ARKADAŞIM AYDAN

AYDAN

08/09/2023 00:40,

Ben çok gençken edindiğim arkadaşlarımı sık sık ikaz ediyorum: ” Lan kızım/ oğlum, ölüverip kafamı bozmayın. Ergenlik sivilcelerinizi biliyorum, yaşlılık tipsizliğinizi de görmek isterim, beni bu merakta bırakmayın” diyorum. Kimisi dinlemedi öldü. Hele şu 50 yaşında durup dururken aramızdan ayrılan Aydan’ımızın 65 yaşında ne şekillere gireceğini bütün arkadaşlarım ile birlikte merak ediyoruz. Bir araya gelince, yaşasaydı ne şekil olacaktı acaba diye üzüntülü fikirler yürütüyoruz. Sarışındı, derisi inceydi çok fazla kırışırdı, yok be fazla kırışmazdı, yaşlansaydı daha komik tecrübeleri olur, bizi güldürürdü vs. gibilerden fikir teatisinde bulunuyoruz. Onu dilimize dolayıp, bir gülüp bir ağlayarak hatırlıyoruz. Onun yaşlanmış halini görüp merakımızı gidermek için teknolojiden yararlanmaya karar verdik.Birisi fotoğrafından bunu çalışacak.
[00:42, 08/09/2023] birnur,orcan koral: Ama ölmeyip yaşlanabilseydi, ne kadar daha komik ve renkli bir kişilik haline dönüşeceğini tespit edecek bir teknoloji henüz yok. Onu da hayal gücümüze teslim ettik.😥😅

Aydan, Çıkrıkçılar Yokuşu eteklerindeki geleneksel Cumartesi buluşmamıza her daim olduğu gibi gecikmişti. Kendisi ile paylaşmak üzere aldığım simidin ona ayırdığım parçasını da yiyerek beklemeye devam ettim. Biraz sonra sebze hali yönünden çıkıp geldi. Payına düşen çeyrek simidi eline tutuşturup hesap sordum. Elindeki dört kilo üç yüz elli gram ağırlığındaki lahana, gecikmesinin mazeretini teşkil etmekteydi. Dediğine göre Allaha bin şükür lahanacının gözü Aydan’ı tutmuştu fakat tenzilat yapması vakit almıştı. Aralarında geçen pazarlık sohbetini ayaküstü anlattı: “Birnur’cuğum lahanacıya, lahananız fevkaladenin fevkinde görünüyor. Ancak biraz indirim yaparsanız, dolma sarmayı düşünüyorum” dedim. Lahanacının asabiyetten bıyığı seğirdi ancak dolma yapmayı tasarladığımı ve lahanasının hakkını vereceğimi öğrenince çok sevindi. Yine de biraz ısrar etmek zorunda kaldım. “Bak ben bir kamu kurumunda çalışıyorum, bu lahanayı sarmak için bana üç saat vakit lazım. Üstelik bu meşakkatli iş, sadece sizin bu lahana ile bitmiyor. Nerede bunun kıyması, hani bunun soğanı, maydanozu ve pirinci ve dahi nanesi? Tencereyi ateşe vurana kadar bu lahana kim bilir ne merhalelerden geçecek. Ha? Nerede bunun suyu, hava gazı? Bunca masrafı edeceğime göre beni müşkül durumda bırakmayınız ve istirham ederim şu lahanada 1-2 Yeni Türk Lirası indirim yapınız” deyip, ricada bulundum. Bütün bu açıklamalarım neticesinde o da bana “Vay be yengem hem çalışıyorsun, hem de dolma saracak mecalin var. Sana bravo ve aynı zamanda helal olsun diyorum. Senin canını yerim al da git lahana senin olsun” dedi.
Aydan’ın Selanik dolaylarından saman sarısı saçları ve kaşları, oğlunun tabiri ile sümük yeşili gözleri ve çalışan bir kişi olduğunu ayan beyan belli eden spor ceketli, makosen ayakkabılı medeni görünümü, lahanacının cenahından bakılınca “dolmayı asla saramayacağına” delalet etmekte idi. İster inansın ister inanmasındı ama Aydan o lahanayı sarardı da, ortasından çıkan yaprakları turşu bile yapardı. Aydan’dı be o! Lahanasını kolunun altına sıkıştırarak, diğer kolu ile koluma girdi ve Çıkrıkçılar Yokuşu’nu tırmanmaya başladık. Her daim böyle kol kola yürümekte, kafa kafaya verip düşünmekteydik. Aynı lakırdıyı söyler, aynı lafa güler, aynı kişileri sayar sever, aynı kişilere sayıp söverdik.
Bir münasip yere konuşlanıp, aynı istikamete bakaraktan lafa dalardık. Orta Oyunu kıvamındaki muhabbetlerimize kulak veren tanıdık veya tanımadık ahali gayet güler, gayet eğlenirdi. İki çift lafımızın belini kırarken bizi tanımayanlar bıyıklarının altından, tanıdıklar ise bıyık üstünden ağız dolusu gülerlerdi.Sanki Kavuklu ve Pişekar’dık da, vatandaş bizi biletsiz seyrederdi. Dükkanmış, asansörmüş, sokakmış veya iş yerimizmiş pek fark etmez, dereden tepeden eğri oturur doğru konuşur, o esnada yanımızda yöremizde bulunan seyircilerden fevkalade reyting alırdık. Müşterek dostlarımız “aman kaçırmayalım Aydan ve Birnur sohbete oturdular ki, bakalım ne diyecekler” merakı ile yanı başımızdaki yerlerini alırlardı.


…/…
BULVAR DÖ ÇIKRIKÇILAR
Yetmiş beş derecelik açı arz eden Çıkrıkçılar Yokuşu’nun trafik asayişi de Aydan’ın üzerine vazifeydi. Bu nedenle lafımızı balla kesti ve yokuşun tepesinden baş aşağı inmeye çalışan bir kamyona yardım etmeye hazırlandı. Şoföre, hooop sağ yap tamam tamam, topla gel topla da geeel hayırseverliğini yaparak, kamyonun selametle yola devam etmesini temin etti ve bana dönüp izahatta bulundu: -Bu bir sosyal sorumluluktur mirim. Bak şu çengelli iğne satan sorumsuz adamın hiç umurunda mı? İki metre don lastiği satmak uğruna kamyon devrilse haberi olmayacak. Sonra lastik ve çengelli iğne ticareti yapan mesuliyetsiz vatandaşa seslendi:

  • Şu horoz bağırsağı rengindeki makaralardan bir tane verir misiniz. Sana da alayım mı Birnur’cuğum, gerekli olabilir.
    Bu kısa alışverişi de yaptıktan sonra, ileride oğullarımıza almayı düşündüğümüz kına gecesi sepetlerine hayranlıkla bakaraktan yokuşu tırmanmaya devam ettik. Aydan’a birdenbire bir kasavet gelmişti. Bağrına bastığı lahanasına kederle bakıp;
    -Yahu Birnur’cuğum, bu hafta çok işim var. Ya lahana dolması yapmaya fırsat bulamayıp da, kapuska yapmak zorunda kalırsam?
    Lahanayı kapuska vaziyetine getirmesinin benim açımdan bir sakıncası yoktu. Kaygısızca sordum;
    –Bakayım, lahananın üstünde bu lahana katiyen kapuska yapılamaz, mutlaka dolma sarılmalıdır mı yazıyor. Kafayı mı sıyırdın hemşire? Lahana artık senin. İstediğini yaparsın. Aydan mı geldin sen Aydan?
    Bu gamsız kasavetsiz cevabım Aydan’ın asabını bozdu ve;
  • Lahanacıya dolma yapacağımı beyan ettim ve indirim yaptırdım. Yapamazsam o adama haksızlık yapmış olmaz mıyım? Ayıp değil mi? Bu bana yakışır mı? Dolma yapacağım deyip de kapuska yapmak etik olur mu?
    Bu kızın çağımıza hiç uymayan lüzumsuz dürüstlüğü ne idi ve ne işe yarardı? Şimdi durup dururken aramızda “Kıymalı Kapuska Konulu Çıkrıkçılar Yokuşu Meydan Muharebesi” çıkacaktı. Aydan’ın Avrupa Kıtasının orta göbeğinden kopmuş da gelmiş Fransız matmazel eşkali, Orta Anadolu Bölgesinin Çıkrıkçılar Yokuşu’nu Bulvar Dö Çıkrıkçılar vaziyetine getirmekte idi. Kılık kıyafetine ve tipine uymayan lahanasına hafif bir tükürük fırlattım. Ya sabır ya selamet vaziyetimi takınıp;
    -Şimdi lahananı alıp lahanacıya geri götüreceğim ve bak kardeşim, bu sahtekar kadın seni kandırmış. Dolma sarmaya vakti yok, lahanayı kapuska olarak pişirecek diyeceğim. Bütün sebze hali esnafı, seni ahlaksız kadın dolma yapmamaya utanmıyor musun deyip suratına tükürecek diye söylendim.

DÜRÜST KOPEK
Aydan’ın ne işe yaradığı belli olmayan dürüstlüğünün tanımı, yıllar önce bir belediye otobüsünde yapılmış ve adı konmuştu. Yıllar önce başından geçen şu hadiseyi dürüstçe anlatmıştı:
-Yahu Birnur, dün bir hasta ziyareti için yola koyularak 325 numaralı belediye otobüsüne bindim. İkinci durakta ön kapı açıldı ve otobüse fevkalade korkunç bir kadın bindi. Kadının üst tarafı çanak anten, alt tarafı pekmez kazanı ebadında idi. Rabbiyesiri silinmiş suratındaki et benleri, biraz sonra bir çalı süpürgesine binip uçacağı hissini veriyordu. Kaşları, Külkedisi’nin üvey annesininki gibi beynine kadar kavis yapmıştı. Her an şoförün dikiz aynasına bakıp, “söyle bakalım ulan ayna ben mi güzelim, şu otobüsteki ahali mi?“ diye sual edecek vaziyette idi. Gövdesinin pekmez kazanı bölümüne, Manisa Lalesi şeklinde bir etek giymişti. Karadeniz takasını andıran pabuçlarını sana başka bir oturumda daha tafsilatlı anlatacağım.
İşte mesleğini tahmin etmeye çalıştığım bu kadın, otobüse adımını atar atmaz bilet atmayacağını şoföre beyan etti. Buna sinirlenen kaptan şoför otobüsü yolun kenarına çekip, biletsiz otobüse binilemeyeceği hususunda kendisine brifing verdi. Ben de gideceğimiz yere geç kalınmamasını teminen arka koltuktan lafa karışıp, “şu bilet atılacaksa atılsın da, gideceğimiz yere vasıl olalım” diye seslenmek gafletinde bulundum ki, bulunmaz olaydım. Kadın bütün otobüse beni rezil etmek muradıyla, mercimek çorbası rengindeki çantasını havada sallayarak, “hööööyt kim o Dürüst Kopek?” diye nara atıp, korkudan koltuğun altına saklanmama vesile oldu. Bu sıfatımı kullanışlı bulup kullanacaksan nazar-ı dikkatini celb ederim ki, “Kopek” in “Ö” süne nokta koymadan telaffuz edeceksin, haberin olsun.
O gün bu gündür, Aydan’ın adı “Dürüst Kopek” olarak kalmıştı. Üzerine yafta gibi yapışan ve arkadaşlarımızca gayet benimsenen bu sıfat sayesinde dürüstlüğü iyice azıtmıştı. Trafik polisi onu çevireceğine o trafik polisini çevirir, kendi kendini ihbar ederdi. Vaktinin kıymetini bilen bir insan olarak oturma odası haline getirdiği arabasında bütün işlerini yoluna koymakta idi. Yine bir gün, kaküllerini insan içine çıkabilecek hale getirmek muradı ile yirmi beş santimlik yuvarlak bir fırçaya sarmış vaziyette araba kullanmaktaydı. Kendisine geçtiğimiz sene doğum gününde hediye ettiğim gül desenli porselen fincanındaki çayın son yudumunu içip, fincanı çantasına koydu ve;

  • Dün akşam evde bakmam için verdiğin kahve falını getirdim hemşire. Maalesef falın bu sefer pek iç açıcı gözükmüyor. Adıyaman sürgünü mahkemen üç vakte kadar bitmeyecek.Fincanın arka koltuktaki torbanın içinde al istersen bak. dedi. Bir gün önce içtiğim kahvenin falına bakması için kendisine ev ödevi olarak verdiğim fincanımı teessür içinde torbadan aldım. Bu da gül desenli bir fincandı ve Aydan’ın bana verdiği yeni yıl hediyesi idi. Birbirimize yirmi yıldan beri gül mevzulu hediyeler verirdik. Bu sebepten, evlerimizin görünümü güllük gülistanlık vaziyete gelmişti.
  • Acı gerçeğe inanmak istemezsin, gözünle gör diye fincanı yıkamadan getirdim dedi ve gözünü trafikten ayırmadan, fincanın sap tarafındaki kurumuş kahve telvelerini işaret edip;
  • Bak işte 4. İdare Mahkemesi Hakimleri tam orada cascavlak görünüyor. Duruşmanı iki ay sonraya erteleyecekler ve sen bu baharı Adıyaman’da karşılayacaksın. dedi. Ona her konuda itimadım sonsuzdu. Fala bile dürüstçe bakardı.
    -Deme yahu Aydanım bak bu çok fena. Şurada bir yerde park etsen de, ben yine bir kahve içsem. İlk kırmızı ışıkta tekrar bir falıma bakıversen ha? Belki bu sefer bir Yürütmeyi Durdurma Kararı görürsün diye sızlandım. Aydan bu talebime şiddetle itiraz ederek;
  • Şimdi bu sana yakıştı mı mirim? Dün gece fincanına gayet dikkatli baktım. Şimdi başka bir kahve içip yüce adaletin kararına karşı mı çıkacaksın? Hile ve hurda ile yürütmeyi filan durduramazsın. Adaletin kestiği parmak kanamaz. Aslanlar gibi Adıyaman’a git ve Türk bayrağının dalgalandığı her yerde dürüstçe çalış. Görürsen ünlü türkücü Kahtalı Mıçı’ya da benden selam et. dedi ve kahkülüne doladığı saç fırçasına hayretle bakan trafik polisine gayet nazik bir selam vererek arabanın camını açıp;-İyi günler memur bey. Ben dün farkında olmadan yanlış bir yere park etmişim ama kimse görmemiş.Cezam ne ise ödemek isterim. Vallahi olmaz darılırım, Allah aşkına cezamı kesip beni bu vicdan muhasebesinden kurtarın ricasında bulundu.
    Geçen gün Arka Taşım Aydan’ı rüyamda gördüm. Üç-beş dostumuz da yanımızda idi. Kederli bir merakla sorduk:
    -Aydan’cığım, seni şu anda sadece biz mi görüyoruz? Başkaları seni görmüyor mu? Bu iş böyle mi oluyor?
    -Aynen öyle oluyor diye cevap verdi. Sadece çok sevdiğim insanlar beni görebiliyor. Başka hiç kimse artık beni göremiyor arkadaşlar. Ne ilginç değil mi?

  • Hep bir ağızdan;
  • Vay be! çok enteresan. Yani sen şimdi buradasın ve civardaki insanlar seni göremiyor öyle mi? Görünmez adam gibi desene, dedik.
    Hüznümü muziplikle örterek ortaya dahiyane bir fikir attım:
    -Bak ne diyeceğim Aydan. Dört ay geçmesine rağmen belki senin öldüğünü duyup bilmeyen insanlar vardır. Onların yanına gidip sanki ölmemişsin gibi davranarak, hiçbir şey belli etmeden konuşsana. Biraz eğlenir ve güleriz. Sensiz hayata alışmak çok güç de, o bakımdan söylüyorum.
    Arka taşımın güleç yüzü birden ciddileşti ve;
    -Sana teessüf ederim, böyle bir davranış hiç etik olmaz. Bu bana hiç yakışır mı? Ölüp de ölmemiş gibi davranmak hiç ahlaklı bir davranış değil Birnur’cuğum dedi.
    Bugün 2 Mayıs, Aydan’ın 51.doğum günü. Geçen yıllardan birinde ona güllük gülistanlık uykular temennisi ile gül desenli bir battaniye almıştım. Bu doğum gününde ise yepyeni toprak battaniyesine gül fidesi dikeceğim.
  • Birnur Sümer Koral

NURAL

      

  Bugün en sevgili arkadaşım Nural’ın doğum günü.  Nural, 1958 yılı Haziran ayının yedinci günü dünyaya gelmekle, kendisini tanıyan herkesi bahtiyar etmiş ve etmektedir. Hesaba kitaba göre, 57 yaşına girmek üzere olan yarım asırlık bir Nural’dır. 

         Onu tanıdığımda,  18 yaşında idi ve haliyle aklı başında değildi.  Ben de aynı durumdan mustarip idim. Akıllarımız çok değil, sadece birer karış kadar havadaydı. Başımıza devşirmek de, çok uzun değil, sadece 30 yılımızı aldı. Yerli yerinde olmayan akıllarımızı ararken, üniversiteye harıl harıl hazırlanma dershanesinde karşılaştık.  Birlikten güç doğar fikrine kapılaraktan, aklımızı başımıza devşirme çalışmalarımızı birlikte sürdürmek üzere, aynı okula girip okumaya karar verdik.  

         Aklımız yoktu fakat fikrimiz vardı. Fikir ve ferasetimiz yerinde olmasına rağmen hayata yeni başladığımızdan; dost nedir, ne işe yarar, kendi arasında kaça ayrılır hususlarında hem cahil hem de cühela idik. Dost ile sucuklu tostu birbirine karıştırdığım o yıllarda,  gerçek dostun nasıl olduğunu, neye benzediğini Nural’ım sayesinde iyice bir anladım.  Bu sebepten, Nural’dan iyisi Şam’da kayısı ilkesinden yola çıkarak onu şablon yapıp, ileriki yıllarda edindiğim bir-iki dostu da tıpkı onun evsaflarını taşıyanlardan edindim. Hayattaki ilk gerçek dostum Nural kadar iyi kalpli, illaki onun gibi ince ruhlu,  mutlaka onun kadar açık yürekli, dürüst ve vefalı ancak bir- iki kişi daha bulabildim.  Onu hayatımın ilk yıllarında tanıdığım için çok talihliyim. Bu yaşa gelip de hala elinde kandil gözünde mendil dolaşıp dostunu bulamayanlar, düşmanını bilemeyenler de var.

          Nural o tarihlerde; leğen, kaval, uyluk, lades kemikleri,  omurilik soğanı ve diğer iç organları dahil olmak üzere toplam otuz sekiz kilogram gelmekteydi. Güzel bir kızdı ama durumu böyleyken böyleydi. Kırk kilo olmak için canını feda edebilirdi. Ben ise Allah nazardan saklasın kemiksiz yetmiş- seksen kilo arasında gelip gider, halet-i ruhiyemin durumuna göre bazen yüz-yüzelli kilogram bile olurdum. Enteresan bir ikili oluştururduk. Nural çantasında sürekli, arasına çikolata tıkıştırılmış iki yuvarlak bisküviden müteşekkil bir nevale ile dolaşırdı. Bu, ülkemizin ilk ıvır zıvır yiyeceklerinden Çokoprens idi. Nural bu bokboğaz yiyeceğine müptela olmuş, kurtulamıyordu. Her bir katmanı dört yüz kalori olan bu zıkkım olmadan şuradan şuraya adım atmaz, varını yoğunu bu uğurda harcardı.

Ne akla hizmetse, bu nevaleyi yedikçe şişmanlayabileceği fikrinde idi. 

         Oysaki devrin ünlü mankeni Twiggy de onunla aynı kiloda idi. Nural, okulun en şık giyinen kızıydı. Camianın moda ikonuydu. Annesinin topuklu ayakkabılarını giyip okula gelirdi.  Çıkan arbedelerde bu topuklarla duvarlara çıkıp atlamak zor oluyordu ama olsundu. Şıklığın ve zarafetin ağır bedelini bir şekilde ödemesi lazımdı. Derslerle arası iyi idi, bu nedenle manken filan olmaya niyeti yoktu. Mezun olunca iyi bir gazeteci olacaktı ama sınavların heyecanlı ve renkli geçmesini teminen birkaç parça kopya hazırlayıp yanında bulundurması gerektiğine inanırdı. “Hattı kopya yoktur sathı kopya vardır, bu satıh çoraplarımın içidir” anlayışında idi. O devrin ismi lazım değil en ünlü Anayasa Hukuku hocasından ödü patlar, adamın kitabını görünce bile dudakları uçuklardı ama korkunun ecele faydası yoktu. Aslanlar gibi de kopyasını hazırlardı.  Şimdi hakkını yememek lazım. Çalışabildiği kadarını çalışır, çalışamadığını A4 ebatlarındaki kâğıtlara yazıp çoraplarının içine tıkıştırırdı. Sınıfın içinde hazan dalı gibi salına salına yürüdüğünde kopyaları aşağılara kayardı da toparlaması güç olur, yoktan yere asabı bozulurdu.  Yine bir Anayasa Hukuku sınavı esnasında yerlere inen kopyalarını toparlayamamıştı da, vaziyetini gören sınav gözcüsü asistan; 

-Yuh be evladım, bütün kitabı kopyana yazmışsın bari Anayasa Mahkemesi Başkanını da sıranın altına oturtsaydın diye sitem etmişti. Bu serzeniş Nural’a kopya çeşitleri hususunda bayağı ilham vermişti. Önümüzdeki günlerde yapılacak Kamu Maliyesi sınavı için, devrin Maliye Bakanını sıranın altına oturtabilmek için girişimlerde bulunmuştu ancak netice alamamıştı.  

     

  Kopya hazırlamaya üşendiğimiz günlerde mecburen ders çalışırdık. Birlikte ders çalıştığımız günlerden birinde sınav sorularını alabilir miyiz umuduyla ruh çağırmaya karar verdik. Ben herhangi bir sıradan hortlağı davet edersek birkaç soru öğrenip durumu idare edebileceğimiz kanaatindeydim.  Ancak Nural bu konuda tevazu göstermedi. Yüksek bir not almak muradındaydı. Ders ağır bir dersti, Makro Ekonomi idi, hocası ismi lazım değil ünlü ve belalı bir ekonomistti. Sırf soruları öğrenmekle iş bitmez fikrindeydi. İllaki, soruların cevaplarını da söyleyebilecek kapasiteye haiz bir ruh istiyordu. Utanmasa gazeteye , “ekonominin makrosundan anlayan tecrübeli ve vasıflı ruhlar aranıyor” diye ilan verecekti. Hatta daha da ileriye gidip, konu anlatımlı ruhlardan yararlanmamız gerektiği iddiasındaydı. İş çığırından çıkmıştı. Sanki ruh çağırmıyor, kapsamlı, örnek soru çözümlü, konu anlatımlı, arkasında cevap anahtarı bulunan test kitabı arıyorduk. Müfredat genişti, sınav yarındı ve ruhlar aleminin konu işlemeye vakti olacağını hiç sanmıyordum. Nural alel acele,  mevta olmuş rahmetli Hazine Dış Ticaret Müsteşarlarından bir liste oluşturarak, inşaat tuğlası kalınlığındaki kitabın üzerine koyduğu fincandan parmağını çekmeden ve umudunu kaybetmeden seslendi:

– Eyy Sayın Müsteşarım geldiysen haber ver. 

Müsteşar hazineyi boşaltıp çoktan öbür tarafa gitmiş, belki de cehennemde cayır cayır yanıyordu. “ Bu iş Müsteşar düzeyinde olmayacak, sınıfta çakacağız” endişesi ile daha yüksekten atmaya karar verdik. Bizim gibi öğrenmeye ve bilgiye aç, çalışkan öğrencilerin gecenin şu saatinde Keynes’in veya en azından Adam Smith’in rahle-i tedrisinden geçmesi gerekiyordu. Huşu içinde rahmetlilere seslenerek bekledik. Ne varsa eskilerde vardı, vallahi de gelmişti. Ürpermeliydik ve ürperdik.  Hah işte! fincan yürümeye başlamıştı. Dolana dolana yazdı:

Laissez faire, laissez passer.  Fransızca bilmeyişime hayıflanarak, hürmetle pijamamın düğmelerini ilikleyip sordum:

– Ne buyurdunuz?

 Nural;  -Bu basbayağı Adam Smith, “Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler” diyor cahil kaz kafa diye beni tersledi. Adam ismindeki bu adam, 1776 yılında Milletlerin Zenginliğinin Sebep ve Mahiyeti Hakkında Araştırma diye bir eser yazmış diyerek beni aydınlattı. 

-Çeneni kapatıp dinle de adam, yani Adam’a iki çift soru sorup feyz alalım diye bağıran Nural yüzünden kadim dostluğumuz gecenin bu vaktinde hasara uğramıştı. Ses çıkartmayıp yazdıklarını okuduk.

 Bay Smith;- Ülkeniz 33 yıl sonra ekonomik bir krizin orta göbeğinden teğet geçecek haberiniz ola. Boşuna ders filan çalışıp, çoluk çocuğa karışmayın yazdı.

 Teğet mi, o ne demek be? diye sordum.

 Nural;

 Endişelenme salak dedi. Teğet diyorsa teğet geçecektir. Hem 33 yılın geçmesine daha çok var. Söz konusu muhtemel ekonomik kriz sıkıntısı menopoz sıkıntımızla karışır farkına bile varmayız diye beni teselli etti. 

     Nural,  gece vakti oturumunu açtığımız bu iktisadi kongreden yüz bulup, Adam Smith’i  

 -Ağzınızı hayra açmadınız siz gidin de Keynes gelsin deyip yolladı.  Ruhların kendisini gördüğünü varsayarak, şıklığına halel gelmesin endişesiyle pijamasının yakasını paçasını düzelttikten sonra, tekrar mistik bir havaya bürünerekten seslendi: 

 -“ Eyyy 1883-1946 yılları arasında yaşayarak ekonomi teorisinde büyük bir devrim yapmış, liberalist doktrine bağlı kalmış iktisatçılar arasında özel bir yeri olan Keynes, geldiysen üç kere tıkla. 

   Sanki ruh çağırmıyordu da, Anadolu’nun bağrından kopmuş da gelmiş, şark bülbülü assolist altı türkücüyü sahneye davet ediyordu.  Nural’ın bu anonsu karşısında lafa girip; 

 Alkışlarınızla huzurlarınızda, sazıyla sözüyle… deyip sunumuna eşlik etme gereği duydum. Nural, abdest ibriği kulpu kalınlığındaki kolunun dirseği ile böğrümü dürterek, “diriye de ölüye de saygım olmadığını”  hatırlatıp, dostluğumuza ikinci darbeyi vurdu. Korkudan titremek şöyle dursun altımıza da kaçırmıştık. Allah razı olsun, Keynes’in ruhu da davetimize icabet etmişti.  Sınav korkusundan oramızda buramızda çıkan uçuklara yenileri eklenmişti. Ergenlik sivilcelerimizi ve uçuklarımızı kurcalayaraktan sorduk: 

-Eyy ruh Gayrı Safi Milli Hasıla nedir ve ne işe yarar? Nur içinde yatsın rahmetli Keynes’in ruhu, on puanlık bu uzmanlık sorusuna bir kerede cevap verdi: 

 Eyy çocuklar, yüce rabbim akıl dağıtırken Gayrı Safi Milli Hasıladan hissenize patlamış mısır büyüklüğünde akıllar düşmüş hayırlı uğurlu olsun diyerekten örnekleme metodu ile kalıcı bilgiler verip gitti. Ertesi gün uykusuzluk ve bilgisizlik neticesinde sınavdan çaktık. Ancak gayet azimli ve dirayetli idik. O devirde internet icat olmamıştı. Google’dan tıklayıp soru bankasına ulaşamadığımızdan başımızın çaresine bakıp, kendi imkânlarımızla çağırdığımız “ey ruhlar”ı masaya üç kere tıklattırarak sınav sorularını bulup çıkartıyorduk. Kendimize ruhlar aleminden bir eğitim öğretim ordusu hazırlayıp ünlü rahmetlilerden özel dersler alarak bütünleme sınavlarına sular seller gibi hazırlanıp, ruhlarına Fatiha okurduk.  

         Nuralım sözünde durup, iyi bir gazeteci oldu.  Yakışıklı oğlu Yağmur doğduktan sonra yağmur yağdı böyle oldu deyip, dünyanın en iyi annesi olmaya karar verdi.  Ona çok uzun, mutlu, güneşli günlerde Yağmurlu ve Canlı bir ömür dilerim.                                            Birnur  

COĞRAFYACI ÖMER VE ŞEB-İ YELDA

 COĞRAFYACI ÖMER VE ŞEB-İ YELDABIRNUR VE ABISI

Ağabeyciğim Timur Sumer, iyi ki doğmuşsun. Doğum gününü en güzel dileklerimle ve aşağıdaki yazımla kutlarım.
COĞRAFYACI ÖMER VE ŞEB-İ YELDA
Abim Timur Sumer, o gün de akşamı etmiş, yatmaya hazırlanmaktaydı. Uykuya geçmeden önce yapması gereken mühim işlerini tamamlamıştı. Allah kabul ederse önce dişlerini fırçalamış, sonra da üç adet kız kardeşini yataklarının altındaki öcülerden haberdar etmiş ve  
itina ile hazırladığı lokumlu sandviçini yatakta yemek üzere pijamasının cebine yerleştirmişti. Bisküvi arası lokumundan bir ısırık alıp, karşı yatakta uyumaya hazırlanan kardeşi Oya’ya;
-Yatağının altındaki korkunç öcülere rağmen iyi uykular temenni ederim diye seslendi. 
Muhtemel bir baba baskınına tedbir alaraktan, Coğrafya kitabının arasına Tommiks’in Lanetli Ada macerasını yerleştirip yattı. Uykuya dalmadan önce; bisküvi arası lokum ve Coğrafya arası Tommiks, bünyesine pekiyi gelmekte idi. Allah şifalar versindi. Babasının yan odadan gelen sekiz silindirli ve bin beş yüz beygir çekiş güçlü traktör kıvamındaki horultusuna güvenerekten, Yüzbaşı Tommiks ve Konyakçının maceralarına dalıp gitmişti ki, odanın kapısı aniden açılıverdi. Daha önceki tecrübelerinin ışığı altında çizgi romanını derhal yastığın altına tıkıştırıp, Coğrafya kitabını bağrına basan Timur, babasına iyi geceler demek üzere kapıya doğru döndü. Hii, Allah muhafaza bir de ne görsündü? 
Coğrafya hocası Ömer Bey çizgili pijaması, terlikleri ve rabbiyesiri silinmiş suratı ile kapıda dikilmekte idi. Besbelli, Timur’a 0,5 ten 1’e tamamlayarak verdiği sözlü notu yüzünden adamı uyku tutmamıştı. Fazladan verdiği yarım notu geri almaya mı gelmişti neydi? Hocasının gece vakti odasına teşrifinden gayet etkilenen Timur, derhal yatağın üstüne çıkıp saygı duruşuna geçti ve hayretler içerisinde sordu:
– Hocam gecenin kör vaktinde bizim evde ne işiniz var? Zahmetler olmuş, ben yarın okula gelirdim valla. Yazılı mı yapacaksınız, sözlü mü?
Coğrafyacı Ömer, hiddetle bağırdı:
– Başlatma yazılından sözlünden uyku sersemi tembel adam! Sınıfta bırakmadan önce sana son bir şans vereceğim. İn o yatağın üstünden, düş önüme uzaya gidiyoruz. Sana oralardan dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim. Meridyenlerin paralellerin dizilişini karşıdan görerek daha iyi idrak edersin inşallah.
Timur, tevekkül içinde yataktan atlayarak, terliklerini giyip Ömer Beyin önüne düştü. İçinden:
– Hadi bakalım hayırlı işler Timurcuğum oğlum dedi kendi kendisine. Hapı yuttuk, demek kaderde ve müfredatta bu da varmış. Uzaya gidip, orada da Coğrafyacı Ömer’in rahle-i tedrisinden geçeceğiz. Zaten bu adam kaç senedir dünyayı bana dar etti. Bakalım fezada sözlü yapıp kaç verecek. 
Birlikte bahçeye çıkıp, kapıda bekleyen uzay aracına bindiler.-Yahu hocam, bari evdekilere haber verseydim. Şule’yi muleyi yanıma alsaydım. Gidip de dönmemek var, gelip de bulmamak var diyecek oldu ki, hocası elinin tersiyle ensesine bir şaplak attı ve
_ Yürü! Çok konuşma tembel teneke. Işık hızı ile gidip döneceğiz. Anan- baban biz dönene kadar uyanmazlar. Gece vakti sana özel ders veriyorum. Parasını babandan alacağım gör bak dedi.

Timur uyku sersemi sızlandı:
– Hocam be, ben bu coğrafyayı hiç sevmem esasen. Söz veriyorum, billahi de doktor olacağım. Astronomi işine otuz sene sonra el atmayı planlıyorum. Gitmesek olmaz mı? Of be, bu ne şeb-i yeldadır yarabbi.
Coğrafyacı Ömer, pijamasını çekiştirip uzay aracının şoför mahalline geçti ve biçare talebesini tekrar azarladı:
– Ben şimdi sana göstereceğim Holmes’in kuyruklusunu kuyruksuzunu boyu devrilesice deyip, gaza bastı. 
İris Nebulası’nı sollayıp, Timur’un Neptün ile Plüton’un komşu olduğunu iyice anlaması için Satürn’de bir çay molası verdiler.Zambiya’nın bitki örtüsüne ve Adıyaman’ın yeryüzü şekillerine Uranüs cephesinden bir bakış fırlattılar. Coğrafyacı Ömer, kâinatın her köşesinde aynı Coğrafyacı Ömer’di. Hem zalimdi, hem haindi. Abiciğime dünyanın da, fezanın da kaç bucak olduğunu göstermiş ve sözlü notu olarak yine 1,5 dan 2 vermişti. Işık hızı ile dünyaya dönüş yolunda, her daim olduğu gibi;
-Sana kanaatim yok Timur Sümer, allah seni bildiği gibi doktor yapsın dedi.
Bir türlü sabahlar olmamıştı be. Yahu birader bu ne Şeb-i Yelda idi.  
Annesinin:
– Timur kalk, sabah oldu okula geç kaldın, yorganın yere düşmüş, açıkta kalmışsın seslenişine şöyle cevap verdi;
– Hocam atmosferde yanan bir göktaşı görüyorum. Saman Yolu’nun köşesinden sağa sapın da eve dönelim.Abiciğim doğum günün kutlu olsun.

Birnur
OMER TEMEL
            COĞRAFYACI ÖMER TEMEL

BİRNUR’DAN YİNE ABİMİN DOĞUM GÜNÜ

 

KARDEŞİM BİRNUR’UN ALTMIŞDOKUZUNCU KEZ YAŞA BASMAMIZ MÜNASEBETSİZLİĞİ İLE YAZDIĞI LAYİHADIR
TS

Birnur ve abisi Timur

BİRNUR VE ABİSİ

      Abim Timur Sumer, o gün de akşamı etmiş, yatmaya hazırlanmaktaydı. Uykuya geçmeden önce yapması gereken mühim işlerini tamamlamıştı. Allah kabul ederse önce dişlerini fırçalamış, sonra da üç adet kız kardeşini yataklarının altındaki öcülerden haberdar etmiş ve  itina ile hazırladığı lokumlu sandviçini yatakta yemek üzere pijamasının cebine yerleştirmişti. Bisküvi arası lokumundan bir ısırık alıp, karşı yatakta uyumaya hazırlanan kardeşi Oya’ya;

-Yatağının altındaki korkunç öcülere rağmen iyi uykular temenni ederim diye seslendi. 

     Muhtemel bir baba baskınına tedbir alaraktan, Coğrafya kitabının arasına Tommiks’in Lanetli Ada macerasını yerleştirip yattı. Uykuya dalmadan önce; bisküvi arası lokum ve Coğrafya arası Tommiks, bünyesine pekiyi gelmekte idi. Allah şifalar versindi. 

   BIR-SULEBİRNUR, ŞULE, TİMUR                                         

       Babasının yan odadan gelen sekiz silindirli ve bin beş yüz beygir çekiş güçlü traktör kıvamındaki horultusuna güvenerekten, Yüzbaşı Tommiks ve Konyakçının maceralarına dalıp gitmişti ki, odanın kapısı aniden açılıverdi. Daha önceki tecrübelerinin ışığı altında çizgi romanını derhal yastığın altına tıkıştırıp, Coğrafya kitabını bağrına basan Timur, babasına iyi geceler demek üzere kapıya doğru döndü. Hii, Allah muhafaza bir de ne görsündü? 

OYA

OYA VE TİMUR

 

      Coğrafya hocası Ömer Bey çizgili pijaması, terlikleri ve rabbiyesiri silinmiş suratı ile kapıda dikilmekte idi. Besbelli, Timur’a 0,5 ten 1’e tamamlayarak verdiği sözlü notu yüzünden adamı uyku tutmamıştı. Fazladan verdiği yarım notu geri almaya mı gelmişti neydi? Hocasının gece vakti odasına teşrifinden gayet etkilenen Timur, derhal yatağın üstüne çıkıp saygı duruşuna geçti ve hayretler içerisinde sordu:

  • Hocam gecenin kör vaktinde bizim evde ne işiniz var? Zahmetler olmuş, ben yarın okula gelirdim valla. Yazılı mı yapacaksınız, sözlü mü?

Coğrafyacı Ömer, hiddetle bağırdı:

  – Başlatma yazılından sözlünden uyku sersemi tembel adam!  Sınıfta bırakmadan önce sana son bir şans vereceğim. İn o yatağın üstünden, düş önüme uzaya gidiyoruz. Sana oralardan dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim. Meridyenlerin paralellerin dizilişini karşıdan görerek daha iyi idrak edersin inşallah.

   Timur, tevekkül içinde yataktan atlayarak, terliklerini giyip Ömer Beyin önüne düştü. İçinden:

  • Hadi bakalım hayırlı işler Timurcuğum oğlum dedi kendi kendisine. Hapı yuttuk, demek kaderde ve müfredatta bu da varmış. Uzaya gidip, orada da Coğrafyacı Ömer’in rahle-i tedrisinden geçeceğiz. Zaten bu adam kaç senedir dünyayı bana dar etti. Bakalım fezada sözlü yapıp kaç verecek. 

    Birlikte bahçeye çıkıp, kapıda bekleyen uzay aracına bindiler.

 

-Yahu hocam, bari evdekilere haber verseydim. Şule’yi muleyi yanıma alsaydım. Gidip de dönmemek var, gelip de bulmamak var diyecek oldu ki, hocası elinin tersiyle ensesine bir şaplak attı ve

_ Yürü! Çok konuşma tembel teneke. Işık hızı ile gidip döneceğiz. Anan- baban biz dönene kadar uyanmazlar. Gece vakti sana özel ders veriyorum. Parasını babandan alacağım gör bak dedi.

Timur uyku sersemi sızlandı:

  • Hocam be, ben bu coğrafyayı hiç sevmem esasen. Söz veriyorum, billahi de doktor olacağım. Astronomi işine otuz sene sonra el atmayı planlıyorum. Gitmesek olmaz mı? Of be, bu ne şeb-i yeldadır yarabbi.

        Coğrafyacı Ömer, pijamasını çekiştirip uzay  aracının şoför mahalline geçti ve biçare talebesini tekrar azarladı:

  • Ben şimdi sana göstereceğim Holmes’in kuyruklusunu kuyruksuzunu boyu devrilesice deyip, gaza bastı. 

İris Nebulası’nı sollayıp, Timur’un Neptün ile Plüton’un komşu olduğunu iyice anlaması için Satürn’de bir çay molası verdiler.

 

Zambiya’nın bitki örtüsüne ve Adıyaman’ın yeryüzü şekillerine Uranüs cephesinden bir bakış fırlattılar.          Coğrafyacı Ömer, kâinatın her köşesinde aynı Coğrafyacı Ömer’di. Hem zalimdi, hem haindi. Abiciğime dünyanın da, fezanın da kaç bucak olduğunu göstermiş ve sözlü notu olarak yine 1,5 dan 2 vermişti. Işık hızı ile dünyaya dönüş yolunda, her daim olduğu gibi;

-Sana kanaatim yok Timur Sümer, allah seni bildiği gibi doktor yapsın dedi.

  Bir türlü sabahlar olmamıştı be. Yahu birader bu ne Şeb-i Yelda idi.   

   Annesinin:

  • Timur kalk, sabah oldu okula geç kaldın, yorganın yere düşmüş, açıkta kalmışsın seslenişine şöyle cevap verdi;
  • Hocam atmosferde yanan bir göktaşı görüyorum. Saman Yolu’nun köşesinden sağa sapın da eve dönelim.

 

Abiciğim doğum günün kutlu olsun.

                                        Birnur

 4 KARDES

 

ABİME HERŞEY YAKIŞIR

 

Turban
Gereği için abime, bilgi için yarana hitab ediyorum :

Abiciğim, sen bize bir şey ima etmişsin ki, anlamazlıktan gelmenin lüzumu yok. Bakın ben bile örtündüm bre zindıklar siz hala hicap duymadan saçı başı dağıtıp ortalıkta dolanıyorsunuz diyesisin gibime geliyor. Allah ne muradın varsa versin. Resmini görünce önce hık deyip Asiye halamızın burnundan, ve dahi Naziver halamızın da kulağından düştüğünü farkettim. Sülalemizin ünlü Türk büyükleri arasında yer alan halalarımız, senin böyle örtündüğünü ahiretten gördüler ise, hık deyip burunlarından düşmekle kalmayıp, bir de gözlerinden düşmüşsündür gibime geliyor haberin olsun. Zira bu Naziver-Asiye-Fahriye vs. kardeşler, o devirde türban modası olmadığından, başörtüsü ile idare etmişler, yarım müslümanlık ederekten saçlarının bir miktarını gösterip tahrik suçunu kısmen işlemişlerdir. Bu vesileyle de burnuma ahiretten yanık kokuları geliyor. Bunlar kafalarını yarım yamalak örtme durumundan, cehennem ateşinde tam olarak yanmamışlar ise de dibine tutmuşlardır. Engin din bilgilerime göre kafayı yarım kapatanlar benim ocaktaki kıymalı musakka misali pek öyle cayır cayır yanmaz, hafifçe dibine tutarlarmış.

Hadi bu seferde ahiret gündeminin tepesine geçip oturdun. Bizim dibine tutuk aile büyükleri şu sıralarda kendi aralarında seni konuşuyorlarmış;

(Ahiretteki Kişiler: Asiye, Fahriye, Naziver, Leyla, Munis = halalar
Enver = Babamız
Ziniye=Annemiz
Şevket = amcamız

Cengiz:  Munis halanin oğlu

 

Dünyadaki kişiler:

Dr.Cevat= Şevket amcanın oğlu
Alpaslan= Cevat ağabeyin oğlu
Baran= Timur ağabeyimin oğlu
Hidayet= Munis halanin gelini
Nilüfer= Timur’un karısı)

Fahriye: Naziver abla bizim oğlanı gördün mü örtünmüş pek iyi etmiş.
Naziver: Maşallah tıpkı ben. Severim keratayı
Leyla : Get! Nerden senmiş. Aynen bana benzer. Şahane çocuktur.
Fahriye(Çerkezce bir şeyler mırıldanır): Yahu Enver bu lüzumsuz Leyla burada da rahat huzur vermiyor. Bu senin oğlun. Sen karar ver kime benzemiş?
Enver: Susun be kafam şişti. Ben çocuklarımı kız halaya oğlan dayıya çeker prensibinden hareketle dünyaya getirdim. Bunun dayısı yok, yanlışlıkla halalarından birine benzemeye çalışıyor. Oğlum şoğluşek bir baltaya sap olamayıp doktor oldun. Yine de genetik şifrelerden haberin yok. Mendel kanunlarından da mı haberin yok. Dayı bulamadın bari amcana benzemeye çalış. Bak kardeşlerine, halalarına benzeyip iyi halt ettiler. Her biri ayrı havada çalıyor. Ziniye öteye git yahu sene. Anladık yoldan geldin yorgunsun kalkta oğluna bak. Başından ayrıldın geldin ne hallere girdi. Bunu başıboş bırakmaya gelmez. Bir keresinde meydanı boş bulmuştu da ok atıp duvarları deldiydi. Eteğinen para döküp yaptırdığımız badanayı mahvettiydi.
Ziniye: Canı sağ olsun. Bıktım sizin aile kavgalarınızdan. Çocuğum ne yaptığını biliyor mu. Siz hepiniz burada kevser ağacının gölgesinde otururken ben o sıcaklarda seçimlerde oradaydım. Kapanmak zorunda bırakıldı zahir. İnşallah küçükte abisini örnek alır da hayatı kurtulur.
Şevket: Oğlum destur. Çıkart kafandakini bak kızların hiçbiri henüz örtünmedi. Örtünürse küçük kardeşin örtünsün. İnadı yüzünden oraya buraya sürülüp duruyor. Mendel kanunlarına göre senin bana benzemen lazım. Bak benim oğlum Cevat’a örtünüyor mu hiç ?
Munis: Şurda munis munis oturuyoruz sesimizi çıkartmıyoruz. Oğlan hidayete ermiş işte ses etmeyin. Hidayet dedim de aklıma geldi. Oğlum Cengiz, senin karının adı da Hidayet’ti değil mi? Dünya ahiret gelinim olmasın mel’un.
Leyla: Get! Nesi varmış Hidayet’in. Kurban ol Hidayet’e gül gibi kız.
Fahriye: Hidayet’i boşverin. Ben Nilüfer’i pek severim.
Leyla: Ben daha tevatür severim.
Asiye: Teymur’un kaşları tıpkı ben. Taradıkça gürleşmiş maşallah.
Enver: Ben öğrettim kaş taramayı. Dilini çıkartarak, itina ile tarayacaksın ki bir şeye benzesin.
Munis: Pek itinalı taramıyor galiba. Bununkiler biraz dağınık. Çocuğa gelmeden önce bir kaş tarağı verseydik. Ben titiz kadınımdır dağınıklığı sevmem.
Fahriye: Güleyim bari. Titizsin diye yatağına üç litre işediydi.
Leyla: Benim gibi tevatür titiz olamazsınız.
Şevket: Kızlar boş boş geyik muhabbeti yapacağınıza bi şipsi yapın da yiyelim. (Şıpsi=bir çeşit Çerkes yemeği)
Zihniye: Evet. Esasen ben bu ahiretin yemekhanesinin yemeklerini hiç beğenmedim.
Leyla: Aykuuut! Dünyada da ahirette de en tevatur şıpsiyi ben yapmaz mıyım. Abiii oğlun aklının ortasını gösterip ne diye örtünmüş.
Aykut: Hımm, olabilir. Unuttum ben yıllardır şıpsi mıpsi yiyemedim.
Enver: Okumadın mı mailini zinarının (arkadaşının) aklına uymuş işte.
Naziver: İnşallah hacca da gider evladım. Yarın makama çıkıp ricacı olacağım. Bir hacılık nasip etsin çocuğumuza.
Fahriye: Get! Nerden gidecek. İki rekat namaz eda etmeyi bile bilmez it sıpası. Bitlerin kıçına abdest suyu verip yıkanıyorum zanneder.
Asiye: İslamın beş şartını öğrettiniz de öğrenmedi mi çocuk.
Nazıver: Bizde kabahat. Sıpaların hepsi yarım müslüman oldu işte. Leyla kafayı da örtmedi zaten.
Leyla: Leyla kadar taş düşsün kafanıza. Ben istesem en tevatür örterdim. Örtmedim oh pek iyi ettim.
Şevket: Yahu kızların hepsi zındık. Bari Cevat ile Şakir de örtünse de hepsine örnek olsalar. Baran ile Alpaslan daha pek küçükler ama ağaç yaşken eğilir. Şimdiden örtünmeleri lazım. Caizdir galiba.
Ahiret görevlisi: Yahu bu sülale de ortada yerde kaldı. Bir yere yerleştiremedik. Tartışmalarından cennettekiler de cehennemdekiler de bizar oldu. Ne idükleri de belli değil. Allah muhafaza laik midirler nedirler ?. Baksana kız Huriye bunlarda bir tuhaflık var. Hangi dine mensuplar acaba, erkekler çarşafa girmiş. Patrona söyleyeyim de bir toplantı yapıp bu sülalenin durumunu karara bağlayalım.
Huriye: Ay ne bileyim ayol. Ben şimdi cehennemin ateşine odun atmaya gidiyorum. Tayyip beyin kayınvalidesinin romatizmaları azmış. Zebanisi ile haber yolladı. Bu nasıl cehennem ısınamıyoruz diyormuş.

Dünyadakilere de ahirettekilere de selam ederim.
Birnur

Aldı Timur:
Betül’cüğüm,
Yazdıklarının çoğunu anladım, aferin bana. Gurbette
uzun kalınca Türkçe’miz ziyadesiyle dumura uğradı diye
kıyas ettik.
Bu konuda Hacettepe’li arkadaşlarla da bir süredir
yazışmaktayız. Çok eğlenceli ve öğretici. Konunun çoğu
ilginizi çekmese de son yazdığımı size de gönderiyorum
ki son resmimizi de görüp handân olasınız.
Abin

Sevgili Hacettepezede’ler :
Bu Nurhan mülevvesi hakkında sizleri gûya uyarmış
idik; dinleyen kim ..? Gönderdiği risalenin birinci
cildini okumamız bütün günümüzü aldı; ikinci cildi
yarın kıraat edeceğiz.
Dün gece yatsı ezanından sonra Nüyork’un muhtarı Pınar Atakent,
telli-fon ile Nilüfer’i ve fakiri aradı; Pinar’da bir çene bir
çene.. Bu günkü tinnitusunuzun esbab-ı mucibesi ahacık
bundandır.
Pınar’da laf çok; günahı boynuna, ille de, “neden
yalnız kadınlar türban takasıymış ?..erkek kısmının
dahi türban takması caizdir !” diyerekten zaten yarım
olan aklımızı büsbütün talan eyledi. “Kerem et ya
Pınar’ciğim, yiğit kısmı hiç türban taka mı bilir ?
Saniyen, türban örtüsü nisa taifesi için yazılmış
değil midir ? Salisen, nisa taifesi saçlarını ayan
edip, yiğit kısmını, haliyle, tahrik etmekte değil
midir ?” dedikse de, bu Pınar haylazı, “Kendim dahi
yiğit kısmının saçından ziyade tahrik olmaktayım.
İnanmayan zevcim Yücel’e sorsun. Taksın bu rezil herif
kısmı da türbanı..” diyerekten avaz etmesiyle, fakir
şaşkınlık ve korkudan uvulamızı, (küçuk dilimizi) marul içindeki sineğe
kıyas, gurppadanak yutup, “Medet Pınar’cığım..kusur
küçükten af büyükten..” diyerekten, serimize (başımıza) türbanı
geçirmemizle, ossaat bir suretimizi resm edip, ibret
olsun muradıyla yazımıza eklemiş bulunmaktayız.
Pınar’da hicap ne arar, “Timur’çuğum, madem siz Mart
sonu-Nisan başı Türkiye’mize gitmektesiniz, eğer
sınıfı bir araya getiren bir vicdan sahibi çıkarsa,
nah şuraya yazıyorum, billaha ben dahi sizle gelirim.
Türbanım, hatta burkam bilem hazır” diyerekten fakiri
kem emellerine alet eyledi. “Kestane cevap acele
kebap” yazmayı da unutmamamızı bir güzel tenbihledi ki
elçiye katiyyen zeval olabilemez.
Gözleriniz hep yükseklerde olsun,
Fakir-i pür taksir
Timur

ABLAM ŞULE (2)

 

Resim1

Değerli Yaran

Malumunuz, hayatımızın ortalık yerinde ilginç bir abi, o da yetmezmiş gibi,  nev-i şahıslarına münhasır iki adet de abla vardır. Tahmin edileceği üzere, bunların sayesinde hayatımız epeyce şenlikli cereyan etmektedir. 

Resim2Annem ileri görüşlü bir kadın olduğundan istikbalimi düşünüp,  sırf benim canım sıkılmasın, hayatım boyunca onlar ile kafa bulup gülüp eğleneyim diye on bir yıl önceden hazırlık yaparak, bu şahısları teker teker doğurmaya başlamış. Allah razı olsun kanaatindeyim ancak, işin dozunu biraz kaçırmış gibime geliyor. Evet, her Türk vatandaşının bir ablası, bir de abisi olmasında yarar vardır ancak ikinci bir abla israf sayılır. Pek çok gariban ortalıkta ablasız dolaşırken bizim iki ablayı tepe tepe kullanmamız ziyadesiyle kıskanılmaktadır. Eğer, her an elimin altında yedek bir abla bulunsun fikrinden hareket etti ise, biraz daha fedakarlık yapıp ikinci abiyi de düşünmesi gerekirdi. Çay bardağı, hoşaf kasesi bile takım olur. Al bak, yegane abimiz kalkıp gitmiş, oralardan uzayın derinlikleri ile iştigal etmektedir ve bir eşi menendi daha yoktur.  Halbuki elimizin altında bir abimiz daha olsaydı, onu da yer altı dünyası ile iştigal ettirir, bu ekip sayesinde dünyanın altını üstüne getirirdik. Neyse ki, yüce rabbimize  şükürler olsun, yedek oyuncusu eksik bu takım ile de idare ederek, yeteri kadar eğlenip kafa bulabilmekteyiz.

Resim3MAHŞERİN ÜÇ ATLISI

Bu ekibi hayatımda ilk defa Vakıf Guraba Hastanesinde gördüm. Zaten o gün hayatım yeni başlamıştı ve kafam bozuktu. Bütün bunların üstüne bir de bu üçlüyü görüp tanıyınca iyice nevrim döndü. Asap bozucu tiplerdi.  Birlikte yaşayacağımızı öğrenince işi bulduk dedim. Kendime haydi kızım Birnur Sumer hayırlı işler temennisinde bulundum. Neyse ki, dört küsur kilogram gibi ağır bir sıklette idim ve mahşerin bu üç atlısı ile baş edebilecek vaziyetteydim. Üçünü de gözüm hiç tutmamıştı. Yaşları 12, 11 ve 6  dan fazla göstermiyordu. Demek ki annem benim gelmemi beklerken bunları doğurarak vakit geçirmişti. Haydi şu iki büyük neyse ne idi de, asıl tepemin tasını attıran en küçük olanıydı. Büyükler beni bayağı enteresan bulmuşlardı. Saçımı başımı elleyip bağlılıklarını belirterek, besbelli samimiyet tesis etmeye uğraşıyorlardı. İkisinin bu laubaliliğine öfkemi belli etmeyerek, tez vakitte canlarına okumaya and içtim. Hastane ortamında rezillik çıkarmanın alemi yoktu. Nasıl olsa bir iki güne kadar eve gidecektik ve günlerini gösterecektim. Şu, bir köşede şahadet parmağını beynine  ulaşacak kadar burnunun içine sokmuş vaziyette bana ters ters bakan küçüğe ise tahammül etmek imkansızdı. Buna dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek de hadi benden olsundu.Resim4 copy

 

FIRTINAYA YAKALANMIŞTIK

Birkaç güne kadar altı yaşına basacağı rivayet edilen bu çocuğun eşgali de tuhafıma gitmişti. Abdest ibriği misali boynunun üzerindeki suratının ortalık yerinde, göz namına iki kara yuvarlak vardı. Bu yuvarlaklar, o devrin parası ikibuçuk lira büyüklüğündeydi. Maalesef burnu yoktu. Burun olması gereken mıntıkada priz görüntüsünde iki küçük delik mevcuttu. Parmağı işte o deliklerden birinin içinde idi. Galiba oradan beynine ulaşıp, bir şeyler arıyordu. Etraftaki büyük insanlar bu vaziyetini kıskançlık olarak değerlendirip, yavrucağın ruhunda esen fırtınaların uğultusuna kulak veriyorlardı. Demek ki ruhu burnunun içinde idi ve oralarda esen poyraz rüzgarının esintisini işaret parmağı ile tıkamak zorundaydı. Vah evladım vah dı!  Londra Asfaltı genişliğindeki alnında bir  miktar yarım kahkülü vardı. Kafasının iki yanından, iki sıçanın kuyruğu örgülenip sallandırılmıştı. Bunlar, ormanda kaybolan oduncunun çocukları Hanzel ve Grathel’in dimdik duran örgülerinin tıpkısı idi. 

Şeytan sürekli, şu örgülerin birini tutup kopartmamı telkin ediyordu ama uymadım. Daha ilk günden hanımefendi çizgimin dışına çıkıp hastane personeline rezil olmanın alemi yok fikrinde idim. Hele şuradan bir taburcu olayım, gününü gösteririm düşüncesi ile olmayan dişlerimi sıkıp, kendime ya sabır temennisinde bulundum.

Huzurumda alenen burnunu karıştırıyordu fakat onca büyük insan hiç ses çıkartmıyordu. Benim doğumum, bu işi rahatlıkla yapmasını meşrulaştırmıştı. Ortada bir fırtına meselesi vardı. Şu bahse konu ruhunun  söz konusu fırtınasına kapılıp, gözümün önünden uçup gitse iyi olacaktı.  

Parmağını suratındaki prizin içinden çıkartmadığı takdirde solucan istilasına uğrayacağı hususunda her daim kendisini uyaran büyük insanların adeta basiretleri bağlanmıştı. Resim8Hiç kimse müdahalede bulunmuyordu. Sanki 10 Eylül 1956 tarihli Resmi Gazete’de yeni bir kanun hükmünde kararname yayımlanmış, “kardeş doğumu gibi mücbir sebepler halinde burun karıştırmak” serbest bırakılmıştı. Bunun yanı sıra, riyakar iltifatlar da ruh fırtınası ile birlikte ortalıkta uçuşmakta idi. Koskoca insanlar utanmadan arlanmadan, dinleyip alınacağımı gözardı ederek bu yeni doğan tekne kazıntısını ne kadar gudubet bulduklarını belirtmekteydiler.  Ablaya ise bugün gerçekleşen felaketten sonra  daha çok sevileceğini ve hürmet göreceğini vaad etmekte idiler. Akıllı kızdı. Bu anlatılanlara hiç ikna olmadığını, diğer parmağını  devreye sokup, öbür priz deliğini de tıkamak sureti ile belli etmekte idi. Bu duruma iyice bozulan asabımı yatıştırmak adına şeytanın, ağzımdaki emziği kafasına fırlatmam hususundaki ısrarlarını kıramadım. 

KADROLU KARA SİNEKLER

Eşgalindeki tuhaf durumlar aşağıya doğru indikçe daha da garabet bir hal almakta idi.  Çubuk kraker şeklindeki bacaklarının ortalık yerinde yumurta misali duran dizleri kan revan içinde idi. Yer yer kurumuş yaraları, düşe kalka büyüdüğünü gözler önüne sermekte ve nasıl bir yaşam sürdüğü hakkında fikir vermekte idi. Arada sırada bacaklarını hızlıca sallamaktaydı. Adeta bir tik haline gelmiş bu hareketinin neticesinde, sağ dizinden üç, sol dizinden dört adet olmak üzere toplam yedi sinek havalanıyordu. Ancak bu geçici bir uçuştu. Birkaç saniye geçmeden gerisingeri yerlerine konup, dizlerindeki muhteşem yaralar ile ilgilenmeye devam ediyorlardı. Tahminime göre bunlar kadrolu çalışan sineklerdi ve bu bölgedeki kadar verimli bir yara sahası bulamayacaklarının bilincinde idiler. Diz üstü bilgisayar misali hayatlarını orada sürdürüp, orada ölmekte kararlı oldukları besbelliydi. Baksanıza, hastaneye kadar gelip, benimle tanışmak şerefine bile nail olmuşlardı. Bu kara sineklere karşı içimde derin bir muhabbet hasıl oldu. Demek ki bu garabet çocuk ile bir bütün halinde birlikte yaşamak zorunda idiler. Garip bir sembiyoz vakası ile karşılaşmıştım ve hayretler içerisinde idim. Bir yaşıma daha girmiştim diyemeyeceğim, zira o gün dünyaya gelmiştim ve yaşım yoktu. Ancak, tuhafıma giden o sineklerle aynı duruma düşeceğimi ve uzun yıllar boyunca bu şahısla dipdibe   yaşayacağımı tahmin edememiştim.

Resim9

 

ABLASINDAN ÖĞÜTLÜ,  ABİSİNDEN DESTEKLİ

Hastaneden taburcu olduktan sonra, eve gidip hayatlarının ortalık yerine bağdaş kurup oturdum. Yarım kahküllünün ruhunda esen o meşhur kıskançlık fırtınasını kolay atlatabilmesini teminen, gelirken ona bir hediye getirme nezaketini göstermiştim. Büyüklerimizin geleneklerimiz ve göreneklerimiz doğrultusunda projelendirip, hayata geçirdiği “doğarken büyük kardeşe armağan getirme” işi  bir nevi iyi niyet gösterisi oluyordu. Bu durum, benden ona bir zarar gelmeyeceğinin teminatı idi ve hediyemle behiyemle  gelerek, güya onunla gereksiz bir muhabbet tesis edecektim. Tesisat çalışmalarım ters tepti. Kendi boyumda plastik bir bebeği kendisine armağan etmiştim. Kadir kıymet bilmez bu tuhaf insan parmaklarını burnundan çıkartıp, bebeği elimden kaparak bir köşeye çekildi ve afiyetle yedi. Evet, alicenaplık gösterip verdiğim hediyeyi çiğneyip yuttu. İnanılır gibi değildi. Mideye plastik bebek indirmek konulu bir gövde gösterisi yaparak, aklınca ileride başıma geleceklerin sinyallerini vermekte ve aba altından sopa göstermekte idi. 

Artık kılıç kınından çıkmış, meydan muharebesi başlamıştı. Heeyt be idi! Şeytan, Allah Allah nidaları ile üzerine saldırmamı tavsiye etmekteydi. 

Müşterek abimiz ve ablamız malum ruhsal travmayı daha önceden görüp geçirmişlerdi. Bu iki güngörmüş ve feleğin çemberinden geçmiş şahıs  kendisine destek vermekte, beni nasıl hacemat edeceği hususunda bilgi ve birikimlerini aktarmakta idiler. Haydi hayırlısı idi, daha dünyaya adımımı attığım ilk günlerde başım belaya girmişti işte. Ama evelallahtı, bana yanlış  ve yamuk yapma çalışmalarını sürdüren ipten kazıktan kurtulmuş bu üç ünlü Türk büyüğü bana vız gelirdi. Haklarından  gelmeye muktedir olduğumun bilincinde idim. Ülküm, yükselmek ve ileri gitmekti. Varlığım, Türk varlığına armağan olsundu.

TAHSİL HAYATINA ERKEN BAŞLATTIM

Eve gelir gelmez hayata geçirdiğim ilk icraat, bu allahtan korkmaz kuldan utanmaz  yarım kahküllü tuhaf yaratığın okula gitmesini sağlamak oldu. Sol gözümdeki kirpikleri kopartmaya yeltendiği gün işini bitirmiş ve bir yıl önceden apar topar okula gönderilmesini temin etmeyi başarmıştım. Uğradığı hezimetin neticesinde, kulakları düşmüş vaziyette okulun yolunu tuttu. Böylelikle, memlekete büyük bir hizmette bulunarak, “haydi kızlar okula” kampanyasının temellerini elli yıl önceden atmıştım. Bu olay benim için küçük, insanlık için büyük bir adımdı. Okul işi hiç hesapta olmadığından, önlüğü, yakası ve çantası olmadan tahsil hayatına başlamak zorunda kalmış, böylece içime bir litre kadar su serpilmişti. Bu muhteşem zaferin tek sakıncası, babamın kendisine duyduğu manasız zaafın ve lüzumsuz şefkatin ikiye katlanması olmuştu. Mahşerin diğer iki atlısı da okula gidiyorlardı. Böylece benim için büyük tehlike arz eden bu ekibi dağıtarak, böl-parçala-yönet sistemine geçmiş bulunmaktaydım. Oh be idi! Canım sağ olsundu. Böylesine büyük bir zaferin yanında iki üç tel kirpiğin lafı mı olurdu. KORKUNÇ KOLLEKSİYONCU

Meydan muharebesi bütün şiddeti ile sürerken dört ayak üzerinde gezinmek işlerimi zorlaştırmaktaydı. Tez vakitte iki ayağımın üzerine dikilip, bunların ne işler çevirdiklerini öğrenmem gerekiyordu. Bütün hususiyetlerine vakıf olmalı idim. Yürüme işini kolayladıktan sonra elime bir sürü bilgi , belge ve kaynak geçirip haklarında yaptığım istihbaratı derinleştirerek, büyük bir operasyon başlatmıştım. Başta kod adı Timur olan abim olmak üzere hepsinin muazzam bir Tommiks -Teksas arşivi vardı ve ders niyetine bunları çalışmakta idiler. (bakınız Abimin Doğum Günü nam risalem) Yarım kahküllü, o devrin güzide sanatçılarından Belgin Doruk, Ayhan Işık ve Göksel Arsoy’un artistik fotoğraflarını biriktirmekte idi. Hepsini yırtıp atmalıydım. Bütün bunları nasıl bir gaye uğruna ve kim bilir hangi kötü amaçlar için topluyorlardı. İşte tam bir örgüt ile karşı karşıya idim.  Konuşmayı öğrenip bu belgeleri derhal açıklamalı, muhtemel bir darbe olayını engellemeliydim. Yine yarım kahküllü ortancaya ait, bir kutu dolusu ipek böceği bulmuştum. Bu hayvanları dut yaprakları ile kamufle ederek besleyip büyütüp kelebek olmalarını sağlamakta ve onlara yataklık etmekteydi. Bu canlı bombaları korkup ellemeyerek, annem isimli kolluk kuvvetine teslim ettim. Hayatı boyunca yediği bütün çikolataların parlak kağıtlarını defterlerinin arasında biriktirmişti. Bu durumu da çok tehlikeli bularak, hepsini imha etme işine giriştim.

BURUN DEĞİL, KURUYEMİŞ KAVANOZU

O burun vardı ya o burun. Elektrik prizi görüntüsünde idi ancak erzak deposu olarak kullanılabilecek kapasiteye de haizdi. Ne hikmetse birçok işlere yarıyordu. Kardeşe alışma döneminde parmakları içine tepiştirmek suretiyle haset duygularını bastırmanın yanı sıra, saklama kabı olarak da kullanıma çok elverişli idi. Ablacığım kuruyemişlerin yiyebildiği kadarını yer, artanını burnunun içine tıkıştırıp, kötü günler için saklardı. Belki bir erzak torbası işlevi görmüyordu ama, besbelli bir iki fındık, üç beş kabak çekirdeğini  bayatlamadan birkaç gün muhafaza edebiliyordu. Burun deliklerini, sürekli yanında taşıyabileceği bir kiler olarak değerlendirebilen başka bir insan tanımamıştım. Pes doğrusuydu. Bak bu yeteneğini nazar-ı dikkate alabilir, takdir ve taklit edebilirdim. Ancak bu saklama yöntemi galiba biraz sakıncalı idi ve unutkanlığı affetmiyordu. Hangi burun deliğine hangi gıda maddesinin tıkıştırıldığı akılda tutulup, son kullanma tarihi geçmeden geri çıkartılarak yenilmek zorundaydı. Eh o da bir insanoğlu idi ve zaten yeteri kadar da tuhaf bir insandı. Daha sonra yemek üzere sol burun deliğine itina ile yerleştirdiği ve unuttuğu beyaz leblebi kilerdeki rutubetli ortam nedeni ile şişip nefes almasını engelleyince ne mutlu bana ki başı belaya girmişti ve  hastanelik olmuştu. Bu hadise, kişisel tarihinin baş köşesinde yerini almış ve  Tarsus’daki  tüm hastanelerin acil servis personeline ibret olmuştur.

 

ELECTRA KOMPLEKSİ VARDI

Bütün bu hadiseleri içime sindirmem mümkün değildi. Şule ismi ile çağırılan bu tuhaf yaratığa tahammül etmek meşakkatli bir işti. Asap bozucu halleri evdeki herkese zarar ziyan vermekteydi. Bütün gününü bahçedeki yenidünya ağacının üstünde tünemekle geçirir, sıkılınca bütün ağaçları dolaşır, hayatını dalların tepesinde idame ettirirdi. Akşamları eve gelmeyi unuttuğundan, zavallı ağabeyciğim kardeşinden sorumlu Devlet Bakanlığı görevine atanmıştı. Küçücük yaşında üstlendiği bu ağır görevin altında sürekli ezilir dururdu.  Bütün gün halter imal etmiş, futbol oynamış, uçurtma uçurtmuş yorgun bedenini dinlendiremeden, ağaç üstünden kardeş toplama görevine koştururdu. Akşam karanlığında mahalledeki bütün ağaçların dallarını silkeleyerek kardeşini arar, ne akla hizmetse incitmeden ağaçtan düşürüp eve getirirdi. Babam tarafından her gece gerçekleştirilen  kerrat cetveli sınavındaki genel başarısızlığın vebalini de abim üstlenmişti. Basbayağı kardeşinden sorumlu Devlet Bakanı idi işte. 

Babamın, bu üç çocuğun kerrat cetveli bilgilerine şiddetle ihtiyacı vardı. Kanaatimce, bu yaşına kadar ezberleyemediği o meşhur cetveli bunlardan öğrenmeye çalışıyordu. Sofradan kalkar kalkmaz üçünü karşısına dizer, dokuz kere dokuz diye kükrerdi. Kızlar ellerini arkalarına saklayarak, parmaklarıyla hesabı tutturmaya çabalarken,  abim günahıyla sevabıyla doğruya yakın bir cevap bularak her şeyi göze alıp kahramanca 82 diye bağırır, akabinde tokadı yerdi. Doğrusu çok büyük haksızlıktı. Bir atımlık barutunu boşa harcayan abimin üç kişilik dayağı  tek başına yemesinden teessüre kapılarak, yuh be! baba ile oğul arasında bir rakamın lafımı olur diye hayıflanırdım. O esnada kızlar, gözünü budaktan sakınmayıp 82 de ısrar eden abiciğimin kendilerine vekaleten yediği dayağın verdiği rahatlama ile arkalarında gerçekleştirdikleri parmak hesabını neticelendirerek; 84, yok yok 71 diye haykırırlardı. Onlar abim gibi yiğit değillerdi. Atacak barutları çoktu ve sevgili babalarının değerli kerimeleri idiler. Bu sebeple cüret gösterip 99 diye kıkırdayarak bağırdıkları bile olurdu. Bence de en akla yakın netice bu idi. Bana fikir soran yoktu ama dokuz kere dokuzun doksandokuz etmesini makul ve mantıklı bulmaktaydım.  Babam onları duymazdan gelir, bütün hesabını abim ile görüp defterini dürerdi. Böylece dokuz kere dokuzun 81 ettiği neticesine varılamadan ve olay büyütülmeden kapanırdı. Babamın çok kıymetli ortanca kızı, değil dokuz kere dokuzu, iki kere üçü bile bilememenin verdiği rehavetle yatmaya giderdi. Gitmeden önce de, ömrü boyunca taşıdığı derin Electra kompleksinin ve kerrat cetveli hadisesini hasarsız atlatmanın etkisi ile babacığını öpücüklere boğardı. Bu kızların ikisi de nezaketten yoksundu. Abime onların yerine yediği dayaklardan ötürü minnet ve şükranlarını bildirmeyi bile çok görürlerdi. Neyse ki abim  bu kendini bilmezlere, yataklarının altında ne korkunç türde öcüler yaşadığını her akşam münasip bir dille bildirirdi. 

Bu hadiseler neticesinde hayatın sırrını çözmüştüm. Balta sapı olmanın birinci şartı, kerrat cetvelini sular seller gibi ezberlemekten geçiyordu. Kanaatimce, bu balta saplığı çok itibarlı ve mühim bir meslekti. Ayrıca diğer mesleklere göre daha çok istikbal vaad ediyordu.  Büyüyünce ben de balta sapı olmaya karar vermiştim.

 PİSAGOR BAĞINTISINDAN DA HABERİ YOKTU

Şuur sahibi herkesin malumu olduğu üzere, dik üçgenin iki kısa kenarının karelerinin çarpımı, uzun kenarın karesine eşitti. Bu durum o devirde de böyle idi, günümüzde de böyle olduğunu sanmaktayım. Ancak gelin görün ki,  Electra yarım kahkül bu gerçeği hiçbir zaman kabul etmezdi. Prensipleri gereği bu formüle hiç saygısı yoktu. İnadı inattı, değerli zamanını elalemin bağıntısı ile harcayamazdı. Pergelin kısa bacağını defterine batırıp, verilen sayıları kullanarak sözkonusu o meşhur üçgeni önce güzelce çizer, sonra uzun kenarı tahta cetveli ile ölçerek neticeyi bulurdu. Bu rezaleti gerçekleştirirken de Allahtan korkmaz, kuldan ise hiç utanmazdı. Zira bahse konu kul, öz be öz babası idi. Bir kötü dik üçgenin boktan Pisagor Bağıntısı yüzünden sevgili kızı ile arayı bozmazdı. Bu Electra hanıma müthiş zaafı vardı. Aralarındaki derin muhabbet sayesinde, Pisagor skandalını düzeyli bir tartışma ile tatlıya bağlayarak düşmanlarını çatlatır, gül gibi geçinir giderlerdi. Bu sevgili baba-kızın muhabettinden fevkalade rahatsız olur; yüce rabbime, ey yüce rabbim Pisagor Bağıntısına nankörlük eden bu saygısız kulunu, Newton’un Yerçekimi Kanunu ile ıslah et. Et ki, tepesinde gezindiği ağaçlardan Yerçekimi Kanunu yüzü suyu hürmetine tepe üstü düşüp telef olsun diye beddualar ederdim. 

KAYBOLAN KELEBEK BULUNDU

Doğduktan birkaç yıl sonra cemiyet hayatındaki mutena yerimi almıştım. Bazı okul müdürleri ile öğretmenlerin takdir ve teveccühlerine nail olup, 23 Nisan Egemenlik ve Çocuk bayramlarının müsamerelerinde yan roller kapmaya başlamıştım. Aslında sanat hayatıma, ablası tarafından ezilip horlanan Kül Kedisi rolü ile atılmak isterdim. Ancak, ünlü yönetmenler kelebek rolünün benim için biçilmiş kaftan olduğu kanaatinde idiler. Rolü kabul edip kanatlarımı sırtıma takarak meydanlara dökülmüştüm. Henüz okula başlamadığımdan, yarım kahküllü ablamın gittiği okulun kelebek kadrosunda yer almaktaydım ve törene onunla birlikte katılacaktım. Kelebek rolüne layık olmadığım, olsam olsam başarılı bir sümüklüböcek olabileceğim fikrinde idi ve hayatının en önemli  23 Nisanını yaşamaya hazırlanmaktaydı. Beklediği fırsat ayağına kadar gelmişti. Gün o gündü ve defterimin dürülme, hesabımın görülme zamanı idi, Kaderimin çizgisini Yedikule Zindanlarında boğdurtulan Genç Osman kaderi misali şekillendirme muradındaydı besbelli. Bu günü en iyi biçimde değerlendirerek, beni imha etmeyi kafasına koymuştu. Sabahları okul bahçesinde küçüklerini korumak, büyüklerini saymak adına riyakarca ettiği yeminlere de katiyen saygısı yoktu. 

Başıma örülecek çoraptan habersiz vaziyette gittiğim tören alanında kanatlarımın ağırlığının verdiği rehavet ile derin bir uykuya dalmıştım. Aynen şimdi olduğu gibi, o zaman da ayakta uyuma yeteneğim vardı. 

Akşam eve döndüğünde kaybettiği kardeşinin hesabını soranlara, aniden hafızasını kaybettiğini ve böyle bir kardeşi olup olmadığını hatırlamadığını beyan etmişti. Çelişkili ifadeleri neticesinde soruşturma derinleştirilince, azılı katil sükunetini bozmadan, “kelebektir uçar da kaçar da bilemem belki de uçmuştur kahrolası” deyip yakayı ele vermişti. Uçmayıp gaflet uykusuna daldığıma şahit olup beni eve getiren Bilecik ahalisine kırksekiz yıl sonra bu vesile ile teşekkürü bir borç bilir, ölmedilerse ellerinden hürmetle öperim.

KAYBOLMADIM BURADAYIM

 Resim11

23 Nisan bayramı hadisesinden sonra, benden kurtulamayacağı gerçeği ile yaşamaya alışmıştı. Meydan muharebesinde kimin hezimete uğradığı, kimin muzaffer olduğu meselesi muallakta kalmıştı. Mercidabık, Ridaniye ve Otlukbeli savaşları bile mütareke ile neticelendirilmişken bizim savaşın mütarekesiz bitmesi mevzubahis olamazdı. Ateşkes fikrini pek benimsemesek de işi karara bağlamış, mütareke şartlarını kabul etmiştik: Ben ona saygı ve büyük hayranlık duyacaktım. O da bunun karşılığında; ömür boyu zırlayarak yanına her gittiğimde beni koruyup kollayacak- zaman zaman uğradığım güvenli bir liman olacak-düşünmediklerimi düşündürtecek-hayatın çömleğini şekillendirmeyi öğretip yoluma ışık tutacaktı. Üstelik büyüdüğü zaman beni, Ayşe adında güzel bir kızın teyzesi yapmaya da söz vermişti. Oh olsundu be! Muharebeyi ben kazanmıştım. Onun şartları daha ağırdı. Ama allahı vardı, mütareke koşullarının hepsini eksiksiz yerine getirdi. 

Bugün ablamın doğum günü. Hepimize kutlu olsun. Güzel yüreği sevinçlerle dolsun.

Birnur        

 

SEVGİLİ ABLAM ŞULE


Resim1     

     Değerli Dostlar,

     Şule’nin kafası o gün yine gayet bozuktu. Okul kapısındaki seyyar satıcıdan 5 kuruşa aldığı pembe pamuk şekerini tahta çantasına itina ile yerleştirmiş, kardeşinin asabını bozmak üzere eve getirmişti.

pamuk seker1

PAMUK SEKERI NASIL YAPILIR

indir

Getirmişti getirmesine de; tahta çantanın kapağını açıp da o koskocaman ve pespembe pamuk şekerinin yerinde yeller estiğini görünce perişan olmuş ve bir-iki saat kadar kendine gelememişti. Oh olsundu, gönlüm şad olmuştu. Asabımı zıplatmak üzere eve getirilen ve bana yar olmayacak pamuk şekerinin akıbeti beni ziyadesi ile memnun etmişti. Tahta okul çantası içinde havasızlıktan bayılan canım pamuk şekeri, okuma kitabının üstünde aşağılık bir pembe sakız gibi öylece duruyordu işte. Oysaki aklını sevdiğimin Şulesi, gün boyu sınıfın penceresinden, okul kapısında pembe bulutlar gibi uçuşan pamuk şekerlerini seyredip, derinlemesine hülyalara dalmıştı. Zil çalar çalmaz pamuk şekerini alıp eve gidecek ve kardeşi rezil-mülevves Birnur’un zırlamaları eşliğinde yiyecekti. 10 kuruşluk harçlığının bir miktarını bu uğurda harcamış, geri kalanı ile de bir sıra Alıç alıp, kolye gibi boynuna asmıştı.

alic1alic

 Bu şartlar altında kendimi yerlere atıp da zırlamamın hiç lüzumu yoktu. Üç yaşında, rezil-mülevves bir kardeştim ama kırmızılı sarılı alıçların hepsinin içinden ikişer kurt çıktığını da bilmekteydim. Eh, pamuk şekerinin vaziyeti de malumdu. Bunlar için arbede çıkartmama değmezdi doğrusu. 

     Oya-Timur-Şule üçlüsü, okul kapısında konuşlanan seyyar satıcıların hatırı sayılır müşterileri idiler. Bunların okul dönüşlerinde üç tahta çantanın içinde ne var ne yok kontrol eder, işime geldiği gibi gönlümce zırlardım. Gurmeliği bu çantaların içinden çıkan nevaleleri tadarak öğrenmiştim. Tarsus diyarının meşhur Arı Balı tatlısını hayatımda ilk defa Şule’nin sarı sayfalı müsvedde defterinin arasında görmüştüm. Hiç unutmam, şerbeti de Hayat Bilgisi kitabının yirmi dördüncü sayfasına kadar sızmıştı. Haa, o vakit anlamıştım ki, üzeri çizgili ve halka şeklindeki bu enfes tatlının besin değeri hayli yüksekti. Tevekkeli; Arı Balı tepsisinin kenarına üşüşen karasinekler, oradan kalkıp Şule’nin dizlerindeki yaraların üzerine yapışır ve oracıkta bayılıp kalırlardı. Seyyar satıcının bu kadrolu sinekleri, tatlının rehavetinden dizler üstünde bizim eve kadar gelirler ve ertesi sabah ayıldıktan sonra yine dizler üstünde okul kapısındaki mesailerine dönerlerdi. O derece ağır bir tatlı idi bu Arı Balı tatlısı. Gogul 60 yıl sonra Arı Balı tatlısını Halka Tatlısı olarak anacaktı. Bunu da böyle bilelimdi.

 halka1

        Şule’nin, havasızlıktan mevta olan pamuk şekerinin arkasından yaktığı ağıtlar neticesinde salyası sümüğüne karışmış, suratı Çarşamba pazarına dönmüştü. 5 kuruşunun boşa gitmesine de ayrıca yanıyordu. Çantaya tıkıştırmadan önce pembe pamuğundan aldığı iki ısırığın kalıntıları da suratındaki gözyaşı-sümük karışımının üstünde pembe pembe parıldamaktaydı. Ah be, o devirde cep telefonu olmalıydı da şunun şöyle bir resmini çekip şuracığa koymalıydım.

      BEŞİ BEŞ KURUŞTAN BEŞ YUMURTA KAÇ KURUŞ EDER? 

      Elemini kederini anlatıp derdini döktüğü abisi Timur, yumurta ticareti hususundaki bu soruyu bıkıp usanmadan günde üç kere Şule’ye yöneltir ve hep aynı cevabı alırdı:

25 kuruş eder abiciğim. ”     

Bu, abimiz tarafından Şule için özel olarak hazırlanmış bir yüksek matematik sorusu idi. Kardeşinin pamuk şekerine yaptığı ölü yatırımın hicran dolu hikayesini dinleyen abisi, bir teselli vereceği yerde geleneksel sorusunu zalimce güncelledi. Günün mana ve ehemmiyetine uygun şekilde tekrar sordu:

  • Beşi beş kuruştan beş pamuk şekeri kaç kuruş eder? 

   Şule, tam da tekrar aklına düşen 5 kuruşuna ve pamuk helvasına yeni bir ağıt yakmaya başlamıştı ki, abisi Timur kükredi:

-Kes zırlamayı kafam şişti. Ölenle ölünmez. Zaten işlerim kesat gidiyor. Bugün bir kova mısırdan dört tane satabildim. İflasa doğru gidiyorum. Dinle şimdi: Bu Tarsus’un sıcağında mısır ticareti kazanç getirmiyor. İklim şartlarına uygun işler yapmak lazım. Bak arkadaşım Adil Karcı, Bici Bici ticaretine atılmış ki aferin. Akıllı adam. Evet, gaz ocağı patlaması filan gibi talihsizlikler yaşamışlar ama olsun. Ticaret hayatında böyle aksilikler olur. Ortakları sağlam adamlar. Toparlamışlar ve işi kotarmışlar. Piyasada mısırcı olarak bilindiğimden bu Adil şimdi beni Bici Bici işine ortak almaz. Biz başka bir iş yapalım. Fikrini söyle Şule Usta. Ne diyorsun bu hususta?

   bici_bici_1245175301 (1)

  Şule, hıçkırıklarına kısa süreliğine ara verdi. Burnundan akanları toparlayıp beynine kadar çektikten sonra, boynunda asılı Alıç dizisinden bir tane kopartıp ağzına attı ve abisi Timur’a fikrini söyledi:

-Madem Bici Bici işine Adil Karcı abi el atmış. Biz de Buzlu Pamuk Şekeri ticareti yapalım abiciğim.

 

Çok sevgili ablamın doğum günü kutlu olsun.

BIRNUR

SULE BIRNUR

VELİ TOPLANTISI

 kedi (1)

 Değerli Dostlar

     50 küsur (küsurat sizi alakadar etmez)yaşıma bastığım bu güzel 10 Eylül gününde sizlerle eğri oturup doğru konuşalım istedim.

     Malumunuz, şu fani dünyanın dikenli taşlı yollarında uzun yıllardan beri vakit geçirmekteyim. Yüce rabbimin tensip ve takdirleri ile otuzlu yaşlarımın ilk yarısında,  velilik mertebesine de eriştim. Hayatımın çok mühim bir bölümünü Mert ve Ateş efendilerin velisi olarak geçirdim. Yukarda görülen resmim de zaten bir veli toplantısı dönüşü çekilmiş olup, adı geçen efendilerin montaj çalışmaları ile bu hale getirilmiştir. 40 lı yaşlarıma geldiğimde artık bu velilik işinin ehli olmuş, eğitim-öğretim camiasında basbayağı bir nam salmıştım. Anlayacağınız, gözü pek, yiğit, anlı şanlı bir veli idim. Bu vesile ile muhtelif okulların kapısından selamsız sabahsız girer, hocalarla görüşür, bağlılıklarımı bildirir, hürmetlerimi arz eder, huzurlarından geri geri çıkardım. Velilik mertebesine oturur oturmaz ilk icraat olarak, bahse konu kişilerin etlerini ve kemiklerini hocalara, derilerini Türk Hava Kurumuna bağışlamıştım. Adab-ı muaşeret kurallarına göre eti onlara verip, kemiği kendime ayırmam gerekmekteydi. Ancak, eti senindi- kemiği benimdi pazarlığına oturarak görgüsüzlük etmedim. Zaten veli olur olmaz vaziyeti anlamıştım. Bayrak töreni, Müdürün açılış konuşması, Müdür Muavininin durun-susun-kaşınmayın-itişmeyin-kakışmayın ikazları neticesinde velisi olduğum kişilerden biri uyuz olmuş gibi kaşınaraktan;

-Öf be pek sıkıldım eve dönelim. Burası hiç bana göre bir yer değil deyip, aklının ortasını oracıkta belli etmişti.(Söz konusu şahıs günümüzde ODTÜ nün Makine bölümü hocalarının huzurunda hatır hatır kaşınmaktadır). Ben de haliyle bu densizin otuz santimlik kolunun eti bol bir yerini kavrayıp, işaret ve başparmağımın arasında sündürerek terbiyesine fevkalade katkıda bulunmuştum. 

    Velilik mertebesini daha ilk günden benimsemiş ve dahi ciddiye almıştım. Veliydim yahu, kimse işime karışmasındı. Velilik işlerimden arta kalan vakitlerimde devlete hizmet vermekte idim. O devirde memleketin ünlü memurlarındandım. Mesai saatlerimden arta kalan vakitlerimde okul bahçelerinde dolanır, veli toplantılarına katılır, bununla da yetinmeyip, sürgün gittiğim yerlerden okullara telefonla canlı bağlantı yaparaktan çoluk çocuğun ilerde hangi baltaya ne şekil bir sap olacaklarını çok sıkı takip ederdim.

DSCN1993ateş

 

                

 

   Bu adamlara, şu şapkaları takıp balta sapı olsunlar maksadıyla her sabah okunmuş pirinç yuttururdum. Bu vesile ile mideleri çeltik tarlası haline gelen şu iki rezil-mülevves, her veli toplantısı dönüşümde ayrı şekillere girerek iyice asabımı bozarlardı. Bir buçuk metre boyları, türlü türlü huyları vardı. Hocalarla görüşmelerim neticesinde çarşamba pazarına dönen suratımı (tekrar bakınız yukarıdaki fotoğrafım) görünce bunların içleri fena halde parçalanırdı. Hatta hocalara sinirlenerekten;

-Vay alçaklar demek seni üzdüler. Asabi kedimiz bu hakaretleri hak etmiyor. Ben yarın gidip onlara hesap sorarım.

– Annemin asabını bozan hocaların dersine çalışmayayım da görsünler günlerini.

şeklinde tepkiler gösterirlerdi. Hatta, ruh sağlığımın selameti açısından bu veli toplantılarına gitmemem gerektiği konusunda tavsiyelerde bile bulunurlardı. Bunların ödev yapıp yapmadıklarını öğrenmek için defterlerini, çatlayıp çatlamadığını anlamak üzere ise Ar damarlarını sık sık kontrol etmem gerekmekteydi. 

    Günlerden bir gün; üç adet aspirin ve asabıma çüş deyici bir miktar hap yutaraktan hazırlığımı yapıp, yine bir veli toplantısının yollarına koyuldum. Evelallah bütün hocalarla cengâverce görüşecek, dünyanın kaç bucak olduğunu görecektim. Bu toplantıda büyük oğlan Mert Efendinin yaz-kış, hatta 4 mevsim yediği hurmalar görüşülecekti. Adı ile müsemma Mert Efendi; hem efendi, hem de mertti. Ancak ergenlik vaziyetinden ötürü, tembellikte dünya markası olmuştu.

   Okul koridorunda metre metre uzanan kuyruklara girdim ve azarlanmak üzere hocaların karşısına 1.74 boyumla dikildim. Birkaç dersin hocası ile görüştükten sonra beynimin dibi tutmaya başlamıştı ki, aklıma parlak bir fikir geldi. Şu ölümlü dünyada Matematik, Fizik gibi dünyevi derslerin hocalarından azar işitip asabımı bozacağıma, Din dersi hocasının karşısına dikileyim de, manevi huzura kavuşayım dedim. Belki oğlanın Din dersi notları zayıf değildir de, şu nur yüzlü, 77 yaşlarındaki Şemsi hoca ile iki çift tatlı lafın belini kırarız umudundaydım. Suratıma derli toplu net bir ifade koyaraktan hocanın karşısına hürmetlerimle dikildim. Kuyrukta önümde duran diğer velileri hayır dualarıyla uğurlayan Din dersi hocası ile görüşmem başlamıştı:

-Hayırlı günler dilerim hocam. Üzerinize afiyet, Mert Koral Efendinin velisiyim. 

Not defterini haşır huşur karıştırıp Mert sayfasını bulan hocanın suratındaki nur-u ilahi uçuverip gitti, rabbıyesiri de o anda siliniverdi:

– Bu oğlan var ya bu oğlan, bu hiç ders dinlemiyor. Notu 1,1 ve dahi 1. Defterdeki hanesi direkler arasına dönmüş. Durumu vahim.

– Hık-mık filan hocam.

Ayrıca derste camdan dışarıyı seyrediyor. Ne Fatiha’yı ne de Ayet-el Kürsi’yi ezberleyemedi.

– Kem ve dahi küm diyorum hocam.

– Üstelik geçen gün goguldan tıklayıp şeytanın resmini bulmuş, çıktısını alıp imzalayaraktan sınıfta dağıtmış, dövdüm keratayı.

– Elinize sağlık, ben de döveceğim hocam. Siz de zahmet olmazsa bir kere daha dövünüz.

Dersine çalışacağına internetten şeytan-melek resimleri indiriyor zındık. Sınıfta kalacağı yetmezmiş gibi üstelik bir de çarpılacak.

– Haklısınız hocam Allah muhafaza cehennemde yanar mı ki?

– Dün ben bunun cep telefonunu fırlatıp çöp kutusuna attım.

-???? Hocam cep telefonu yok?

Bu ALİ Mert var ya bu ALİ Mert. Aslında namert sayılır bu melun.

Sevinç içinde çok derin bir nefes alaraktan ciğerlerimi genişlettim ve;

 -Hocam bizim oğlan ALİ Mert değil, sadece Mert. Kemiksiz olarak Mert yani. Alisi malisi yok bunun dedim.

Hocanın suratının nuru filan geri gelmedi;

-Haaa, sen öteki Allahtan korkmaz kuldan utanmaz Mert’in velisi misin?

-Evet ya sabahtan beri yanlışlıkla başka çocuğu anlatmışsınız boşuna yoruldunuz. İsim benzerliğinden nefesiniz tükendi hocam. Biraz da bizimkinden bahsetseniz?

Din dersi hocası, dibi tutmuş beynimi iyice karıştırarak şöyle dedi:

 –Bütün anlattıklarım senin Mert için de geçerli. Ha Mert, ha ALİ Mert. Al birini vur ötekine. Beni meşgul etme, huzurumdan geri geri çekil. ALİ Mert’in anası gelince de Senin Mert’i anlatırım olur biter. Fark eden bir şey yok.

Doğum günümü kutlar, gözlerimden öpemesem de ellerimden öperim.

                            Memleketin ünlü velilerinden

                                    Birnur

008

DOC006_Page_04

 

 

BİRNUR’DAN ÇORAP

 

Subject:  BİRNUR’DAN ÇORAP
Abiciğim, burada ınternet olup olmadığını soruyorsun. Gördüğün üzere hem de nasıl var. Çandarlı öyle bir bayındır hale geldi ki;  saat başı Dikili’ye ve dahi Aliağa’ya minübüs, uzaya füze seferleri bile var. Birazdan kolumuza ve bacak varislerimize doğru sivrisinek seferleri de başlayacak. Labtobumuz kucağımızda tatil yapıyoruz, sen hala internet var mıdır diye sual edersin.Üstelik şeftalisi de bol.

Not: Yan komşunun 85 yaşındaki annesine tablet bilgisayar almışlar. Hem de seslisinden. Bu Suzan teyze araştıracağı konuyu gogula doğru seslenip, derhal cevabını alıyor. (Suzan teyze Manisalı. Tam bir Anadolu kadınıdır.Bütün gün başında tülbenti ile kuran okur) Geçen akşam gözümle gördüm: Önce kuranını okudu, arkasından benimle bir kahve içti. Sonra da tabletini çıkartıp goguluna doğru şöyle seslendi: Kalbura Bastııııı, Kalbura bastııııı. Kalbura Bastı sayfası açılınca da videodan tarifini dikkatle izledi. Hatta videoda Kalbura Bastı tatlısını tatbikatlı öğreten aşçıya da” sana da iyi günler evladım” diye cevap verdi. Ah be annemin de ölmeden önce bir tableti olsa iyi olurdu dedim. 
Yukarıdaki dosyada yıllar önce çoraplar hakkında yazdığım yazı var. Diyeceğim o ki, havada bulut, sen o çamaşır makinesinde kaybolan çorapları unut.
 
Betülcüğüm ve Değerli Yaran
 
 
 
 
        Yazıp çizmeye yazıp çizeceğim de, iş pırasayı ateşe furmakla kalmıyor ki. Bahsekonu pırasanın önüne çorba, arkasına pilav koymanın lüzumsuz mesuliyetini de taşımak lazım. Benim başka meselelerim de var. Hangi birini söyleyeyim. Mesela hayatımın ortalık yerinde kendiminkilerin dışında 6 tane ayak (3×2=6), haliyle ayak başına 15 adet üzerinden hesaplasak, hepsi aynı renkte olmak suretiyle 15×6=90 çorap var. Soralım bakalım yaranımıza,hiç hayatlarında 90:2=45 çift çorabı eşleştirme durumuna gelmişler mi? Eşleştirmişlerse ne kadar sürede becermişler? Her nedense bu çorap düzenleme işi sonucunda, mutlaka elimde beş-altı adet tek çorap kalmaktadır. Bu tek çoraplara,  hesabı tutturamayıp kasayı kapatamayan banka memuru misali, elim böğrümde bakar da kalırım. Bilimsel araştırmalarım neticesinde bu çoraplarının tekinin ne cehenneme gittiğini henüz bulamadım.
         Bunun dışında ayrıca bir türlü çözüme kavuşamayan DON meselem var. Yine hayatımın ortalık yerinde small-midium-large ebatlarında 30 adet civarında donlar bulunmaktadır. Bunların hepsi ekoseli olup, her biri ayrı renktedir. Hangi don kime zimmetli belirsizliği içinde kıvranıp dururken, haliyle pırasa ocakta çatır çatır yanmaktadır. Elbette bu durumda, erken seçime giden parlamento misali, perşembe günü pişecek karnabaharı, çarşambadan devreye sokup pişiririm. Pişirilmese de olur “başlarım pırasanıza” desem, bu defa ev halkının üçte ikisi aşağıdaki markete cips almaya koşarlar ki, bu durum da uzun vadede sıkıntı yaratır. Makine yağı ile yapılan bu cipslerin sağlık alanında bana geri dönüşü, verdiğim vergilerin yol, su, elektrik olarak dönüşüne benzemez. Ahalinin üçte ikisi(mahdum beyler) markete cips almaya koşarken, geri kalan üçte biri(mahdum beylerin pederi) ise markete koşamayıp, bu durumlar için önceden zulaya atıp stokladığı gofretleri devreye sokar. Bu nevaleyi tıkınırlarken, bir yandan da gözümün içine “bunları keyfimizden yemiyoruz, yemeği yaktın da bu hallere düştük” konulu bakışlarını fırlatırlar ki, vicdanımın azabı gazaba gelir, karnabaharın yanına bir de kabak musakka oturturum. 
            Vicdanımın azabının sesini dinlemeyip seni dinlesem ve “başlarım pırasanıza” desem, artık benim “o eski ben” olmayacağımı garantiliyorsun ama sırf “başlarım pırasanıza” ile iş bitmiyor ki hemşire. “Başlarım İngilizce hocanıza”, “başlarım veli toplantınıza”,  “başlarım Adıyaman sürgününe”, “baslarım gençlik kampınıza”, “başlarım saçınızın jölesine”, “başlarım matematiğinizin zayıfına, gitarınızın elektrosuna”, “üniversitenizin sınavına” da demeliyim ki, bir “yeni ben” tesis edip, yazım-çizim işine “başlayabileyim”.  Aksi halde “bi boka başlayamayacağım” gün gibi aşikardır. Önümde dağ gibi bir OSS daha beni bekler iken, başlasam başlasam Acemaşiran makamından “görmedim ömrümün asude geçen bir demini” şarkısına başlarım Betülüm.
                                                                                             
                                                                  Yazı yazmak isteyip de vakit bulamayan
                                                                  Ailenizin yazarı Birnur
                                   A
Abiciğim, burada ınternet olup olmadığını soruyorsun. Gördüğün üzere hem de nasıl var. Çandarlı öyle bir bayındır hale geldi ki;  saat başı Dikili’ye ve dahi Aliağa’ya minübüs, uzaya füze seferleri bile var. Birazdan kolumuza ve bacak varislerimize doğru sivrisinek seferleri de başlayacak. Labtobumuz kucağımızda tatil yapıyoruz, sen hala internet var mıdır diye sual edersin.Üstelik şeftalisi de bol.

Not: Yan komşunun 85 yaşındaki annesine tablet bilgisayar almışlar. Hem de seslisinden. Bu Suzan teyze araştıracağı konuyu gogula doğru seslenip, derhal cevabını alıyor. (Suzan teyze Manisalı. Tam bir Anadolu kadınıdır.Bütün gün başında tülbenti ile kuran okur) Geçen akşam gözümle gördüm: Önce kuranını okudu, arkasından benimle bir kahve içti. Sonra da tabletini çıkartıp goguluna doğru şöyle seslendi: Kalbura Bastııııı, Kalbura bastııııı. Kalbura Bastı sayfası açılınca da videodan tarifini dikkatle izledi. Hatta videoda Kalbura Bastı tatlısını tatbikatlı öğreten aşçıya da” sana da iyi günler evladım” diye cevap verdi. Ah be annemin de ölmeden önce bir tableti olsa iyi olurdu dedim. 
Yukarıdaki dosyada yıllar önce çoraplar hakkında yazdığım yazı var. Diyeceğim o ki, havada bulut, sen o çamaşır makinesinde kaybolan çorapları unut.
 
Betülcüğüm ve Değerli Yaran
 
 
 
 
        Yazıp çizmeye yazıp çizeceğim de, iş pırasayı ateşe furmakla kalmıyor ki. Bahsekonu pırasanın önüne çorba, arkasına pilav koymanın lüzumsuz mesuliyetini de taşımak lazım. Benim başka meselelerim de var. Hangi birini söyleyeyim. Mesela hayatımın ortalık yerinde kendiminkilerin dışında 6 tane ayak (3×2=6), haliyle ayak başına 15 adet üzerinden hesaplasak, hepsi aynı renkte olmak suretiyle 15×6=90 çorap var. Soralım bakalım yaranımıza,hiç hayatlarında 90:2=45 çift çorabı eşleştirme durumuna gelmişler mi? Eşleştirmişlerse ne kadar sürede becermişler? Her nedense bu çorap düzenleme işi sonucunda, mutlaka elimde beş-altı adet tek çorap kalmaktadır. Bu tek çoraplara,  hesabı tutturamayıp kasayı kapatamayan banka memuru misali, elim böğrümde bakar da kalırım. Bilimsel araştırmalarım neticesinde bu çoraplarının tekinin ne cehenneme gittiğini henüz bulamadım.
         Bunun dışında ayrıca bir türlü çözüme kavuşamayan DON meselem var. Yine hayatımın ortalık yerinde small-midium-large ebatlarında 30 adet civarında donlar bulunmaktadır. Bunların hepsi ekoseli olup, her biri ayrı renktedir. Hangi don kime zimmetli belirsizliği içinde kıvranıp dururken, haliyle pırasa ocakta çatır çatır yanmaktadır. Elbette bu durumda, erken seçime giden parlamento misali, perşembe günü pişecek karnabaharı, çarşambadan devreye sokup pişiririm. Pişirilmese de olur “başlarım pırasanıza” desem, bu defa ev halkının üçte ikisi aşağıdaki markete cips almaya koşarlar ki, bu durum da uzun vadede sıkıntı yaratır. Makine yağı ile yapılan bu cipslerin sağlık alanında bana geri dönüşü, verdiğim vergilerin yol, su, elektrik olarak dönüşüne benzemez. Ahalinin üçte ikisi(mahdum beyler) markete cips almaya koşarken, geri kalan üçte biri(mahdum beylerin pederi) ise markete koşamayıp, bu durumlar için önceden zulaya atıp stokladığı gofretleri devreye sokar. Bu nevaleyi tıkınırlarken, bir yandan da gözümün içine “bunları keyfimizden yemiyoruz, yemeği yaktın da bu hallere düştük” konulu bakışlarını fırlatırlar ki, vicdanımın azabı gazaba gelir, karnabaharın yanına bir de kabak musakka oturturum. 
            Vicdanımın azabının sesini dinlemeyip seni dinlesem ve “başlarım pırasanıza” desem, artık benim “o eski ben” olmayacağımı garantiliyorsun ama sırf “başlarım pırasanıza” ile iş bitmiyor ki hemşire. “Başlarım İngilizce hocanıza”, “başlarım veli toplantınıza”,  “başlarım Adıyaman sürgününe”, “baslarım gençlik kampınıza”, “başlarım saçınızın jölesine”, “başlarım matematiğinizin zayıfına, gitarınızın elektrosuna”, “üniversitenizin sınavına” da demeliyim ki, bir “yeni ben” tesis edip, yazım-çizim işine “başlayabileyim”.  Aksi halde “bi boka başlayamayacağım” gün gibi aşikardır. Önümde dağ gibi bir OSS daha beni bekler iken, başlasam başlasam Acemaşiran makamından “görmedim ömrümün asude geçen bir demini” şarkısına başlarım Betülüm.
                                                                                             
                                                                  Yazı yazmak isteyip de vakit bulamayan
                                                                  Ailenizin yazarı Birnur
                                   

KÜÇÜK İZCİ

IZCI BIRNUR    

                             Değerli Yaran                           

         Bugün benim doğum günüm. Günün mana ve ehemmiyeti çerçevesinde, şöyle geriye doğru bir göz atalım.  Bıldırın Turnaları ile işbirliği yaparaktan kişisel arşivimizi karıştırıp, bir anımızı canlandıralım.

       Kendi halimde, etliye sütlüye karışmadan ilkokul birinci sınıfa devam etmekte idim. Daha yıllarca okula gideceğimi bir takım yetkili ağızlardan duymuş ve beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Demek ki gençliğimin hayrını göremeden, hayatın taşlı ve dikenli yollarına revan olmuştum da farkında değildim.  Vah başıma gelenler vah, üstelik de tuh be yahu idi. Kendime ziyadesi ile acımaktaydım.

       Şunun şurasında yedi yıldır ortalıkta gezinmekte olduğumdan, haliyle kayda değer bir icraatta bulunmamıştım. Artık paçaları sıvamanın vakti gelmişti ve kendimi önemli hissetmemin tam zamanıydı. Vakit geçirmeden mühim bir şahsiyet olmaya karar verdim. Yıllar çarçabuk geçmiş, koskoca yedi seneyi boş işlerle uğraşarak geçirmiştim. Artık harekete geçmeli, şöyle dört başı mamur bir meşguliyet bularak adam yerine konulmalıydım.

       Bir sabah, İzci olmaya karar vermiş olarak uyandım. Kararım kesindi. Tez vakitte İzci olmalıydım. Okulun bahçesinde fiyaka satan Yavru Kurt İzciler asabımı bozuyorlardı ve benim onlardan neyim eksikti? Evet, artık benim de geri dönüşü olmayan bir hedefim, neticesi yükselmek ve ileri gitmek olan bir ülküm vardı. Varlığım, Türk varlığına armağan olsundu. İzci olmamak için hiçbir nedenim yoktu. Olmalıydım ve olacaktım. İzci olmadan geçirdiğim yıllara yazıklar olsundu. 23 Nisan törenlerinde onca senedir kelebek kılığı ile ortalıkta dolaşmaktan hicap duymakta idim. Kelebek imajı, üzerime amele sümüğü gibi yapışıp kalmıştı.  Halbuki şu İzci üniforması fevkalade fiyakalı idi ve mutlaka giymeliydim. O kahverengi keçe bereyi kafama geçirerek düdüğümü boynuma asmalı, sucuk kangalı misali kıvrılmış halatı kemerime takmalı, beyaz eldivenleri giymeli ve trampet çalarak törenlerde boy göstermeliydim. Göstermeliydim ki, tören locasında oturan Tarsus Kaymakamı,  Milli Eğitim Müdürü ve dahi Belediye Başkanı, fötr şapkalarını sallayarak bana selam versinlerdi. 

      Tasarımı biran önce hayata geçirmek üzere, konuyu ebeveynime açtım. Makul ve mantıklı taleplere itiraz etmek, o devrin ana babalarının en belli başlı vasıfları arasında yer almakta idi. Evlat ister, ebeveyn kayıtsız şartsız itiraz ederdi. Vaziyet bundan ibaretti. İzci olma talebimi bu yüksek makama saygılarım ile arz etmiştim ancak, ebeveynliğin baş vecibesini yerine getirip muhalefet ederek asabımı yerinden oynatmışlardı. Asabımın ayarının bozulması ve yerinden zıplatılması, ev ahalisi için fevkalade tehlike arz ederdi. Böyle durumlarda önce tepine tepine ağlar, faydasını görmez isem kendimi yerlere atıp  tepinerek zırlama eylemime orada devam ederdim. Sistemim bu idi.

     İzci olma talebim hususundaki toplantının son dakikaları hayli gergin geçmişti. Gelenekler doğrultusunda kendimi kaldırıp yerlere atarak gerektiği kadar tepinmiştim. Üstelik, ağzımı gök kubbeye doğru açıp orta dalgadan yayına geçerek “mutlaka izci olmalıyım” konulu bir bozlak ve uzun hava okuyup, kararımın kesinliğini belli etmiştim. Ancak çabalarım nafile, vaziyet heyhat  idi. İzci olamayacaktım. Böyle korkunç bir kararın İnsan Hakları Mahkemesinde görüşülmesi kanaatindeydim.

      İzci olamayışım, önümüzdeki 23 Nisan Bayramında Tarsus Kaymakamı, Milli Eğitim Müdürü ve Belediye Başkanının şapkalarını bana sallamayacak olmaları manasına geliyordu ve bünyemin bu felaketi nasıl kaldıracağını bilmiyordum. Derin bir teessüre kapılarak, hayatımın en muhteşem idealini gerçekleştirememek yüzünden  bunalımın dibine vurmuştum. Aslında  dağda bayırda kamp kurmak heveslisi değildim. Bütün maksadım, törenlerde boynuma astığım küçük bir davulu tımbırdatarak yürüyüp, tribünlerde oturan büyük insanlara beyaz eldivenli elim ile izci selamı vermekti. Onlar da bana şapkalarını sallasınlardı. Hevesim bundan ibaretti. Başka da bir niyetim var ise gözüm çıksındı.

     Günlerdir kafayı izcilikle bozmuştum. İzci olamazsam bu dünyanın bana zindan olacağı ve dahi dar geleceği belli olmuştu. Bunalımdan bunalıma atlarken, İzci olmak fikrini kafamdan çıkartamıyordum.  Sabahları erkenden kalkıp, belime bir ip bağlıyor, ipin ucuna bir kangal sucuk takıp dolaşarak yürekleri dağlıyordum. Evdeki malzemelerden kendime İzci kıyafeti tasarımları yaparak hayattaki en büyük hevesimi kursağıma yerleştirmeye çabalamakta idim.

     Yine sabahlardan bir sabah, elime geçirdiğim hamam tasını kafama yanlamasına takıp, boynuma o çok heves edip de bir türlü öttüremediğim İzci düdüğünü çağrıştıran herhangi bir düdük asmıştım. Mutfaktan kapıp getirdiğim Apikoğlu sucuğunu, kemere takılan yuvarlak halat niyetine belime tutturup sallandırmıştım. Annemin bulaşık eldivenlerini ellerime geçirip izci selamı vererek aynanın karşısında  hülyalara dalmıştım ki,  aklıma şahane bir fikir geldi.

     Saat sabahın beşi idi ve bütün ev ahalisi derinlemesine uykulardaydı. Bu durumun benim için bir mahsuru yoktu. Uyansınlardı. Şu iki abla bir abiden müteşekkil Mahşerin Üç Atlısı’ndan yardım talep edecektim.  Üçü de boş gezenin boş kalfaları idi. Bir işe yarasınlar, kedi olup bir av tutsunlardı. Anamın ve babamın gözlerinde nedense itibar sahibiydiler. Buna hiç layık değillerdi ama evde az çok söz sahibi idiler. Belki bunların tavassutları sayesinde İzci olmam konusu yeniden gözden geçirilebilirdi. Üçünün de göz kapaklarını teker teker yukarıya doğru kaldırarak, uykularının derinlik katsayısını kontrol ettim. Evet derin uyuyorlardı ama tavassutlarına ihtiyacım vardı.

      Büyük ablam Oya’dan ziyadesi ile korkardım. Buna rağmen, “sabahları erken kalkar Yavru Kurt, bozkırlarda ateş yakar Yavru Kurt” türküsünü söyleyerek yanına gittim. Gözünün kapağını parmaklarımla aralayıp, İzci olmam konusunda himmet gösterip göstermeyeceğini sual ettim. Uykusuna ara vermeden, kalkarsa kafamdaki hamam tasını yine kafamda parçalayacağını ifade etti. Sabahın seher vaktinde bile sinirimi bozma yeteneğine sahipti. Belimdeki sucuk kangalını burnuna bastırıp, çarpım tablosunun altılardan sonraki bölümünü ezberleyemediği gerçeğini suratına haykırarak öfke ile yanından ayrıldım. İnşallah ömrünün sonuna kadar çarpım tablosunu ezberleyemezdi.

      Küçük ablam Şule, evdeki hiyerarşik sıralamada bir üstümde yer almakta idi ve dolayısıyla kendisini katiyen iplemezdim. Ağaç tepesinden kafa üstü düşerek sürdürdüğü yaşam biçimine hiç saygım yoktu. Yine de, kutsal İzcilik idealimin hatırına bununla bir süre iyi geçinmeliydim. İpten kazıktan kurtulmuş mizacı nedeniyle bütün gün sokaklarda koşturur dururdu. Ağaçlardan düşmekten her tarafı yara bere içindeydi.  Benden değil İzci, anlı şanlı bir Bok Böceği bile olmayacağını söyleyerek, izciliğim konusunda ne düşündüğünü açık etti. Bir yandan da hararetle uyuyordu. Anladım ki uykusunda bile benden nefret etmekte idi. Nefretine nefretle karşılık verip, dizinde kabuk tutmuş yaralarından birini koparttım. Hırsımı alabilmek adına, baş ucunda hazine gibi sakladığı Belgin Doruk-Göksel Arsoy resimlerinden birkaç tanesini yırtıp rahatladım.

      Şafak sökmeden, abimin İzci olmam konusunda tavassut edip etmeyeceğini  öğrenmeliydim.  Bakalım kızların Allahın belamı vermesi konusundaki görüşlerine katılıyor muydu. Mahşerin Üç Atlısından biri olduğuna göre, besbelli o da Allahın belamı vermesinde bir sakınca görmemekteydi. Kendilerine hiçbir zararım olmadığı halde, nedense benden fena halde müşteki idiler. Ne diyeyim, allahlarından bulsunlardı.

     Abim onyedi yaşında koskoca bir adamdı ve yaşına başına hürmette kusur etmezdim. Şu benim izcilik işine bir el atsa fena olmazdı. Hoşaf kasesi ağzı büyüklüğündeki gözlerinin kapaklarını, maki bitki örtüsüne benzeyen kaşlarına kadar itina ile kaldırıp,  izciliğim hususunda himmet göstermesini  kendisine saygılarım ile arz ettim. Annemin beni başlarına bela olayım diye mi doğurduğunu sual etmesinden, izcilik meseleme ehemmiyet vermediğini  anladım. Benim gibi akıldan gayrı müsellah bir çocuk sayesinde dünyadaki bütün çocuklardan nefret edeceğini ve benim yüzümden çocuk doktoru olmaktan vaz geçeceğini belirtti. Sabahın seher vaktinde gücenip kırılacağımı düşünmeden ettiği lakırdılara fevkalade öfkelenmiştim. Ağabeydir demeyip intikamımı almalıydım. Okuma yazmam yoktu ama,  iki yıldır  baş ucunda duran siyah beyaz Romy Schneider fotoğrafının üzerinde, “Timur’cuğuma sevgilerle, senin Romy’in” yazmakta olduğunu biliyordum. Güya ünlü aktrist Romy Schneider, onyedi yaşındaki abimize abayı yakmıştı ve fotoğrafını imzalayıp yollamıştı. Vay be, sanki biz de yutmuştuk. Bunu benim külahıma anlatsındı. O yazıyı kendisinin yazdığını bilip de bilmemezlikten gelmeyeceğimi ve bütün Tarsus’a yayacağımı ifade ederek, göz kapaklarını yerlerine bıraktım.

      Mahşerin Üç Atlısından bana hayır gelmeyeceğini  sabah ezanını müteakiben anlamıştım.  Madem ki yoluma taş koymuşlardı, ömrümün sonuna kadar bunların ipliklerini pazara çıkartmak boynumun borcu olsun idi.

      İzcilik hevesimi, ömrümün geri kalan kısmında gerçekleştiremeyeceğim diğer heveslere yer bırakacak şekilde kursağımın ücra bir köşesine yerleştirdim. Kafamda izcilik takıntım, kursağımda izcilik hevesim ile günlük hayatım devam etmekte idi.

     Bir akşamüstü annem tarafından,  mahallenin bakkalından ekmek almaya vazifelendirilmiştim. Dalgın ve düşünceli bir vaziyette Toros Bakkal’a giderek parayı uzatıp, iki ekmek istedim. Bakkal bey amca suratıma derin bir merhamet ile baktı ve  bizde İzci yok diye cevap verdi. Zira iki ekmek diyeceğime, yanlışlıkla “İki İzci” deyip  adamcağızın vicdanını sızım sızım sızlatmıştım. Pedagog Bakkal Toros,  büyüklerimi ikna edip hayatımı değiştirerek İzci olmama vesile oldu. Tavassutu sayesinde muradıma ermiş ve İzci olmuştum. Allah ondan bin kere razı olsundu.

      Kendi kendimin doğum günümü kutlar, küçüklüğümün gözlerinden, büyüklüğümün ellerinden öperim.

                                                                                         Birnur

     

İLACIMIN YAN ETKİLERİ

BIRNUR NURAL

Birnur ve arkadaşı Nural

(Kardeşim Birnur,  bu yazısıni ailemizin bireylerine göndermişti. Birnur’un Adıyaman’a tayininin çıktığı zamana ve sigara bırakmak için CHANTİX adlı ilacı almaya başladığı sıralarda yazılmış bu yazıyı bohçadan çıkardım. TS)

Sevgili, abimin deyişiyle, yaran:

Hepinize ayrı ayrı laf yetiştirmekten oldum bittim.Ben de artık abimin Fikir Uçuşmaları gibi bir yönteme baş vurup,
aklımın ortasını ortaya karışık şekilde sunacağım.Abim bu işe Fikir Uçuşmaları demiş,pek iyi etmiş.Oraya buraya uçuşan fikirlerini derleyip toparlayıp feyz alın diye hizmetinize sunmuş.
Bende fikir feraset olmadığı için,”Akıl Kaçışmaları” adı altında toplar,hepinize yollarım. Bu tehdidim karşısında dudağınız uçuklamıştır Allah bilir. Yazdıklarımdan yeğenler, kuzenler, kardeşler, zınarlar istifade etsinler, benden haber almak isteyenler okusunlar; sevaptır.

Mesela;
Ağabeyciğim, gönderdiğin ilaçlardan şifa buldum.Sigarayı ha bıraktım ha bırakacağım eli kulağında.
İlacın bütün yan etkilerini beğendim. Bilmeyenlere,ilacımın resmi olarak açıklanmış yan etkilerini sıralayayım: mide bulantısı, kabus görme,sakız çiğneyip Genel Müdürün suratına karşı patlatma falan filan. İlaçların yan etkilerini oldum olası severim.Ama rüya görme işinden ziyadesiyle memnunum. Niye?
Yıllar varki rüya görmem.Bu bende bayağı eziklik ve kompleks yarattı.Gündüz yaşadığım hayat genellikle kabus şeklinde olduğundan mıdır nedir, yüce rabbim bünyeyi sarsmamak için uykuma müdahale etmiyor.Zatan sabaha karşı yatıp zıbardığımdan, görsem görsem ne hakkında rüya göreceğim? Ancak kısa metrajlı birtakım zırvalar görür, onu da unutur giderim.Mesala annem gibi,cicim (teyzem) gibi erenlere karışmış bazı tipler vardır.Gerçek hayatlarından çok rüyalarını anlatır,millete hava atarlar. Üstelik rüyalarının arasına reklam alıp para bile kazanırlar.
Şu yaşıma geldim, rüyama bir ak sakallı dedenin girmişliği, akıl fikir vermişliği yoktur. Akıl ve fikir yoksunluğumu da buna bağlıyorum.

Halbuki hep özenmişimdir ; şöyle akşamın başında yatıp zıbarsam, ak sakallı dedem gelse, “lan kızım, üç vakte kadar Adıyaman’a sürüleceksin. Allah müstehakını versin. Başka yer bulamadın mı ? Bari ege sahillerimize sürülseydin de beni meşgul etmeseydin” filan diyerek başıma gelecekleri haber verse fena mı olurdu?
Yıllardır manasız da olsa ağız tadıyla bir rüya görmemenin yarattığı derin kompleksle sabahın köründe kalkar işe giderim. Millet serviste bir başlar rüyasını anlatmaya, “hayırdır inşallaah” diye diye yol boyu anlattıkları yetmez gibi geriye dönük işlem yapıp, iki ay önce gördükleri bir rüyayı arşivden çıkartıp, dün gece gördükleriyle bağdaştırır, yorumu konusunda da eşten dosttan fikir alırlar. İşte bu noktada, hasetimden iyice asabım bozulur, adım “Rüya Görmez”e çıkmasın diye , “hayırdır inşallah ben de dün gece” diye lafa girer, o anda uydurduğum bilimkurgu bir rüyayı ballandıra ballandıra anlatmaya başlarım.
Hatta onlarınkinden farklı olsun endişesi ile uzay mekiğinde cereyan eden rüyalar uydurduğum bile olmuştur. “Ak sakallı robot şeklinde bir dedenin bana verdiği metalik renkte ekmeği başımda dolandırıp, uzayın derinliklerine fırlattığımı” filan anlatıp ilgi çekmeyi başarmışımdır. Dinleyen kitlenin, hep birlikte bilmiş bilmiş başlarını sallayıp, “aa.. valla çok güzel bir rüya hemşire…rüyada kozmonot görmek çok iyidir, hele metalik ekmek bolluğa berekete delalet eder” neviinden tabirlerini dinleyip, kendi uyduruk rüyama inandığım bile olmuştur.
İşte bu ilacı (Chantix) bu kadar sevmemin bir nedeni de, rüya görmeye başlamış olmam.
Mesela dün gece orada burada köpek gibi kıvrılıp uyukladığım sırada gördüğüm rüyayı hayırdır inşallah diyerekten bir anlatmaya başlasam beş sayfa tutar. Bir de işi ciddiye alıp resmi biçimde uyusam neler görürüm kimbilir. Dün gecekini hülasa edeyim isterseniz :
Bir defa figüran çok boldu ; hepiniz iyi kötü rol almıştınız. Bu ,televizyon karşısında oturur vaziyette, koltuğun koluna başımı koyup da görmeyi başardığım ilk gerçek rüyadır.
Hayırdır inşallah, Mareşal Fevzi Çakmak bize gelmiş, adama terlik arıyorum. Her daim olduğu gibi bizim evdeki terliklerin hiçbirinin öbür teki meydanda yok. “Aman boşverin komutanım ev zaten pis, postallarınızla buyurun” diyorum (rüyanın burasını ihtilal olacağına yormayın sakın).

Neyse o sırada bizim Ateş efendi (oğlum) bütün rezilliğiyle okuldan gelmiş. Adama “Fevzi amca sana gitar çalayım mı ?” diyor. Elektro gitar ile “Dağ Başını Duman Almış” marşını “rock” hale getirip çalıyor. Ateş bu Mareşal mi bilir? Ben de bir yandan terlik aramaya devam ediyorum. Sonra Nural çıkıp geliyor. “Kız Birnuuur.. Devrim Tarihin’den çakmışım” diyor. Fevzi Çakmak onu teselli ederken bir tencere nohut ocakta yanıyor. Adam tuvalete girecek, tuvalet kağıdı bitmiş. “Allahım inşallah rüyadır.. rezil olduk” derken bu sırada Fevzi Paşa’nın yaverini Migros’a gönderip tuvalet kağıdı, gitmişken bir de sigara ısmarlıyorum.Sonra sigarayı bıraktığım aklıma gelip sakız siparişi veriyorum.Koskoca yavere iki milyon lira da bahşiş veriyoruz…falan filan.
Şimdilik yoruldum. Bakalım bugün ne göreceğim.
Bana sigarayı unutturduğu ve bu rüyaları görmeme vesile olduğu için abime, “F” klavye ile hızlı yazmamı temin ettiği için canım yeğenim Ayşe’ye teşekkürü bir borç bilirim.
Yarın erken kalkacağım. Miting var. Dua edin de helal süt emmiş bir Cumhurbaşkanımız olsun.

Birnur ve oğlu Ateş

BIRNUR ATES

SÜMER’LERİN HALLERİ

 

Resim3

                                              Annem, ben, abim

BUGÜN ABİMİN DOĞUM GÜNÜ
Değerli Yaran
Her ne kadar “artık yazmayacağım” diyerek kendimize ve sizlere söz vermiş, bu hususta töğbe istiğfar etmiş isek de, yazmadan edemeyeceğimiz konular da oluyor elbette.
Hayatımızın ortalık yerinde bir abi gerçeğimiz vardır ki, kendisine olan muhabbetimiz, ister istemez bizde, “gel de yazma” durumu yaratmaktadır. Üşenmeyip bir miktar zorlansak, hakkında değil roman, destan bile yazılabilinir kanaatindeyim.

BABAMIN OĞLU

Muhteşem web sitesinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, kendisi nev-i şahsına münhasır denilecek türden, renk cümbüşü bir adamdır. Sözü sohbeti bal kıvamındadır. Böyle bir abi varlığına sahip olmakla dostlarımızı kendimize gıpta ettirip, düşmanlarımızı hasetlerinden cattadanak çatlatmakta, toplar gibi de patlatmaktayızdır. Bedeni Amerika Birleşik Devletleri’nde muhkimdir lakin, kahve fincanı tabağı ebadındaki gözleri fezanın derinliklerinde, aklı Çulpan’da, fikri hastalarında, gönlü Nilüfer’de, ruhu memleketinde gezinmektedir. Bu karışık durumlar nedeniyle karizması tavana vurmuştur.
Kendisiyle hukukumuz çok eskilere dayanmaktadır. Babamın oğlu olması hasebiyle muhabbetimiz uçsuz bucaksızdır. Onu 1956 tarihinde tanıdığımda, 10 yaşlarındaydı. Galiba 11’inden de gün almıştı. O tarihlerde sakalı yoktu, bu nedenle sözü dinlenmezdi. Bıyığı ise beşe beş tek pota hakemsiz maç yapmakta idi ve kısa pantolon giyerdi. Saçları geceler gibi simsiyahtı. İleriki yıllarda beyaza boyatıp imajını yenileyeceğinden bahsederdi. Dediğini yaptı. O güzelim pırıl pırıl siyah kadife gibi saçlarının rengini, değirmende ağartmayıp, hayatın engebeli dikenli yolları adlı bir berberde açtırdı. Bu da yetmezmiş gibi, yıllar ilerledikçe maki bitki örtüsü kıvamına gelen kaslarını da beyaza boyattı. O devirde, “ok gibi hubların kendisini yaydan yabana atacağı” konusunda bir fikri yoktu. Dikenli yolların dikenleri ve şarkılar onu henüz incitmemekte idi. Tarsus’ta muhkimdi, bütün dünyanın ve kainatın Tarsus olduğunu zannediyordu. Okuldan firar etmeye yeltendiği günlerde (Bakınız okuldan kaçış isimli risalesi) Mersin adlı bir ülkeye kadar gitmek üzere yola koyulur, yarı yolda okul müdürü tarafından enselenerek gerisingeri dönüp gelirdi.

Resim4                                       Annem, abim, babam 

COĞRAFYASI ZAYIFTI

Nasıl bir okula gittiğini merak ederdim ancak, o tarihlerde konuşmayı bilmediğimden sorup öğrenemezdim. Zira okuduğu dersler şüphemi çekiyordu. Akşam olup babam eve gelince üzerinde Tarih, Coğrafya yazan ders kitaplarını çantasından çıkartıp çalışmaya başlardı ama nedense bu kitapların kapakları ile içinin muhteviyatı arasında gözle görülür derecede çelişki vardı.
Mesela Tarih kitabının yazarı Emin Oktay diye bir adamdı fakat Tommiks Teksas diye birilerinden bahsedip, abimin kafasını karıştırıyordu. Çok kızıyordum bu Emin Oktay’a. Sen kalk koskoca orta mektebe kitap yaz, bir tek Tommiks’den bahset. Olacak iş miydi bu. Hani neredeydi Hitit’ler, Asurlu’lar, Endülüs Emeviler’i. Talim Terbiye Kurulu bu ders kitaplarını denetlemiyor muydu? Yuh olsundu be! Ne yapsındı benim abim bu durumda. Koskoca Hun imparatorunun yerine Tom Braks’in resimlerini kitaba basmışlardı. Anlı şanlı Osmanlı padişahlarının at üstünde sefere giden resimlerinin yerine, Red-Kid adlı siska kovboyun beygiri Düldül’ün kişnemesini konu etmişlerdi.
Abim bu adamın atının ve itinin maceralarından ertesi gün yazılı olup, ter dökeceğini sanırdı ancak hocalar çok kalleşti. Yazılı sorularını abimin sular seller gibi çalıştığı konulardan hazırlamıyorlardı. Yazık değil miydi bu çocuğa? Tarihi bilgileri zamanında hıfz edemediğinden olsa gerek, Osmanlı padişahlarının neler yapıp ettiğini merak edip, kırkından sonra kendi imkanlarıyla araştırarak öğrenmek mecburiyetinde kaldı. Ülkemizdeki eğitim öğretim sisteminin çarpıklığı taa o zamanlar başlamıştı. Ders kitaplarında işlenen konular ile müfredat birbirini tutmuyordu. Evet, o tarihlerde okumam yazmam yoktu ama, bu garabet durumu hislerimle anlayabiliyor, doğrusu pek üzülüyordum. Konuşamadığım içinde abimi uyaramıyor, yanlış dersler çalıştığını, bu gidişatın gidişat olmadığını, bu yollarda giderse doktor filan olamayacağını, olsa olsa tarihi coğrafyası zayıf bir çöpçü olacağını ifade edemiyordum. Neyseki babam hislerime tercüman olup, benim bu görüşlerimi kendisine münasip bir dille aktarıyordu.

Ha-keza Coğrafya! O kitabın içinde de meridyenlerden, paralellerden dem vurulmuyor, Endonezya’nın yer altı kaynaklarından, Hindistan’ın ikliminden ve yeryüzü şekillerinden, Uganda’nın bitki örtüsünden haberler verilmiyordu. Varsa yoksa Dalton kardeşler, sümüklü it Rintintin ve Tommiks bahse konuydu. Kit’aların haritaları bile yoktu da, abiciğim büyüyünce bilgi eksikliği yüzünden, yakın bir yer zannedip Amerika’ya doğru yola çıkmak mecburiyetinde kalacaktı. Oranın nasıl bir kit’a olduğunu yerinde görüp öğrenmeye kalkışacaktı. Bu zararlı nesriyatı hıfz edip imtihana girdiği vakit haliyle çuvallıyor, Coğrafyacı Ömer’den direk gibi birleri alıp geliyordu.
Bu Ömer denen adam doğrusu çok insafsızdı. Kırık not verdiği yetmezmiş gibi, çarşıda pazarda babamın yolunu kesip, “Bu senin oğlunun Allah müstehakini versin, coğrafya yazılısına yine çalışmamış zırzop diyerek serzenişlerde bulunurdu.
Kızıyordum ama ne yalan söyleyeyim adamın da işi zordu. Fikrine göre abim aslında bir buçuktan ikilik bir talebeydi ancak kanaati icabı o yarım notu vermekte güçlük çekiyordu haklı olarak. Kanaatine göre de, 47. meridyendeki yeryüzü şekillerinden ve Ağrı ilimizin deniz seviyesinden yüksekliğinden haberi olmayan bir adamın doktor olmasının imkan ve ihtimali yoktu.

CETVELLER PERGELLER VE ABAKÜSLER

Babam bu durumlara haliyle çok öfkeleniyor ve bahtına küsüyordu. Efkarlı bir babaydı. Allah evladın da hayırlısını versindi. Oğlan ne yazık ki bu durumdaydı.
Kızlar da ondan geri kalmazdı. O pek güvenip beğendiği ortanca kızının da (Şule) Pisagor bağıntısından haberi yoktu zaten. Bu eşşek sıpası da, dik acılı üçgenin iki kısa kenarının karelerinin çarpımının uzun kenarın karesine eşit olduğunu öğrenmemekte direniyor, cetvelle ölçüp hesaplamayı tercih ediyordu. Bu inadı yüzünden kaç cetvel kafasında paralanmıştı ama nafileydi. Kafa kafa değil, kabuklu yafaydı. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında, pergelleri sağlarında, iletkileri sollarında, cetvelleri kafalarındaydı ama evin tüm sıpaları büyüdükçe eşşek olmaya azim etmişlerdi işte.
Babam, büyük kıza da (Oya) “kerrat cetvelini” bir türlü ezberletememişti. Altılara kadar ezberleyip, tıkanıp kalıyordu. Zaten hergün tekrar ezberlemek zorundaydı. Zira uyuyup uyanınca hafızasını kaybediyor, bütün bildiklerini unutuyordu. Altılardan sonrasını ömür boyu ezberlemeye de niyeti yoktu.
En küçük çocuk ise (ben Birnur :) , evdeki kırtasiye malzemelerini kurcalarken abaküsün boncuklarını yutmuş, lazımlığında görülen bir avuç boncuk manzarası nedeniyle ebeveynine adam olacağı konusunda hayli ümit vermişti ama ona da hiç kulak asmamak gerekirdi. Heyhattı yani. Boncukların sahte olduğu tez vakitte anlaşılmıştı. Bu tekne kazıntısı son model sıpa da abi ve ablalarından farklı değildi. O zamanlar, ergenlik çağında ya da hiperaktif durumda çocuk modası yoktu. Bu tip çocuklar, halk arasında da, tıp dünyasında da, pedagoji bilim dalında da bir tek isim altında toplanır, kısaca “eşşoğlueşşekler” diye adlandırılırlardı. Bunlar da kendi aralarında ikiye ayrılır, ergenlik yaşındakiler “haylaz”, hiperaktifler ise “arsız” olarak tanımlanırdı.
Babamda, ipten kazıktan kurtulmuş dört evlada sahip olmasihasebiyle bu çeşitlerin hepsinden vardı. Adamcağız daha kırk yaşına bile varmamıştı ama son oniki yıl içinde böyle bir hazineye sahip olmuştu işte. Eşek sipaşı sürüsünün çobanlığı meşakkatli işti. Hele şu oğlanın coğrafya notları, adamı insan içine çıkamaz hale getiriyordu. Coğrafyacı Ömer’in çenesi durmuyordu. Küçük yerde dedikodu ışık hızıyla yayılıyor, esnaf, tüccar,memur ve zanaatkar bütün Tarsus ahalisi “coğrafyası zayıf Timur” un babası geçiyor diye yollara dökülüp, tecessüsle adamcağızı inceliyorlardı.
Sanki o devirde “coğrafyası zayıf çocuk babası” kıtlığı vardı da adamcağız az bulunan Bursa kumaşı gibi ister istemez gündemin tepesine oturmuştu. Zavallı babacığım oğlunun coğrafya özürlü olmasından duyduğu derin kompleksi çeyrek asır üstünden atamamıştı. Abimin Amerika’dan işiyle ilgili hayırlı haberleri geldiğinde bile eşin dostun tebriklerini kabul etmeyip, yok yahu bu oğlan bir baltaya sap olamadı diye esefle basını sallamıştı.

Abimin balta sapı olmak üzere eğitildiği yıllarda, okul haricinde bir çok meşguliyeti vardı. Büyüyünce orta sıklet halter şampiyonu olup, olimpiyatlara katılma muradında idi ve kendi halterini kendin yap ilkesinden hareket ederdi. Bahçede halter imalatı yapmasını dikkatli bir hayranlıkla izlemiştim. Bir takım tenekelerin içini çimento ile doldurur, uzun demir bir çubuk ile birbirine bağlardı. Tenekelerin üzerinde halter yazdığını zannederdim fakat abim “en nefis Ayvalık zeytinyağı” veya “Vita yağı” yazdığını söyleyerek beni aydınlatmıştı. Okuma yazmayı şimdiki çocuklar gibi televizyon reklamlarından değil, yağ tenekelerinden öğrenmiştim fakat ilk hecelemelerimde bayağı bir kavram kargaşası yaşamıştım.
Leblebi tozu ve sakız alışverişlerimi mahallenin mutena marketi Toros Bakkal’dan yapardım. Toros bey amcaya okuma yazma bildiğimi belli etmek istediğim bir gün rafta duran yağ tenekelerini gösterip, şu Halter yağları kaç kuruş diye sorup, hayranlığını kazanmıştım.

Abim uzun çabalar sonucu imal ettiği halteri genellikle kaldıramaz, ne zaman fıtık olacağı hususunda hepimizi merakta bırakırdı. Silkme ve kopartmada hiçde muvaffak olamıyordu. Zira halterleri cüssesinin iki misli ağırdı.
“Kifayetsiz muhteris” sözünün anlamını ve cümlede kullanılışını babamdan bu vesile ile öğrenmiştim. Biraz tevazu sahibi olup, beşer onar kiloluk tenekeler yerine, ülkede yeni çıkan ikiyüz elli gramlık Sana yağı paketlerini kullansa daha iyi olmazmı fikrinde idim. Ortasına da demir boru yerine ince bir tel geçirir, rahat ederdi. Adam yerine konulmadığımdan, bu akıllarıma ve fikirlerime itibar etmezdi. Arı gibi çalışkan bir abiydi.

HİNDİSTAN CEVİZLİ LOKUMBURGER VE ÇAMLICA GAZOZU

Tenekelerin içine basiştırdığı çimentonun kurumasını beklerken boş durmazdı. Dosdoğru Dülger Çarşısının yolunu tutar, istediği kalitede topaç “çektirmeye” giderdi. (bakınız Fikir Uçuşmaları ve Chandler Yalpası isimli risalesi). Büyük bir iştiyakle döndürdüğü topacını iftiharla seyrederken haliyle başı döner, birşeyler atıştırmak üzere mutfağa koşardı.
Yiyeceklerini de kendisi imal etmek taraftarıydı. Ülkemize ilk “burger” anlayışını getiren oydu. Sayesinde hamburgerden önce lokumburgeri görüp öğrenmiştik. İki biskui arasına tıkıştırdığı üç adet lokumu alelacele yedikten sonra, aldığı enerjiyi yakmak üzere futbol maçı yapmaya koştururdu. Maç sonunda, evin yakınında kendi halinde akan boklu deredeki kurbağalarla muhatab olmaya giderdi. Tahminime göre, “vırak vırak sen bu işleri bırak” konulu sohbetler ediyorlardı. Kurbağa dostları ile yaptığı mutad görüşmeden dönerken dere kenarından birkaç kargı toplar getirirdi.
Anlayacağınız işi hiç bitmezdi. Sürekli meşguldü. Günde birkaç uçurtma yapması gerekirdi. Himmet gösterip bir uçurtmada bize yaptığı zamanlar olurdu. Gök kubbede nazlı nazlı uçuşan uçurtması yer yüzüne indiğinde, ona Çulpan ve diğer gezegenlerden haberler getirirdi. Gök kubbe ile ilgili ilk havadisleri bu sayede edinmişti.

Bunca faaliyetten sonra, Tarsus’un kavurucu sıcağı ile başedebilmek için ağaçta yetiştirdiği el emeği göz nuru Çamlıca gazozundan bir tane kopartıp içerdi. Evet gazozu da kendisi yetiştiriyordu. Bu gazoz tarımı işine, beni ve akranım değerli kuzenim Hasan’ı mutlu etmek amacıyla bulaşmıştı. Sabahları uykusundan fedakarlık edip, bir kasa gazozu ağaca bağlamak suretiyle, ziraatçılığını de kanıtlamıştı.
İtimad edilecek bir abiydi, her söylediğine ve yaptığına kayıtsız şartsız iman etmek durumundaydık. Sabahları uyanıp, bahçemizin mümbit topraklarında yetişen bir ağaç dolusu gazozu görünce, “vay be yeni gazozlar açmış” deyip, bize bu abiyi nasib eden rabbimize dualar ederdik. Sayesinde dalından taze koparılmış organik gazozlar ile büyüyorduk.
Hasan, bakkal Toros bey amcaya, sattığı gazozların son kullanma tarihinin geçmiş olabileceğini, bizim bahçede yetiştirdiğimizi ve taze taze içtiğimizi söyleyip hakaret bile etmişti. Abim, gazozlar kurtlanıp çürümesin diye arasıra gazoz ağacını ilaçlardı. Tam da işi ilerletip, portakal ağacına aşılama yaparak portakallı Fanta gazozunu imal edecekti ki, biz aniden büyüdük.
Otuz yaşımıza gelip, hani ne oldu bizim meyveli gazozlar diye soracak olduğumuzda, hiç bozuntuya vermeyip, eşşek kadarsınız çalışıp para kazanıyorsunuz, ahacık marketler şurada iki litre alıp için diyerek azarlayıp terslendiydi. Bizim gül hatırımız için ömür boyu gazoz tarımı ile uğraşacak değildi ya.

SANAYİ, TARIM, TİCARET

Yoğun işlerinden artan zamanlarında ticaretle uğraşmaya karar vermişti. Haşlanmış mısır satacaktı. Bu mısır sektörünün kar getireceğini umuyordu. Annemi kendisine sponsor yapıp, yirmi- otuz koçan mısır haşlattırdı. Annemin abim ile diyaloğu fevkaladenin fevkindeydi ama yinede nedense her görüşmelerinin sonunda, annem cephesinde “lahavle ve la kuvvet” durumu hasıl olurdu. Bahçe verimliydi, gazoz tarımı yapılıyordu ama mısır ekilmemişti. Annem yegane oğlunun ticarete olan istidadını köreltmemek için mısır alışverişine çıktı. Lahavle kimbilir bu çocuk ilerde popcorn kralı filanmı olacaktı neydi? Mani olmamalıydı. Müstakbel mısır kralının valide sultanı olma ihtimalini göz önünde bulundurarak, haşladığı mısırları “helke” tabir edilen galvanız bir kovaya doldurdu ve bir iş adamına sponsor olmanın telaşıyla beklemeye başladı.

Bir-iki saat sonra mısır satışından sermayeyi kediye yüklemiş olarak dönen abim, iflas nedeniyle ticari hayatına ara verdiğini beyan etmek zorunda kalmıştı. Müşteri profili dostlarından oluşuyordu ve onlardan para alması mısırcılık etiğine aykırıydı. Hepsini eşe dosta bedava dağıtmış ve helal etmişti. Kovada kalan son mısırını da anneme hediye edip gönlünü aldı. Anası oğlunun murrüvetini görmekten ve ücretsiz mısır yemekten çok hoşnut kalmıştı doğrusu.
Bu vesile ile de, yine babamdan “sermayeyi kediye yüklemek” deyimini ve cümlede kullanılışını öğrenmiştim. Üzerinde mısır kovası ile dolaşan bir kediyi gözümün önüne getirmeye çalışmıştım ama muhayyilem kifayet etmemişti. Halen ne zaman bir iflas konkordato haberi duysam, gözümün önünde sırtında mısır kocanı ile koşuşturan bir kedi canlanır.

SOFRA MUHABBETİ

Bunca meşakkate rağmen, akşam olup hava kararınca da bitab düşmezdi. Akşam yemeğinden önce, gün boyu ortalıkta görünmeyen ortanca kızkardeşini bulup getirmek zorundaydı. Hiyerarşik duruma göre, herkes bir alt yaştaki kardeşine mukayyet olmakla görevliydi. Bu sebepten akıllara ziyan ortancayı arama işi ona düşüyordu.
Bu kızın (Şule) yeryüzünde bulunması pek nadir bir olaydı. Genellikle ağaçların tepesinde efkar dağıtıyor olurdu. Derdinin dermanı yoktu. Ömrünü, lazimliği boncukla dolu küçük kardeşini kıskanmakla tüketiyordu.
Abisi, birkaç mahalleyi bağırarak dolaştıktan sonra bu tuhaf yaratığı bir ağacın tepesinde bulur ve dere kenarından koparttığı kargı marifetiyle dalları silkeleyerek aşağıya düşürüp eve getirirdi. Toz, toprak, yara ve bereden müteşekkil yarım kahküllü ortanca, eve gelince haşat vaziyette sofraya serilirdi. Yorucu bir günün sonunda yemek yemeye mecali kalmadığından, tabağındaki pilavı yastık niyetine kullanıp uyuklardı.
Abim, görevini layıki vechi ile yerine getirmenin verdiği iç huzuru ile sofraya oturur ve bu defa kendisinden bir yaş büyük ablasını huzursuz etme işine başlardı. Gerek masanın altından ayaklarını kullanarak, gerekse kaş ve göz işaretleriyle zenginleştirilmiş muazzam mimik kapasitesini devreye sokarak, Oya’nın “Oya Oya yağlıboya” olduğunu, burnunun kemer patlıcanına benzediğini ve ona daha neler neler yapacağını hiç konuşmadan ifade etmek zorundaydı.
Zaten gece yatmadan önce de hepimizi yatağımızın altında yaşayan öcüler hususunda mutlaka uyarırdı. Bütün bu işleri gizlice ve sadece ablasının anlayabileceği bir üslup ile yapmaya gayret ederdi. Zira babam her daim, her yerde ve özellikle sofrada Demokles’in kılıcı gibi tepesindeydi. Laubaliliği affetmez, yemekte disiplin ve asayişe önem verirdi.

En büyük kızının ortada hiçbir şey yokken ve de durup dururken ağlamaya başlayıp sızlanmasına hiçbir mana veremeyip asabı bozulan babamız, bu duruma önlem olarak kerrat cetvelinin en zor sorusu olan “yedi kere dokuzu” ve “altı kere sekizi” sorar, tabiî ki cevabını alamazdı.
Bu durum karşında hayretler içerisinde kalırdım. Bir yandan annemin tabağının içine tüküre tüküre üç dört adet dişimi kullanarak yediğim yemeğimi çiğnemeye çalışır, diğer yandan derin düşüncelere dalardım. Koskoca babam, kerrat cetvelini bilmiyor muydu da devamlı bu üç çocuğa sorup öğreniyordu. Daha doğrusu sürekli yanlış cevaplar alıp, öğrenemiyordu. İnsan gizlice parmak hesabı yapar, çoluk çocuğa sormaya tenezzül etmezdi. Büyüyünce çocuklarıma sorup rezil rüsva olmamak için bu “kerrat cetvelini” yeni adıyla “çarpım tablosunu” hemen öğrenmeye karar vermiştim.

Babam, sofrada çocuk eğitimi çalışmalarını azimle sürdürürdü. Pilav üstünde uyuyan ortancaya, burnunun patlıcana benzediğini ima eden kardeşi yüzünden ağlayıp zirlayan büyük çocuğuna, coğrafyasının zayıfını umursamayıp ablasına gizlice sataşan oğluna, annesinin tabağındaki yemeği ortalığa saçmakla meşgul tekne kazıntısına rağmen, meşhur nutuklarından birine başlardı. 

Dinleyici kitlesinin ahval ve şeraiti, gaflet ve dalalet içinde olması bile şevkini kırmazdı. Hepimiz tarafından fevkalade kanıksanmış, kelimesi kelimesine ezberlenmiş altı yedi çeşit nutuğu vardı. Sayesinde, büyüyüp çocuk sahibi olunca yeni nutuklar bestelemek zorunda kalmayacak, mevcut nutukları şablon yapıp, bir miktar güncelleştirerek kullanacaktık.
Nutukları numaralandırmıştık : Mesela dört numaralı nutuğu “okursanız da kendinize, okumazsanız da kendinize” başlıklı bir nutuktu ve domi klasik nitelikte idi. İlerde rahatlıkla kendi evlatlarımıza uygulayabilir, OKS ve ÖSS sınavlarını gözönünde bulundurarak güncelleştirip, rahatlıkla kullanabilirdik.
Beş numaralı nutuk, muhtemel bir baltaya sap olamama durumuna karşı hazırlanmıştı. Bir hayli uzundu. Çorba servisi sırasında başlar, tatlı veya meyve servisinin sonunda nihayet bulurdu.Coğrafya ve cebir ikmal sınavları öncesinde sıkça atılan bu nutuğun son cümlesi daima, “kışın yediğiniz hurmalar, yazın kıçınızı tırmalar” şeklinde biterdi.
Bir kulağından girip öbür kulağından çıkma deyimini de bu vesile ile öğrenmiş, abimin ve ablalarımın kulaklarını izlemeye alarak, bu hayati önem arz eden lafların ne şekilde çıkıp, nereye gittiklerini kontrol etmeye çabalamışımdır.
Babam sofradaki arbede katsayısının en yüksek olduğu anlarda, kartal gibi bakışlarını üzerimizde gezdirerek ve sesinin volümünü “Ey Türk gençliği birinci vazifen” kıvamına getirerek sözlerine başlardı. Gittikçe yükselen sesinin etkileyici tonundan, iki büyüğün didişmesi şiddetini kaybeder, pilavın üzerinde uyuyan bile silkinip uyanırdı.
Elimde tuttuğum kemik ile kafamı kaşıyarak dinlediğim bu nutuklar ile, bende kıssa ve hisse kat sayımı yükseltir, birçok deyim ve terim öğrenirdim. Mesela “ellerin sıpaları”nın en büyük rakiplerimiz olduğuna, bunların meziyetlerine ve ne işe yaradıklarına hep bu aslan ayaklı yemek masasında vakıf olmuşumdur. Hayatım boyunca bahse konu “ellerin sıpaları”ndan tırsmışımdır ve gördüğüm yerde onlara “karga kardeş tüyleriniz ne kadar güzel” diyerek itibar ve iltifat etmişimdir.
Eskiden çok eskiden böyleyken böyle idik. Hayat güzeldi, mazi yoktu, ati vardı. Bildiğimiz tek şarkı, daha dün annemizin kollarında yaşarken idi ve bizi incitmezdi. Çerçeveler henüz boştu. En önemlisi henüz kimse ölmemişti. Bütün bunlar eskidendi çok eskiden.
Bugün abimin doğum günü. Kutlu olsun. Çerçeveler torunlarının resimleri ile dolsun…

BİRNUR

BEN