ŞARON

“Eeee….?” Dedi Vehbi, odaya girip elindeki alışveriş poşetlerini masanın üzerine bırakırken, “Günün nasıl geçti?  Bak yine konuşmuyorsun!  Türkçe bilmiyorsun tabi, nasıl cevap veresin ki?  Benimkisi de enayilik.  Dur ben senin lisanını konuşayım.  Hav ar yu? Ay em fayn tenk yu.   Dis iz  e pensıl, dis iz e buk.  May neym is Vehbi.  Vat iz yur neym?  Benden bu kadar, ama duuuur, bi de “Oo may gad” var!  Fakat bunu şimdi söylemem. Seni bir gün gerçekten görebilmem ihtimalini göz öne alarak dağarcığımda saklıyorum.  Sana sarılırken “O may gad!” diye bağıracağım.

Vehbi on yaşındayken annesi amansız bir hastalığa yakalanmış ve maalesef kısa bir zaman sonra ölmüştü.  Bir iplik fabrikasında ustabaşı olarak çalışan babası Hasan efendi gecenin bir yarısında ablası ile aynı odayı paylaşan Vehbi’yi uyandırmış ve gözyaşlarına boğulmuş bir sesle “Vehbi, kalk oğlum annen öldü!” demişti.  Uyku sersemi olduğundan mı, şok geçirdiğinden mi bilinmez, paralize durumdaki Vehbi’nin gözünden bir damla bile yaş akmamıştı, ta ki annesinin mezarlıkta gömülüşünü görene kadar.  Ondan sonrasını hatırlamıyordu zaten.  O günden anımsadığı sadece ablasının mezarlıkta saçını başını yolarak, feryat figân ederek üstündeki giysileri parçalamaya çalıştığıydı.   

İlkokul üçüncü sınıftaydı annesi öldüğünde.  Ablası Güler ise orta bire gidiyordu.  Annelerinin ölümü, bütün dersleri iyi sayılabilecek bu çocukların okul başarılarının sınıfta kalacak bir seviyeye kadar düşmesine neden olmuştu.  Neyse ki, öğretmenlerinin desteği, ikmal sınavları, “dört buçuktan beş” vs. derken zar zor bir üst sınıfa geçebilmişlerdi.  Aradan bir yıl kadar bir zaman geçmişti ki, bir gün akşam yemeği sonrasında babaları onları karşısına almış ve kan dondurucu bir açıklamada bulunmuştu;

–       Çocuklar, bu ev bir kadın olmadan dönmüyor.  Yemek, çamaşır, temizlik gibi ev işlerini ne siz yapabiliyorsunuz ne de ben.  Komşular benim yeniden evlenip eve bir kadın getirmemi önerdiler.  İnanın ben de istemem ama bu durumu kabullenmeye mecburuz!   Haklı değil miyim?  Kızmadınız değil mi?

Beklenmedik bir aparkat yemiş boksör gibi her iki çocuk ta abandone olmuştu.  Gıkları çıkmadı, çıkamadı.  Demek eve annelerinin üzerine bir kadın gelecekti ha? 

Çok sürmedi, bir akşam babası eve bir kadınla geldi.  “Bugün nikâhlandık, Feride hanım artık yeni anneniz” dedi.  Adam çocuklarının kadına “hoş geldin” demelerini arzu ediyordu ama tabi ki böyle olmadı, tam tersi oldu; çocuklar yere bakarak odadan çıkıp gittiler.  Arkalarından koşan babaları onları durdurup ne kadar dil döktüyse de fayda etmedi, günlerce odalarından çıkmamakta ısrar ettiler.

Feride hanım yoksul bir ailenin kızıydı. Hasan efendiden epeyce genç olan bu kadın yüzüne bakılacak derecede güzel sayılırdı. Ama kız tarafına düşen nişan, düğün, çeyiz masraflarını karşılayacak durumda olmayan ailesi, daha önceleri bu kız için dünürcü gelenleri “oğlanlar evlensin sonra düşünürüz” diyerek geri çevirmişlerdi ve, tabiri caiz ise, Feride bekleye bekleye neredeyse evde kalmış bir kız olmak üzereydi.  Komşuların çöpçatanlığı ile Hasan efendi Feride’yi görmüş, beğenmiş ve kızın da rızası alındıktan sonra sade bir nikâh merasimi ile evlendirilmişlerdi.

Feride kendisini çocuklara saydırmak ve sevdirmek amacı ile elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyordu ama nafile.  O artık bir “üvey anne” idi ve çocukların gönlünde yeri yoktu. Tüm hünerlerini sergileyerek onlara değişik yemekler yapıyor, giysiler dikiyor, derslerinde yardımcı olmaya çalışıyor ve en azından babalarına çok iyi hizmet ediyordu.  Nadiren de olsa, Vehbi ve Güler’in gülümsediğini gördüğünde mutluluktan havalara uçuyor, hemen onlara irmik helvası veya revani yapıyordu.  Çocuklar zamanla durumu kabullenmiş görünseler de hâlâ için için Feride’nin o evden gitmesini istiyorlardı.  Asıl hazmedemedikleri, geceleri o kadının babaları ile aynı yatağı paylaşmasıydı.

“Zaman su gibi akar” derler, ki doğrudur, zaman su gibi akmış, Vehbi’nin ablası Güler gelin olup evden gitmişti.  Yıllar önce Almanya’ya işçi olarak giden bir akrabalarının oğluna vermişlerdi.  Ara sıra Türkiye’ye geldikleri oluyordu.  Durumları iyi idi ve Güler mutluydu.  Vehbi “hiç olmazsa ablam mutlu” diye kendi hâlinden şikayet etmiyordu.  Her gelişinde ablası Vehbi’ye para vermek istiyordu ama her defasında Vehbi “Bana yapacağın yardım dolayısı ile kocana karşı müttehim duruma düşmeni istemiyorum, sağol ablacığım” diyerek parayı kabul etmiyordu.  Halbuki, hastanın ilâca olan ihtiyacı gibi o zamanlar kendisinin de paraya çok ihtiyacı vardı.

İlk okul, orta okul ve ikinci sınıftan terk ettiği lise yıllarının yaz tatillerinde Vehbi’yi fotoğrafçılık yapan Tarık eniştenin dükkânında çalışmaya gönderiyordu Hasan efendi.  Tarık enişte Vehbi’nin halasın kocasıydı.  Çok iyi ve merhametli bir insandı.  Bir gayrimüslim vatandaşımızın açtığı fotoğraf stüdyosuna (ki o zamanlar sadece onlar bu mesleği yapardı) çırak olarak girmiş, mesleği öğrenmiş ve askerlik görevini bitirdikten sonra (yine eski ustalarının desteği ile) küçük bir dükkân açmıştı.  Önce sadece vesikalık fotoğraf çekerken, daha sonra haftalık fotoğraf, düğün fotoğrafı çekimi filân derken işini büyütmüş ve şehrin sayılı fotoğrafçılarından birisi olup çıkmıştı.  İki oğluna da yüksek tahsil yaptırabilmiş, evlendirmiş ve onları evden uçurmuştu.  Kızı da özel bir liseyi bitirmiş, hemen sonra evlenmiş ve yaşadıkları şehirde kalmıştı.  Oğullarının her ikisi de yurt dışındaydılar.  Halası olsun, Tarık eniştesi olsun Vehbi’yi oldum olası çok severlerdi.  Zira hem yakışıklı, hem sessiz, hem efendi tavırlı bir çocuktu.  Çocukları evden ayrılan hala ve enişte, Feride hanım ve Hasan efendinin artık baş başa bir yaşam sürmelerini sağlamak amacı ile, Vehbi’nin gelip kendi evlerindeki bir odaya yerleşmesini istemişlerdi.  Bu herkesin hayrına olmuştu.  “Göz görmezse gönül katlanır” sözü uyarınca, Vehbi de Feride hanımı görmemek mutluluğuna erişmişti.  Halbuki Feride hanım ondan sevgisini hiç eksik etmemiş, her zaman her problemi ile ilgilenmeyi kendisine vazife edinmişti.  Zaman zaman Vehbi’yi korumak için Hasan efendinin karşısına bile dikildiği olmuştu.  Ama bir türlü bu oğlana yaranamamıştı.  Hala ile sohbet ederken dert yanıyordu Feride: “Ablacığım, annesini ben mi öldürdüm ki benden nefret ediyor bu çocuk?  Babasını mutlu ettiğimi görmüyor mu?  Bana anne demesin, abla desin, o da yeter!”

Vehbi’nin askerliği kolay olmuştu.  Acemi eğitimini bitip de dağıtım yapılacağı gün, bölük komutanı tâdat alanında askerlerini toplayıp bazılarının mesleğini sormaya başlamıştı.  Biraz sonra birer birer sorgulamayı bırakmış “aranızda fotoğrafçı olan var mı?” diye gürlemişti. Aynı gür tonda “Var komutanım!” diye bağıran Vehbi iki adım öne çıkıp “hazırol”a geçmişti.  “Yaz” demişti  komutan, arkasında not tutmakta olan başçavuşa, “Genel Kurmay Arşiv Dairesi, Ankara”.   Ne gece nöbeti vardı, ne de saatlerce süren eğitim vardı orada; devlet memuru gibi bitirmişti askerliğini.

Dönüşte Tarık enişte: “Oğlum ben artık yaşlandım, dükkânın yarı geliri senin olsun, gel işine devam et” diye teklifte bulundu.  “Enişteciğim,” dedi Vehbi, “dükkâna ortak  olmasam bile, sana faydam dokunacaksa eğer, nerede ve nasıl çalışmamı istersen senin için orada o sıfatla çalışırım” diye cevapladı.  Tarık eniştenin de beklediği bu cevaptı zaten, Vehbi’ye sarıldı; “Öz oğullarımdan farkın yok, biliyor musun?” dedi.

Tarık enişte de rahattı artık.  Çoğu gün dükkâna uğramıyordu bile.  Yaşıtları ile bir kahvehanede buluşuyor yıllardır ihmal ettiği kâğıt ve taş oyunları konusundaki bilgisini artırmaya çalışıyordu.  Ah şu sigara tiryakiliği olmasa, her şey çok daha güzel olacaktı ama bir gün doktorlar “koah” teşhisi koydular.  Bir müddet sonra da sevgili enişte toprağa verildi.  Hala‘yı ise evli olan kızı kendi yanına aldı.  Böylece hem ev hem de dükkân Vehbi’ye kalmış oldu.

“Yaa işte böyle Şaron’cuğum” dedi Vehbi,  Sharon Stone’un duvardaki resmine hitaben,  “fotoğrafçı kalfası iken bana vermedikleri kızı şimdi dükkân sahibi olunca verimkâr olmuşlar.”

Eniştesi sağken, bir gün dükkâna pala bıyıklı, kalıplı bir müşteri gelmişti.  Elinde bir kadın fotoğrafı.  Resmin büyütülmesini istiyordu.  Amaaa…kendi resminin de yarım plan olarak (kadının kocası imiş gibi) eklenmesinin istiyordu fotoğrafa.  Vehbi fotoğrafı aldı baktı, “Şaron Sıton bu yaa” dedi adama.  Adam sırıtarak “hee, o valla” dedi, “yapabiliniz mi?  Kaça mal olursa olsun haaaa..”

Vehbi Ankara’da askerken bir izin gününde, ki 1993 yılı olmalıydı, Sharon Stone’un meşhur “Temel İçgüdü” filmini izlemiş ve bu kadına hayran olmuştu.  Matinede seyrettiği filmi, aynı günün akşamı suarede de seyretmişti.  Sadece cümlenin mâlûmu olan o meşhur birkaç sahneyi bir daha görebilmek için.

–       Yaparız” dedi Vehbi.

–       Kaç günde?

–       Bir hafta on gün arası sürer.

–       Tamam, gardaş.

–       Ne kadar büyütelim?

–       Aha şoordaki kadar olsun.  (Vitrindeki 30 x 40’lık bir fotoğrafı işaret ederek).

–       Bak, pahalı olur o ama, üstelik bunu ressam yapacak ve ne kadar isteyecek bilmiyoruz.

–       Gardaş neye mal olursa olsun dedik ya, ne uzatıyon?

–       Ver o zaman önden bir yüz lira.   Adam elini cebine attı, bir tomar paranın içerisinden iki yüzlük çıkarttı, kendi fotoğrafı ile birlikte masaya attı.

–       Al sana iki yüz, oldu mu?

–       Sağol da sana kartımızı vereyim, hazır mı diye sorar öyle gelirsin.

–       Ben tilefon milefon anlamam, kendim gelir sorarım.

–       O zaman on günden önce gelme.

İşi öğrenip hem fotoğraf çekimlerinde, hem rötuş yapmada eniştesini yedekleyip dükkânı tek başına idare edecek seviyeye geldiğinde, Tarık enişte onu karşısına alıp bir öğütte bulunmuştu:

–       Bir işi teslim edeceksen, yapabileceğinden en az bir gün sonrasına söz ver. 

–       Niye ki enişte?  Kesin olarak bitireceğimden eminken neden geç teslim edeyim?

–       Oğlum, sen negatifi hazırladın, karta basacan, tamam da elektrik uzunca zaman kesilirse ne halt edecen?  Gaz lambasıynan mı resim  basacan?  Fotoğrafı bir dakika bile geç versen, müşteriye dert anlatamazsın.  Halbuki,  söz verdiğin zamanda teslim ettiğinde ve hatta bazen erken gelen müşterilere “resimleriniz hazır” dediğinde takdir edilirsin.   İkincisi; ücretin yarısını almadan iş yapma.  Sen insanları yeterince tanımıyorsun.  Resim yapılmış bitmiş ve hiç para alınmamışsa, çoğu müşteri yaptığın fotoğrafı beğenmediğini ileri sürer ve ücretini eksik ödemeye çalışır.  “Şimdi bu resmi almasam çöpe atacaksın, al hiç olmazsa zarar etme” diye paranı keserler ve de sana iyilik yapmış havasına girerler.  Anladın?

Anlamıştı. İşte o gün bu gündür babası bile gelse bu uygulamayı yapıyor, avans almadan işe başlamıyordu.  Yıllar sonra ana baba sevgisi aklına gelen veya geçmişteki atalarını özleyen birçok insan, anasının ya da babasının sandıkta unutulup sararmış, yıpranmış bir ikincisi daha olmayan resmini alıp fotoğrafçıya gelirler.  Duvara asmak için büyütülmesini isterler.  Genelde siyah beyazdır istedikleri.  Fotoğraf çok net ve yıpranmamış ise, fotoğrafçı bunu kolaylıklar yapar ama, yıpranmış, solmuş fotoğraflar için ressam gereklidir.  Bunu iş edinmiş birçok ressam vardır, fotoğrafçılarla parça başına ortak iş yaparlar.  Bıyıklının getirdiği Sharon Stone fotoğrafı iyi durumdaydı ama bıyıklıyı da kadraja koymak için ressam lâzımdı.  Vehbi ressam Muzaffer’e telefon açıp dükkâna çağırdı.  Çay ikramı sonrası resmin fotoğrafını çekmek suretiyle elde ettikleri negatifi banyo etmek için karanlık odaya girdiler.  Ardından örnek olarak pozitif bir resim bastılar; Sharon Stone’nun 18 x 24 ebadındaki fotoğrafıydı bu.  Netice tatminkârdı.  Muzaffer usta 30 x 40 ebadına uygun olacak büyüklükte basılıp kendisine verilecek iki fotoğrafı kullanarak istenen eklemeyi yapacağını ve resmin karakalem versiyonunu bir hafta içinde teslim edeceğini söyledi, gitti.

Vehbi bir zamanlar hayranı olduğu Sharon Stone’nun artık bir işe yaramayacak olan deneme resmi ile baş başa kalmıştı.  Ne yapsaydı?  Yırtıp atmaya kıyamazdı.  Ardiye’ye gitti, uygun bir çerçeve buldu, fotoğrafı çerçeveye koydu ve eve götürüp odasına astı.  Artık işten geldiğinde kendisini karşılayacak hatta sohbet edecek, kendinden emin, yüzünde karizmatik bir ifade olan güzeller güzeli, seksi bir kadını vardı!  İşte her gün, her gece konuştuğu Sharon Stone bu şekilde hayatına girmişti.

Yaaa, Şaron sevgilim, dedi, “işte böyleyken böyle, nihayet ben de evleneceğim!  Eniştem sağken istedik, vermediler, şimdi evim de işim de var diye naz etmiyorlar artık.  Efendim?   Aşk mı dedin?  Aşk kim biz kim be Şaron?  O tuzu kuruların işi.  Bizde aşkların sonu hep hüsranla biter ve ikincisi yoktur.  Ama sizde?  Biri bitmeden diğeri başlar!  Bilmem gerçek mi, ama Halam bu gelin adayı Büşra’nın bende gönlü olduğunu söyledi.  Ben Büşra’yı çocukluğundan tanırım,  Hacca gidip gitmediği hâlâ meçhul olan, ama ismine “hacı” ünvanını ekleyen komşumuz bakkal Muhittin’in kızıdır.  Yaşı benden  epeyce küçük olduğu için son zamana kadar hiç dikkatimi çekmemişti.  Geçenlerde, bir kandil sebebi ile annesinin yaptığı hayır helvasını komşulara dağıtırken benim kapımı da çaldı. İlk defa bu kadar yakından gördüm   onu.  Başı kapalı olduğu için saçlarını göremedim ama kaşı gözü, dudakları, yanakları gerçekten seyre değer güzellikteydi.  Bir anda içim ısındı.  Bana gülümseyerek, içinde en fazla helva olan tabağı seçip “bu senin için özel” diye ikram etmesi onu eşim olarak hayal etmeme yetti.  Ne var ki babası bir ricada bulunmuş. Evlendiğimizde başını açtırmayacakmışım.  Analarımızın başını örttüğü şekilde örterse örtsün bana ne. Gidin Hacı beye söyleyin “Vehbi buna Büşra karar verir, ben ne aç ne de kapat demem” dedim.  Gerçi Şaron be, çorbanın içinde görüldüğünde mide bulandıran saç kılının,  bazı dindar geçinenlerin iddia ettiği şekilde, kadının başında görüldüğünde nasıl olup da erkeklerde şehvet uyandırabileceğini ben hiç anlayamadım. Sen zaten anlayamazsın.

Bu arada, elime geçen bir mecmuada senin hayat hikayeni okudum.  Hayat senin için de hiç kolay başlamamış.  Tacize uğramalar, kasiyer olarak çalışmalar vs. vs.  Bizim Aşık Veysel’imiz her ne kadar “Güzelliğin beş par’etmez, bu bendeki aşk olmasa” demiş ise de, üstelik  ben sana aşık olmadı isem de, senin güzelliğin beş para değil beş yüz milyonlarca Dolar etmiş be Şaron!  İki evlilik, evlat edinmeler filân… Sahi, mutlu musun sen Şaron?

Seni düğünüme beklerim desem, gelemeyeceksin biliyorum.  Ama uzun zamandır sessiz bir dinleyicim ve dert ortağım oldun. Bu nedenle sana minnettarım.  Evlendikten sonra, Büşra’nın hoşuna gitmese bile, seni duvarımdan indirmeyeceğim.  Kim bilir sana anlatacağım daha neler neler olacak gelecekteki yaşamımda.  Bir fotoğrafla konuştuğumu görürlerse benim için “deli” mi derler dedin?  Boşver be Şaron, desinler! Deliden kime ne zarar gelmiş ki? Sen akıllı geçinenlerden kork!

Adil Karcı – 12 Haziran 2022

Leave a Reply

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: