesini izahı güç çekingenlik yüzünden dinleyemedik.Söylenen her şarkıya katılmayan yoktu.Artık tarzı olan bir usta sanatkar olarak bize cesaret vererek işi doyulmaz müzik ziyafetine döndürdü.Espiriler,şakalar,sataşmalar,müzik hepimizi sarhoş etti.
  •          Ertesi gün rahmetli bir arkadaşımız için kırmızılar giyildi,toplu fotoğraf çekildi.Kısa bildiriler(!) ve münferit performanslarla , akşam sefasını beklemeye başladık.Tadını bir aldık ki vaz geçilir gibi değil.Bu toplantının her şeyi ,planlayıcısı ve uygulamalardaki yönetmeni yine bir yenilik getirdi.Bu akşam önde  oturuşlarını bile planladığı bayan korist, arkalarında istediği gibi duracak erkek korist düzeni kurdu,kimseye oturma izni vermediği sol baştaki sandalyeye kuruldu.M.Ali de bir yığın ahlaksız tekliflerden sonra bir kadeh rakı sunup yanına çöktü.Sonunda bisi en rezil şekillerde yapıp çekildiler,şef A.Kurtaran da o an kurtuldu.  
  •        İnanılmaz bir şey oldu ve kahramanımız tamam bu kadar deyip masasına çökünce Nazım sanatçı kaprisini tersine işletti ve şarkı söylemede ısrar etti.Huysuz-Cem karması patron da lanet olsun gibilerden tamam lan dedi.Demek ki gereken buymuş.Nazım coştu,bizler coştuk. Bu eğlence bitmesin diye   herkes hançerelerini yırtarcasına şarkılara katılıyordu.Sağolsun nazım da müzik terbiyesi veren hoca gibi sabırlı ve şendi.
  •        Bu toplantıya katılanlar gamsız,tasasız insanlar değildi.Her birinin içinde ne fırtınalar koptuğu bilinmez.Ama bu hafta sonunu korsan gemisi turu,gemide azan türküler ve oyun havaları eşliğinde yüzme ve balık keyfi de unutulmaz  anlar yaşadık.
  •         Bu hafta sonunu katılanların hepsi mutlu oldu.Unutacaklarını sanmam.Bir dahaki toplantı için çalışmalara başlandı.Acaba o  toplantıya yaşayıp katılanlar,katılamayanları nasıl anarlar diye düşünmeden edemedim.Malum yaş 70 !
  •         Sevgili İlhan Erkan ve yardımcılarına yürekten teşekkürler.Minnetlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.
Dr.Selahattin Selim
785
EYUP4322
2
neco ilhan salih nuri

“NIAGARA PEACE AND DIALOGUE AWARDS” İZLENİMLERİ

“NIAGARA PEACE AND DIALOGUE AWARDS” İZLENİMLERİ              
 
Başkan Dr. Kayaalp Büyükataman’ın önerisiyle, 2 Ekim, 2014 tarihinde, “Turkish Forum”‘u temsilen, “Niagara Foundation”ın düzenlediği “Niagara Peace and Dialogue Awards” törenine katılmak üzere eşim Dr.Nilüfer Sümer’le “Novi Sheraton” oteline geliyoruz. 
Karşılama masasında üzerinde adlarımız yazılı kartları yakamıza takıyoruz. Toplantı salonu henüz açılmamış. Giriş salonundaki kahve-kurabiye masalarının önünde oluşan, 20-30 kişilik “tanışma-kaynaşma” gurubunun içine katılıp bir köşede dikiliyoruz. Gelenler içinde tanıdık bir yüz göremiyoruz. Koyu renk takım elbiselerinin içine açık mavi renkte gömlekler giyen kravatlı ve çok kibar gençler misafirlerin arasında dolaşıyor, bize “hoş geldiniz” diyorlar.  Bunlardan biri, guruplar arasında dolanıp, resimler çekiyor.
Yanımıza çok güzel Türkçe konuşan ve göz aşinalığımız bulunan Bosna’lı bir genç geliyor. Kendisiyle “Nevruz” kutlamalarında Balkan ülkelerinin derneğinde tanıştığımızı hatırlatıyor. Hatta fakirin Nevruz ateşinin üzerinden atlarken düşüşümü hatırlatıp bizi bir kez daha mahçup ediyor.
Sormam üzerine, Niagara Foundation’la birlikte birçok çalışmaları olduğunu, Türkiye’ye defalarca Amerika’dan öğrenci ve öğretmen gurupları götürdüğünü, “hatta” bazı belediyelerle işbirliği yaptıklarını anlatıyor. Güzel Türkçe’sini ODTÜ’de mühendislik okumuş olmasıyla açıklıyor. Türkiye’de “bazı durumlar değiştiği için” bir yıldır bu işbirliklerinin durduğundan yakınıyor. Zekâsına, Türkçe’ye hakimiyetine ve kibarlığına hayran kalıyoruz.
Saat 19:00’da salona girip, bize ayrılan en ön sırada bir masaya oturuyoruz. Masalar sekizer kişilik fakat bizim masada bizden başka henüz iki kişi daha gelmiş. Bunlardan biri Lisa Levine adlı, Michigan State Üniversitesi’nde yabancılara İngilizce dersi veren Mûsevi bir eğitmen hanım. Diğeri ise benim sağıma oturan İbrahim Delen adlı, aynı üniversitenin “College of Education” bölümünden yeni doktora almış sakallı bir Türk genci. Diğer masalar da yavaş yavaş doluyor ; salonda 100-120 kişi kadar bulunduğunu tahmin ediyorum. Salonda sadece 2-3 türbanlı kadın görebiliyorum.
Ms. Levin’e buraya nasıl davet edildiğini soruyorum. Kendisini nasıl bulup davet ettiklerini bilmediğini, daha önce “Niagara Foundation” grubundan haberdar olmadığını söylüyor. Yabancılara ders verdiği için, öğrencilerinden birinin tavsiye etmiş olabileceğini söylüyor. 
İbrahim bey ise Niagara gurubunda arkadaşları olduğunu, gurubun çalışmalarında sıklıkla “yardımcı” olduğunu belirtiyor.
Program başlayınca biraz gecikmeyle, masamıza iki genç Türk mühendis daha katılıyor. Onlarla ancak program sonunda kısaca görüşebiliyoruz.
Sheraton hizmetlileri yemekleri getiriyor. Kesinlikle hormonlu ve de muhtemelen eceliyle ölmüş bir tavuk yanında, iri taneleri birbirine yapışmış bir lâpa/pilav ve hiç ateş görmemiş birkaç fasulye ve havuçtan oluşmuş sebzeler. Öte yanda, koyu çukulatalı pasta gerçekten çok güzel.
 
Program, Fethullah Gülen’in toplantıya gönderdiği özel yazısının okunması ile başlıyor. Sayın Gülen, sağlık nedenleriyle toplantıya gelemediği için üzgün olduğunu belirtiyor. Ardından, 15-20 dakikalık Niagara Foundation’ı tanıtan resimli, müzikli bir “slayd” sunumu izliyoruz.
Masamızın üzerindeki program gerçekten çok profosyenelce hazırlanmış ve birinci sınıf baskı ve resimleri içeriyor.
Kapak içindeki ilk sayfada M. Fethullah Gülen’in güzel bir resmi ve öz geçmişi yazılmış. Diğer sayfalarda ise ödül alacakların resimleri ve öz geçmişleri 1-2 sayfayı dolduracak şekilde özenle basılmış :
Programın sunucusu (“mistress of ceremonies”) Cynthia Canty ; Michigan Radio’nun “Stateside” adlı programının yapımcı ve sunucusu.
Ödül alanlar sırayla sahneye çıkıyorlar.
1. Dr. Douglas Kindschi ; “Kaufman Interfaith Institute” direktörü, matematik ve felsefe profesörü.
2.”Capuchin Soup Kitchen” adına Direktör ve “brother” (Katolik rahip) Jerry Smith
3.Michael P. Flanagan ; “State Superintendent, Michigan Department of Education”
4.David Crumm; “Founder and Director of ‘Read the Spirit’”, “journalist and publisher”
5. Tom Watkins ; “President & CEO, Detroit Wayne Mental Health Authority”
Ödül alanlar teker teker takdim ediliyor, kısa birer konuşma yapıyorlar ve her birine oldukça görkemli ve sporculara verilen cinsten modern birer heykelcik veriliyor. 
Ödül alanları ve Niagara Foundation’u alkışlıyoruz. Ayrıca oldukça gıpta ediyoruz. 
“Balyoz”dan hiç söz edilmiyor.
Dr. Timur Sumer

ARKADASIM DR. SUHEYLA UMUR

2

Suheyla 1946 yılının serin bir mart ayında Amasya’da doğdu. Ailenin üçüncü çocuğu idi, babası halk    arasındaki değimi ile “postacı”, resmi değimi ile “Posta müvezzi” idi. İlkokul mezunu ama geleceği  gören, şair ruhlu hele akşamları bir iki tek atınca gümbür gümbür şiir yazan, hatta günlük olayları bile şiire döken tanıyanların “şair muharrem” dedikleri doğruları söylediği için bazılarına ters düşen, garibanlara her zaman yardım eden bir insandı. Annesi okuma yazma bilmeyen ev ve hayat şartlarından her zaman dert yanan, sıkıntılarından çocuklarını en kısa zamanda meslek edinmelerini   empoze eden son derece dindar bir kadındı. Beş çocuğuna yemek pişirmek, çamaşırlarını yıkamak, yokluk ve sıkıntılar içerisinde evi çekip çevirmekten bunalmış, yorgun bir kadındı.

1

Suheyla, zayıf ve kuru idi, iştahsızlığı zaten zor geçinen ailede üzüntü kaynağı oluyor yemeklerde   iştahı açılsın, iyi beslensin diye tüm ailenin onayı ile taze yumurtalar alınıp, sarıları çiğ çiğ birazda zorla içiriliyor, ceviz şurupları, o zamanlar yeni çıkan malt hülasaları ile kilo aldırılıp hastalanmasın, biraz şişmanlasın diye el üstünde tutuluyordu, kendisinden sonra doğan iki erkek kardeşine ablalık yapıyor gizli gizli kendisine tahsis edilen yiyecekleri paylaşıyordu. Ailenin neşe kaynağı, aydınlık yüzü olmuştu, olayları kendi üslubu ile dramatize ederek anlatışı kendisine ilgiyi arttırıyor araya sıkıştırdığı espirilerle tüm aile ve çevresini kendisine hayran bırakıp etkiliyordu.

3 

Suheyla, ilkokulu üçler ilkokulunda okudu, öğretmeni ondaki cevheri keşfetmişti, özel ilgi gösteriyor mutlaka okuması gerektiğini ve çok başarılı bir insan olacağını her fırsatta tekrarlıyor asla olumsuzluklardan yılmamasını her şartta mutlaka önüne ümitle bakmasını ve en önemlisi mücadele edip pes etmemesini belleğine işliyordu. Hayattaki en önemli varlılardan birisi olan, döneminin en başarılı ilkokul öğretmeninin bütün olumlu motivasyonları ile Amasya lisesine devam etti. Amasya Lisesi orta kısmına fırtına gibi başladı, her sene o dönemlerin iftihar listelerine girdi, lise birinci sınıftan sonra ailesi zorunlu olarak Samsuna taşındı. Sene 1961 idi. Genç kızlığa yeni adım attığı başarılara alışmış bünyesi , Samsuna başlangıçta güç alıştı, Samsun 19 Mayıs Lisesi zor fakat kendisini ispatlamış , yurt çapında isim yapmış başarılı birçok değerli insanı yetiştirmiş   tecrübeli öğretmenlerin görev yaptığı seçkin bir lise idi, yılmadı geceleri sağlığını bile hiçe sayıp derslerine çalışarak Amasya lisesi ile aradaki fakı kapattı., tam gün yapılan öğrenimde öğleleri arası bile derslerine çalışıyor annesinin küçük kardeşleri ile her zaman olmasa da gönderdiği yiyeceklerle karnını doyuruyor, parasızlığın acımasız şartlarına meydan okuyordu. Ama asla kendini ezdirmiyor, daima dik ve onurlu duruyordu.

 

 Lisede de kısa zamanda kendisini sevdirdi, derslere uyum sağlamış Amasya lisesindeki gibi popülerliğini sağlamıştı. Cana yakınlığı, çalışkanlığı, Allah vergisi şeytan tüyü denilen dönemin en sevilen deyimi ona tam yakışıyordu. Tiyatro koluna da girmiş, kısa zamanda sahnelenen zamanın en güzel tiyatro eserlerinde en önemli rolleri ( Namık Kemalin Vatan yahut Silistre, Moliere’nin Tardüf) üstlenmiş ve çok başarılı olmuştu. Artık önünde yeni ufuklar açılıyordu. ABD ile karşılıklı öğrenci değişimi A.F.S. sınavlarına girmiş ve kazanan iki öğrenciden biri olmuştu. İnanılmaz bir olayı gerçekleştirmiş Samsun gibi büyük bir ilde zengin ve güçlü öğrenci velilerinin kendi çocuklarının kazanmaları için tüm çabalarına rağmen “O” kazanmıştı. Ama kazanmak yetmeyebilirdi. Zira ailesi sıkıntılarla boğuşuyordu. Babası hastalanmış, maddi güçlükler her zaman olduğu gibi aileyi zorladığı gibi annesi ve çevresinin “kız çocuğunun gavur ellerinde ne işi var, zaten okumasa da olur” duruşları çok büyük bir engeldi. Günler süren tartışma, hatta ağlamalar, etkin iknalarla sorun halledildi. Amerika lisesi öğrenciliğine 1963 yılında başladı. Pensilvanya eyaletinin bir kasabasında yine başarılı geçen bir sene sonunda çok sevdiği vatanına döndü. Amerika’da da kendisini sevdirmiş, bir ailesi ve kardeşleri olmuştu. Sonraki senelerde tekrar tekrar görüşüp bir ömür boyu dostlukları devam edecekti. Amerika’daki ailesi de anne, baba ve iki kız kardeşti.

 

Suheyla 1963 yılında Türkiye’ye döndü. Üniversite imtihanlarına hayalindeki Doktor olma hevesi ile girdi ama olmadı. Zira Amerika’da eğitim ile Türkiye’deki eğitim farklı idi. Hayal kırıklığına kapılmadı, şartların kendisini o noktaya getirdiğini biliyordu. Teselliyi açıkta kalmama olarak değerlendirip kazandığı Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Amerikan Dili ve Edebiyatı  bölümüne kayıt oldu. Bozulan moraline rağmen İlkokul öğretmeninin söylediklerini unutmuyor, hayatındaki Tıp Fakültesini mutlaka kazanacağına inanıyordu. Çalışacaktı, kazanacaktı, kazanmalıydı. Mecburdu, geceleri rüyalarına giren doktor olarak insanlara ve ülkesine hizmet etme rüyalarını ancak bu şekilde gerçekleştirebilirdi.  27 Mayıs kız Öğrenci Yurduna yerleşti. Zor bir döneme girdiğinin tüm gerçekliği ile bilincinde idi. Hem Fakülteye devam ediyor, hem de maddi zorlukları aşmak için boş zamanlarında Lise öğrencilerine İngilizce dersleri veriyordu. Amerika’da aldığı eğitimin ona en büyük yararı bu olmuştu:  Ana dili gibi İngilizce. Gerçi Üniversite imtihanlarında Tıp Fakültesini kazanamamıştı ama kazanacaktı, inanıyordu. 1964 yılında tekrar büyük bir heyecanla Üniversite imtihanlarına girdi. Yaz tatili gelmişti. Memleketine giderek sabırsızlıkla sonuçları bekledi ve yaz onuna doğru bir akşamüzeri arkadaşından gelen Üniversite sonuçları belli oldu haberi ile postaneye koştu, gelen haber sevinçten çıldırtmıştı: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmıştı. Yanındaki küçük kardeşine sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Hayalindeki okulu kazanmıştı. Eve geldiğinde tüm aile sevince boğuldu. Mahallede ve tüm çevrede hatta Amasya’da Tıp Fakültesini kazananlar bir elin parmağını geçmiyordu. Dosta düşmana ders vermiş, önemsedikleri kız çocuğu doktorluğu kazanmış, ele güne ailesinin itibarını yükseltmişti.

 

Suheyla Hacettepe Tıp Fakültesini hiç sene kaybetmeden aksine başarılı olarak 1970 yılında bitirdi. Fakültedeki öğrenim süresinde nerede ise tüm hocalarının takdirini kazanmıştı. Uzmanlık alanı olarak Kadın Doğumu istiyordu. Zaten sınıf arkadaşı Ahmet ile birbirlerini sevmişler bir ömür boyu birlikteliklerine nişanlanarak adım atmışlardı. Uzmanlık sınavına girdi fakat Türkiye’de torpil olmayan yer yoktu. Paylaşılmış, açıkta bırakılmıştı. Yılmayan mücadeleci kişiliği yine devreye girdi. Biliyordu, imtihanı hem de dereceyle kazanmış fakat hakkını yemişlerdi. Rektör İhsan Doğramacı kendisini tanıyor ve takdir ediyordu. Zorluklarla Doğramacı’nın karşısına çıktı. Durumunu anlattı, hakkının gasp edildiğini, büyük bir haksızlığa maruz kaldığını anlattı. Doğramacı hemen imtihan kâğıtlarını istetti, bizzat kendi başkanlığında yapılan değerlendirmede haklı olduğu anlaşıldı ve yine hayallerinin bir basamak üzeri Kadın ve Doğum bölümüne Asistan olarak atandı. Hayalleri bir bir gerçekleşiyordu. Sınıf arkadaşı Ahmet ile evlenmiş, mutlulukları perçinlenmişti. Artık çok olmasa da maaşları vardı. Suheyla Orta Okulda parasızlığın ne demek olduğunu anlamıştı. Ek ders kitapları almak için kese kâğıdı yapıp kardeşlerine sattırdığını hiç unutmadı. Evdeki yemek sofrası alınan eski gazeteleri kese kâğıdı yapmak için bir tezgahtı. Zamkı ise undan yapılan hamurdu. (hatta bu iş ileride kendisinden sonra gelen iki küçük kardeşine örnek olacak, kardeşleri küçükken ablalarına yardım ettikleri günleri hatırlayıp, ayrıca kazanma azimlerini geliştireceklerdir) Güzel günler, nöbetlerin fazlalığı, uzmanlık eğitiminin zorluğu derken babası kanser oldu. Babasına evlatlığın tüm fedakârlığını göstererek baktı. Onu n güzel şekilde tedavi ettirdi. 1974 yılında Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı (Jinekolog) oldu. Kadrosuzluktan Kayseri Gevher Nesibe Tıp Fakültesi Kadın ve Doğum Bölümü kurucu Öğretim Üyesi oldu. (Eşi Ahmet de Üroloji bölümü). Başarılarla dolu öğretim kariyerlik hayatı Doçent olarak taçlandı. Bu arada dünyanın en önemli Üniversitesinin Tıp Fakültesi Hastanesinde modern tıpta Türkiye temsilcisi olarak ek eğitimler aldı. Bu eğitimleri ülkemiz insanlarına uyguladı. Şifa dağıttı. İki tane çok zeki çocuğu oldu. Oğlu Üniversite giriş sınavında Türkiye 18. Si oldu. Oğlu da kızı da Amerika’da eğitim görerek iş hayatlarına atıldılar.

Başarılarla geçen Öğretim Üyeliğinden serbest hekimliğe geçiş yaptı, İzmir’e yerleşti ve çok sevdiği İzmir’de hastalarına hizmet etti. 2008 yılı yaz aylarında ani ateş yükselmeleri ile başlayan şikayetleri inanılmaz bir teşhisi getirdi. Kanser olmuştu. Büyük bir soğukkanlılıkla kabullendi ama maalesef mum dibine ışık vermemişti. Hastalarına yaptığı uyarıları kendinden esirgemiş, kontrollerini yaptırmamış, hastalık son evreye gelmişti. Tüm mücadeleci kişiliğine rağmen bir buçuk sene mücadeleden sonra 2 Şubat 2010’da çok sevdiği ATATÜRK ile ayni saatte vefat etti.

Doktor Süheyla her zaman hayırsever, çağdaş, vefalı, vatansever oldu. 1974 yılında Kıbrıs’ta Türk yurttaşlarımızın katliamına karşı yapılan Barış harekâtında Doktor olarak gönüllü başvurdu. Maddi imkânsızlıklar içerisinde olup, zorluk çeken onlarca öğrenciy okuttu. Çağımızın vebası ve AİDS hastalığı ile mücadelede daima maddi manevi destek verdi. TEMA Vakfı ile koordine oluphatıra ormanı kurdu. Yeni yapılan Amasya Sabuncuoğlu Şerafettin hastanesinde bir oda tefriş etti. Amasya Vakfına her sene düzenli olarak bağış yapar, doğduğu büyüdüğü memleketini asla unutmadığını anlatırdı. Daha birçok sayılmayacak kadar hayırları ve iyilikleri vardı.

Öğretim Üyesi ve Türk vatandaşı olarak temsil ettiği tüm yurtdışı görevlerinden Ülkemize başarılarla döndü, tam olgunluk çağında başarılarının meyvelerini verirken amansız hastalık aramızdan ayırdı.

DOKTOR SUHEYLA (UMUR-BÖLÜKBAŞI) BENİM ABLAMDI!

 

Ecz. Turgut Umur, Anılarım Kitabı, Kasım 2013 s: 118-123

 

 

 

 

 

 

NURİ TİMUR BULUŞMASI

TAC 50. YIL ANKARA

ALTMIŞDÖRT gurubuyuz biz TAC’ın
Tüm gurupların en değerlisi
Saçlarımız varsa, GÜMÜŞ
Dişlerimiz ALTIN
Böbreklerimizde nice DEĞERLİ TAŞLAR
Erimiş vücuttaki tüm kaslar
Ayaklarımız KURŞUN misali ağır
Kulaklarımız hepten sağır
Ve içimizde her an çıkmaya hazır bir
DOĞAL GAZ zenginliği
FPT Timur

 

Page_1

%d bloggers like this: