Değerli Yaran
Bugün benim doğum günüm. Günün mana ve ehemmiyeti çerçevesinde, şöyle geriye doğru bir göz atalım. Bıldırın Turnaları ile işbirliği yaparaktan kişisel arşivimizi karıştırıp, bir anımızı canlandıralım.
Kendi halimde, etliye sütlüye karışmadan ilkokul birinci sınıfa devam etmekte idim. Daha yıllarca okula gideceğimi bir takım yetkili ağızlardan duymuş ve beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Demek ki gençliğimin hayrını göremeden, hayatın taşlı ve dikenli yollarına revan olmuştum da farkında değildim. Vah başıma gelenler vah, üstelik de tuh be yahu idi. Kendime ziyadesi ile acımaktaydım.
Şunun şurasında yedi yıldır ortalıkta gezinmekte olduğumdan, haliyle kayda değer bir icraatta bulunmamıştım. Artık paçaları sıvamanın vakti gelmişti ve kendimi önemli hissetmemin tam zamanıydı. Vakit geçirmeden mühim bir şahsiyet olmaya karar verdim. Yıllar çarçabuk geçmiş, koskoca yedi seneyi boş işlerle uğraşarak geçirmiştim. Artık harekete geçmeli, şöyle dört başı mamur bir meşguliyet bularak adam yerine konulmalıydım.
Bir sabah, İzci olmaya karar vermiş olarak uyandım. Kararım kesindi. Tez vakitte İzci olmalıydım. Okulun bahçesinde fiyaka satan Yavru Kurt İzciler asabımı bozuyorlardı ve benim onlardan neyim eksikti? Evet, artık benim de geri dönüşü olmayan bir hedefim, neticesi yükselmek ve ileri gitmek olan bir ülküm vardı. Varlığım, Türk varlığına armağan olsundu. İzci olmamak için hiçbir nedenim yoktu. Olmalıydım ve olacaktım. İzci olmadan geçirdiğim yıllara yazıklar olsundu. 23 Nisan törenlerinde onca senedir kelebek kılığı ile ortalıkta dolaşmaktan hicap duymakta idim. Kelebek imajı, üzerime amele sümüğü gibi yapışıp kalmıştı. Halbuki şu İzci üniforması fevkalade fiyakalı idi ve mutlaka giymeliydim. O kahverengi keçe bereyi kafama geçirerek düdüğümü boynuma asmalı, sucuk kangalı misali kıvrılmış halatı kemerime takmalı, beyaz eldivenleri giymeli ve trampet çalarak törenlerde boy göstermeliydim. Göstermeliydim ki, tören locasında oturan Tarsus Kaymakamı, Milli Eğitim Müdürü ve dahi Belediye Başkanı, fötr şapkalarını sallayarak bana selam versinlerdi.
Tasarımı biran önce hayata geçirmek üzere, konuyu ebeveynime açtım. Makul ve mantıklı taleplere itiraz etmek, o devrin ana babalarının en belli başlı vasıfları arasında yer almakta idi. Evlat ister, ebeveyn kayıtsız şartsız itiraz ederdi. Vaziyet bundan ibaretti. İzci olma talebimi bu yüksek makama saygılarım ile arz etmiştim ancak, ebeveynliğin baş vecibesini yerine getirip muhalefet ederek asabımı yerinden oynatmışlardı. Asabımın ayarının bozulması ve yerinden zıplatılması, ev ahalisi için fevkalade tehlike arz ederdi. Böyle durumlarda önce tepine tepine ağlar, faydasını görmez isem kendimi yerlere atıp tepinerek zırlama eylemime orada devam ederdim. Sistemim bu idi.
İzci olma talebim hususundaki toplantının son dakikaları hayli gergin geçmişti. Gelenekler doğrultusunda kendimi kaldırıp yerlere atarak gerektiği kadar tepinmiştim. Üstelik, ağzımı gök kubbeye doğru açıp orta dalgadan yayına geçerek “mutlaka izci olmalıyım” konulu bir bozlak ve uzun hava okuyup, kararımın kesinliğini belli etmiştim. Ancak çabalarım nafile, vaziyet heyhat idi. İzci olamayacaktım. Böyle korkunç bir kararın İnsan Hakları Mahkemesinde görüşülmesi kanaatindeydim.
İzci olamayışım, önümüzdeki 23 Nisan Bayramında Tarsus Kaymakamı, Milli Eğitim Müdürü ve Belediye Başkanının şapkalarını bana sallamayacak olmaları manasına geliyordu ve bünyemin bu felaketi nasıl kaldıracağını bilmiyordum. Derin bir teessüre kapılarak, hayatımın en muhteşem idealini gerçekleştirememek yüzünden bunalımın dibine vurmuştum. Aslında dağda bayırda kamp kurmak heveslisi değildim. Bütün maksadım, törenlerde boynuma astığım küçük bir davulu tımbırdatarak yürüyüp, tribünlerde oturan büyük insanlara beyaz eldivenli elim ile izci selamı vermekti. Onlar da bana şapkalarını sallasınlardı. Hevesim bundan ibaretti. Başka da bir niyetim var ise gözüm çıksındı.
Günlerdir kafayı izcilikle bozmuştum. İzci olamazsam bu dünyanın bana zindan olacağı ve dahi dar geleceği belli olmuştu. Bunalımdan bunalıma atlarken, İzci olmak fikrini kafamdan çıkartamıyordum. Sabahları erkenden kalkıp, belime bir ip bağlıyor, ipin ucuna bir kangal sucuk takıp dolaşarak yürekleri dağlıyordum. Evdeki malzemelerden kendime İzci kıyafeti tasarımları yaparak hayattaki en büyük hevesimi kursağıma yerleştirmeye çabalamakta idim.
Yine sabahlardan bir sabah, elime geçirdiğim hamam tasını kafama yanlamasına takıp, boynuma o çok heves edip de bir türlü öttüremediğim İzci düdüğünü çağrıştıran herhangi bir düdük asmıştım. Mutfaktan kapıp getirdiğim Apikoğlu sucuğunu, kemere takılan yuvarlak halat niyetine belime tutturup sallandırmıştım. Annemin bulaşık eldivenlerini ellerime geçirip izci selamı vererek aynanın karşısında hülyalara dalmıştım ki, aklıma şahane bir fikir geldi.
Saat sabahın beşi idi ve bütün ev ahalisi derinlemesine uykulardaydı. Bu durumun benim için bir mahsuru yoktu. Uyansınlardı. Şu iki abla bir abiden müteşekkil Mahşerin Üç Atlısı’ndan yardım talep edecektim. Üçü de boş gezenin boş kalfaları idi. Bir işe yarasınlar, kedi olup bir av tutsunlardı. Anamın ve babamın gözlerinde nedense itibar sahibiydiler. Buna hiç layık değillerdi ama evde az çok söz sahibi idiler. Belki bunların tavassutları sayesinde İzci olmam konusu yeniden gözden geçirilebilirdi. Üçünün de göz kapaklarını teker teker yukarıya doğru kaldırarak, uykularının derinlik katsayısını kontrol ettim. Evet derin uyuyorlardı ama tavassutlarına ihtiyacım vardı.
Büyük ablam Oya’dan ziyadesi ile korkardım. Buna rağmen, “sabahları erken kalkar Yavru Kurt, bozkırlarda ateş yakar Yavru Kurt” türküsünü söyleyerek yanına gittim. Gözünün kapağını parmaklarımla aralayıp, İzci olmam konusunda himmet gösterip göstermeyeceğini sual ettim. Uykusuna ara vermeden, kalkarsa kafamdaki hamam tasını yine kafamda parçalayacağını ifade etti. Sabahın seher vaktinde bile sinirimi bozma yeteneğine sahipti. Belimdeki sucuk kangalını burnuna bastırıp, çarpım tablosunun altılardan sonraki bölümünü ezberleyemediği gerçeğini suratına haykırarak öfke ile yanından ayrıldım. İnşallah ömrünün sonuna kadar çarpım tablosunu ezberleyemezdi.
Küçük ablam Şule, evdeki hiyerarşik sıralamada bir üstümde yer almakta idi ve dolayısıyla kendisini katiyen iplemezdim. Ağaç tepesinden kafa üstü düşerek sürdürdüğü yaşam biçimine hiç saygım yoktu. Yine de, kutsal İzcilik idealimin hatırına bununla bir süre iyi geçinmeliydim. İpten kazıktan kurtulmuş mizacı nedeniyle bütün gün sokaklarda koşturur dururdu. Ağaçlardan düşmekten her tarafı yara bere içindeydi. Benden değil İzci, anlı şanlı bir Bok Böceği bile olmayacağını söyleyerek, izciliğim konusunda ne düşündüğünü açık etti. Bir yandan da hararetle uyuyordu. Anladım ki uykusunda bile benden nefret etmekte idi. Nefretine nefretle karşılık verip, dizinde kabuk tutmuş yaralarından birini koparttım. Hırsımı alabilmek adına, baş ucunda hazine gibi sakladığı Belgin Doruk-Göksel Arsoy resimlerinden birkaç tanesini yırtıp rahatladım.
Şafak sökmeden, abimin İzci olmam konusunda tavassut edip etmeyeceğini öğrenmeliydim. Bakalım kızların Allahın belamı vermesi konusundaki görüşlerine katılıyor muydu. Mahşerin Üç Atlısından biri olduğuna göre, besbelli o da Allahın belamı vermesinde bir sakınca görmemekteydi. Kendilerine hiçbir zararım olmadığı halde, nedense benden fena halde müşteki idiler. Ne diyeyim, allahlarından bulsunlardı.
Abim onyedi yaşında koskoca bir adamdı ve yaşına başına hürmette kusur etmezdim. Şu benim izcilik işine bir el atsa fena olmazdı. Hoşaf kasesi ağzı büyüklüğündeki gözlerinin kapaklarını, maki bitki örtüsüne benzeyen kaşlarına kadar itina ile kaldırıp, izciliğim hususunda himmet göstermesini kendisine saygılarım ile arz ettim. Annemin beni başlarına bela olayım diye mi doğurduğunu sual etmesinden, izcilik meseleme ehemmiyet vermediğini anladım. Benim gibi akıldan gayrı müsellah bir çocuk sayesinde dünyadaki bütün çocuklardan nefret edeceğini ve benim yüzümden çocuk doktoru olmaktan vaz geçeceğini belirtti. Sabahın seher vaktinde gücenip kırılacağımı düşünmeden ettiği lakırdılara fevkalade öfkelenmiştim. Ağabeydir demeyip intikamımı almalıydım. Okuma yazmam yoktu ama, iki yıldır baş ucunda duran siyah beyaz Romy Schneider fotoğrafının üzerinde, “Timur’cuğuma sevgilerle, senin Romy’in” yazmakta olduğunu biliyordum. Güya ünlü aktrist Romy Schneider, onyedi yaşındaki abimize abayı yakmıştı ve fotoğrafını imzalayıp yollamıştı. Vay be, sanki biz de yutmuştuk. Bunu benim külahıma anlatsındı. O yazıyı kendisinin yazdığını bilip de bilmemezlikten gelmeyeceğimi ve bütün Tarsus’a yayacağımı ifade ederek, göz kapaklarını yerlerine bıraktım.
Mahşerin Üç Atlısından bana hayır gelmeyeceğini sabah ezanını müteakiben anlamıştım. Madem ki yoluma taş koymuşlardı, ömrümün sonuna kadar bunların ipliklerini pazara çıkartmak boynumun borcu olsun idi.
İzcilik hevesimi, ömrümün geri kalan kısmında gerçekleştiremeyeceğim diğer heveslere yer bırakacak şekilde kursağımın ücra bir köşesine yerleştirdim. Kafamda izcilik takıntım, kursağımda izcilik hevesim ile günlük hayatım devam etmekte idi.
Bir akşamüstü annem tarafından, mahallenin bakkalından ekmek almaya vazifelendirilmiştim. Dalgın ve düşünceli bir vaziyette Toros Bakkal’a giderek parayı uzatıp, iki ekmek istedim. Bakkal bey amca suratıma derin bir merhamet ile baktı ve bizde İzci yok diye cevap verdi. Zira iki ekmek diyeceğime, yanlışlıkla “İki İzci” deyip adamcağızın vicdanını sızım sızım sızlatmıştım. Pedagog Bakkal Toros, büyüklerimi ikna edip hayatımı değiştirerek İzci olmama vesile oldu. Tavassutu sayesinde muradıma ermiş ve İzci olmuştum. Allah ondan bin kere razı olsundu.
Kendi kendimin doğum günümü kutlar, küçüklüğümün gözlerinden, büyüklüğümün ellerinden öperim.
Birnur