SÜMER’LERİN HALLERİ

 

Resim3

                                              Annem, ben, abim

BUGÜN ABİMİN DOĞUM GÜNÜ
Değerli Yaran
Her ne kadar “artık yazmayacağım” diyerek kendimize ve sizlere söz vermiş, bu hususta töğbe istiğfar etmiş isek de, yazmadan edemeyeceğimiz konular da oluyor elbette.
Hayatımızın ortalık yerinde bir abi gerçeğimiz vardır ki, kendisine olan muhabbetimiz, ister istemez bizde, “gel de yazma” durumu yaratmaktadır. Üşenmeyip bir miktar zorlansak, hakkında değil roman, destan bile yazılabilinir kanaatindeyim.

BABAMIN OĞLU

Muhteşem web sitesinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, kendisi nev-i şahsına münhasır denilecek türden, renk cümbüşü bir adamdır. Sözü sohbeti bal kıvamındadır. Böyle bir abi varlığına sahip olmakla dostlarımızı kendimize gıpta ettirip, düşmanlarımızı hasetlerinden cattadanak çatlatmakta, toplar gibi de patlatmaktayızdır. Bedeni Amerika Birleşik Devletleri’nde muhkimdir lakin, kahve fincanı tabağı ebadındaki gözleri fezanın derinliklerinde, aklı Çulpan’da, fikri hastalarında, gönlü Nilüfer’de, ruhu memleketinde gezinmektedir. Bu karışık durumlar nedeniyle karizması tavana vurmuştur.
Kendisiyle hukukumuz çok eskilere dayanmaktadır. Babamın oğlu olması hasebiyle muhabbetimiz uçsuz bucaksızdır. Onu 1956 tarihinde tanıdığımda, 10 yaşlarındaydı. Galiba 11’inden de gün almıştı. O tarihlerde sakalı yoktu, bu nedenle sözü dinlenmezdi. Bıyığı ise beşe beş tek pota hakemsiz maç yapmakta idi ve kısa pantolon giyerdi. Saçları geceler gibi simsiyahtı. İleriki yıllarda beyaza boyatıp imajını yenileyeceğinden bahsederdi. Dediğini yaptı. O güzelim pırıl pırıl siyah kadife gibi saçlarının rengini, değirmende ağartmayıp, hayatın engebeli dikenli yolları adlı bir berberde açtırdı. Bu da yetmezmiş gibi, yıllar ilerledikçe maki bitki örtüsü kıvamına gelen kaslarını da beyaza boyattı. O devirde, “ok gibi hubların kendisini yaydan yabana atacağı” konusunda bir fikri yoktu. Dikenli yolların dikenleri ve şarkılar onu henüz incitmemekte idi. Tarsus’ta muhkimdi, bütün dünyanın ve kainatın Tarsus olduğunu zannediyordu. Okuldan firar etmeye yeltendiği günlerde (Bakınız okuldan kaçış isimli risalesi) Mersin adlı bir ülkeye kadar gitmek üzere yola koyulur, yarı yolda okul müdürü tarafından enselenerek gerisingeri dönüp gelirdi.

Resim4                                       Annem, abim, babam 

COĞRAFYASI ZAYIFTI

Nasıl bir okula gittiğini merak ederdim ancak, o tarihlerde konuşmayı bilmediğimden sorup öğrenemezdim. Zira okuduğu dersler şüphemi çekiyordu. Akşam olup babam eve gelince üzerinde Tarih, Coğrafya yazan ders kitaplarını çantasından çıkartıp çalışmaya başlardı ama nedense bu kitapların kapakları ile içinin muhteviyatı arasında gözle görülür derecede çelişki vardı.
Mesela Tarih kitabının yazarı Emin Oktay diye bir adamdı fakat Tommiks Teksas diye birilerinden bahsedip, abimin kafasını karıştırıyordu. Çok kızıyordum bu Emin Oktay’a. Sen kalk koskoca orta mektebe kitap yaz, bir tek Tommiks’den bahset. Olacak iş miydi bu. Hani neredeydi Hitit’ler, Asurlu’lar, Endülüs Emeviler’i. Talim Terbiye Kurulu bu ders kitaplarını denetlemiyor muydu? Yuh olsundu be! Ne yapsındı benim abim bu durumda. Koskoca Hun imparatorunun yerine Tom Braks’in resimlerini kitaba basmışlardı. Anlı şanlı Osmanlı padişahlarının at üstünde sefere giden resimlerinin yerine, Red-Kid adlı siska kovboyun beygiri Düldül’ün kişnemesini konu etmişlerdi.
Abim bu adamın atının ve itinin maceralarından ertesi gün yazılı olup, ter dökeceğini sanırdı ancak hocalar çok kalleşti. Yazılı sorularını abimin sular seller gibi çalıştığı konulardan hazırlamıyorlardı. Yazık değil miydi bu çocuğa? Tarihi bilgileri zamanında hıfz edemediğinden olsa gerek, Osmanlı padişahlarının neler yapıp ettiğini merak edip, kırkından sonra kendi imkanlarıyla araştırarak öğrenmek mecburiyetinde kaldı. Ülkemizdeki eğitim öğretim sisteminin çarpıklığı taa o zamanlar başlamıştı. Ders kitaplarında işlenen konular ile müfredat birbirini tutmuyordu. Evet, o tarihlerde okumam yazmam yoktu ama, bu garabet durumu hislerimle anlayabiliyor, doğrusu pek üzülüyordum. Konuşamadığım içinde abimi uyaramıyor, yanlış dersler çalıştığını, bu gidişatın gidişat olmadığını, bu yollarda giderse doktor filan olamayacağını, olsa olsa tarihi coğrafyası zayıf bir çöpçü olacağını ifade edemiyordum. Neyseki babam hislerime tercüman olup, benim bu görüşlerimi kendisine münasip bir dille aktarıyordu.

Ha-keza Coğrafya! O kitabın içinde de meridyenlerden, paralellerden dem vurulmuyor, Endonezya’nın yer altı kaynaklarından, Hindistan’ın ikliminden ve yeryüzü şekillerinden, Uganda’nın bitki örtüsünden haberler verilmiyordu. Varsa yoksa Dalton kardeşler, sümüklü it Rintintin ve Tommiks bahse konuydu. Kit’aların haritaları bile yoktu da, abiciğim büyüyünce bilgi eksikliği yüzünden, yakın bir yer zannedip Amerika’ya doğru yola çıkmak mecburiyetinde kalacaktı. Oranın nasıl bir kit’a olduğunu yerinde görüp öğrenmeye kalkışacaktı. Bu zararlı nesriyatı hıfz edip imtihana girdiği vakit haliyle çuvallıyor, Coğrafyacı Ömer’den direk gibi birleri alıp geliyordu.
Bu Ömer denen adam doğrusu çok insafsızdı. Kırık not verdiği yetmezmiş gibi, çarşıda pazarda babamın yolunu kesip, “Bu senin oğlunun Allah müstehakini versin, coğrafya yazılısına yine çalışmamış zırzop diyerek serzenişlerde bulunurdu.
Kızıyordum ama ne yalan söyleyeyim adamın da işi zordu. Fikrine göre abim aslında bir buçuktan ikilik bir talebeydi ancak kanaati icabı o yarım notu vermekte güçlük çekiyordu haklı olarak. Kanaatine göre de, 47. meridyendeki yeryüzü şekillerinden ve Ağrı ilimizin deniz seviyesinden yüksekliğinden haberi olmayan bir adamın doktor olmasının imkan ve ihtimali yoktu.

CETVELLER PERGELLER VE ABAKÜSLER

Babam bu durumlara haliyle çok öfkeleniyor ve bahtına küsüyordu. Efkarlı bir babaydı. Allah evladın da hayırlısını versindi. Oğlan ne yazık ki bu durumdaydı.
Kızlar da ondan geri kalmazdı. O pek güvenip beğendiği ortanca kızının da (Şule) Pisagor bağıntısından haberi yoktu zaten. Bu eşşek sıpası da, dik acılı üçgenin iki kısa kenarının karelerinin çarpımının uzun kenarın karesine eşit olduğunu öğrenmemekte direniyor, cetvelle ölçüp hesaplamayı tercih ediyordu. Bu inadı yüzünden kaç cetvel kafasında paralanmıştı ama nafileydi. Kafa kafa değil, kabuklu yafaydı. Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında, pergelleri sağlarında, iletkileri sollarında, cetvelleri kafalarındaydı ama evin tüm sıpaları büyüdükçe eşşek olmaya azim etmişlerdi işte.
Babam, büyük kıza da (Oya) “kerrat cetvelini” bir türlü ezberletememişti. Altılara kadar ezberleyip, tıkanıp kalıyordu. Zaten hergün tekrar ezberlemek zorundaydı. Zira uyuyup uyanınca hafızasını kaybediyor, bütün bildiklerini unutuyordu. Altılardan sonrasını ömür boyu ezberlemeye de niyeti yoktu.
En küçük çocuk ise (ben Birnur :) , evdeki kırtasiye malzemelerini kurcalarken abaküsün boncuklarını yutmuş, lazımlığında görülen bir avuç boncuk manzarası nedeniyle ebeveynine adam olacağı konusunda hayli ümit vermişti ama ona da hiç kulak asmamak gerekirdi. Heyhattı yani. Boncukların sahte olduğu tez vakitte anlaşılmıştı. Bu tekne kazıntısı son model sıpa da abi ve ablalarından farklı değildi. O zamanlar, ergenlik çağında ya da hiperaktif durumda çocuk modası yoktu. Bu tip çocuklar, halk arasında da, tıp dünyasında da, pedagoji bilim dalında da bir tek isim altında toplanır, kısaca “eşşoğlueşşekler” diye adlandırılırlardı. Bunlar da kendi aralarında ikiye ayrılır, ergenlik yaşındakiler “haylaz”, hiperaktifler ise “arsız” olarak tanımlanırdı.
Babamda, ipten kazıktan kurtulmuş dört evlada sahip olmasihasebiyle bu çeşitlerin hepsinden vardı. Adamcağız daha kırk yaşına bile varmamıştı ama son oniki yıl içinde böyle bir hazineye sahip olmuştu işte. Eşek sipaşı sürüsünün çobanlığı meşakkatli işti. Hele şu oğlanın coğrafya notları, adamı insan içine çıkamaz hale getiriyordu. Coğrafyacı Ömer’in çenesi durmuyordu. Küçük yerde dedikodu ışık hızıyla yayılıyor, esnaf, tüccar,memur ve zanaatkar bütün Tarsus ahalisi “coğrafyası zayıf Timur” un babası geçiyor diye yollara dökülüp, tecessüsle adamcağızı inceliyorlardı.
Sanki o devirde “coğrafyası zayıf çocuk babası” kıtlığı vardı da adamcağız az bulunan Bursa kumaşı gibi ister istemez gündemin tepesine oturmuştu. Zavallı babacığım oğlunun coğrafya özürlü olmasından duyduğu derin kompleksi çeyrek asır üstünden atamamıştı. Abimin Amerika’dan işiyle ilgili hayırlı haberleri geldiğinde bile eşin dostun tebriklerini kabul etmeyip, yok yahu bu oğlan bir baltaya sap olamadı diye esefle basını sallamıştı.

Abimin balta sapı olmak üzere eğitildiği yıllarda, okul haricinde bir çok meşguliyeti vardı. Büyüyünce orta sıklet halter şampiyonu olup, olimpiyatlara katılma muradında idi ve kendi halterini kendin yap ilkesinden hareket ederdi. Bahçede halter imalatı yapmasını dikkatli bir hayranlıkla izlemiştim. Bir takım tenekelerin içini çimento ile doldurur, uzun demir bir çubuk ile birbirine bağlardı. Tenekelerin üzerinde halter yazdığını zannederdim fakat abim “en nefis Ayvalık zeytinyağı” veya “Vita yağı” yazdığını söyleyerek beni aydınlatmıştı. Okuma yazmayı şimdiki çocuklar gibi televizyon reklamlarından değil, yağ tenekelerinden öğrenmiştim fakat ilk hecelemelerimde bayağı bir kavram kargaşası yaşamıştım.
Leblebi tozu ve sakız alışverişlerimi mahallenin mutena marketi Toros Bakkal’dan yapardım. Toros bey amcaya okuma yazma bildiğimi belli etmek istediğim bir gün rafta duran yağ tenekelerini gösterip, şu Halter yağları kaç kuruş diye sorup, hayranlığını kazanmıştım.

Abim uzun çabalar sonucu imal ettiği halteri genellikle kaldıramaz, ne zaman fıtık olacağı hususunda hepimizi merakta bırakırdı. Silkme ve kopartmada hiçde muvaffak olamıyordu. Zira halterleri cüssesinin iki misli ağırdı.
“Kifayetsiz muhteris” sözünün anlamını ve cümlede kullanılışını babamdan bu vesile ile öğrenmiştim. Biraz tevazu sahibi olup, beşer onar kiloluk tenekeler yerine, ülkede yeni çıkan ikiyüz elli gramlık Sana yağı paketlerini kullansa daha iyi olmazmı fikrinde idim. Ortasına da demir boru yerine ince bir tel geçirir, rahat ederdi. Adam yerine konulmadığımdan, bu akıllarıma ve fikirlerime itibar etmezdi. Arı gibi çalışkan bir abiydi.

HİNDİSTAN CEVİZLİ LOKUMBURGER VE ÇAMLICA GAZOZU

Tenekelerin içine basiştırdığı çimentonun kurumasını beklerken boş durmazdı. Dosdoğru Dülger Çarşısının yolunu tutar, istediği kalitede topaç “çektirmeye” giderdi. (bakınız Fikir Uçuşmaları ve Chandler Yalpası isimli risalesi). Büyük bir iştiyakle döndürdüğü topacını iftiharla seyrederken haliyle başı döner, birşeyler atıştırmak üzere mutfağa koşardı.
Yiyeceklerini de kendisi imal etmek taraftarıydı. Ülkemize ilk “burger” anlayışını getiren oydu. Sayesinde hamburgerden önce lokumburgeri görüp öğrenmiştik. İki biskui arasına tıkıştırdığı üç adet lokumu alelacele yedikten sonra, aldığı enerjiyi yakmak üzere futbol maçı yapmaya koştururdu. Maç sonunda, evin yakınında kendi halinde akan boklu deredeki kurbağalarla muhatab olmaya giderdi. Tahminime göre, “vırak vırak sen bu işleri bırak” konulu sohbetler ediyorlardı. Kurbağa dostları ile yaptığı mutad görüşmeden dönerken dere kenarından birkaç kargı toplar getirirdi.
Anlayacağınız işi hiç bitmezdi. Sürekli meşguldü. Günde birkaç uçurtma yapması gerekirdi. Himmet gösterip bir uçurtmada bize yaptığı zamanlar olurdu. Gök kubbede nazlı nazlı uçuşan uçurtması yer yüzüne indiğinde, ona Çulpan ve diğer gezegenlerden haberler getirirdi. Gök kubbe ile ilgili ilk havadisleri bu sayede edinmişti.

Bunca faaliyetten sonra, Tarsus’un kavurucu sıcağı ile başedebilmek için ağaçta yetiştirdiği el emeği göz nuru Çamlıca gazozundan bir tane kopartıp içerdi. Evet gazozu da kendisi yetiştiriyordu. Bu gazoz tarımı işine, beni ve akranım değerli kuzenim Hasan’ı mutlu etmek amacıyla bulaşmıştı. Sabahları uykusundan fedakarlık edip, bir kasa gazozu ağaca bağlamak suretiyle, ziraatçılığını de kanıtlamıştı.
İtimad edilecek bir abiydi, her söylediğine ve yaptığına kayıtsız şartsız iman etmek durumundaydık. Sabahları uyanıp, bahçemizin mümbit topraklarında yetişen bir ağaç dolusu gazozu görünce, “vay be yeni gazozlar açmış” deyip, bize bu abiyi nasib eden rabbimize dualar ederdik. Sayesinde dalından taze koparılmış organik gazozlar ile büyüyorduk.
Hasan, bakkal Toros bey amcaya, sattığı gazozların son kullanma tarihinin geçmiş olabileceğini, bizim bahçede yetiştirdiğimizi ve taze taze içtiğimizi söyleyip hakaret bile etmişti. Abim, gazozlar kurtlanıp çürümesin diye arasıra gazoz ağacını ilaçlardı. Tam da işi ilerletip, portakal ağacına aşılama yaparak portakallı Fanta gazozunu imal edecekti ki, biz aniden büyüdük.
Otuz yaşımıza gelip, hani ne oldu bizim meyveli gazozlar diye soracak olduğumuzda, hiç bozuntuya vermeyip, eşşek kadarsınız çalışıp para kazanıyorsunuz, ahacık marketler şurada iki litre alıp için diyerek azarlayıp terslendiydi. Bizim gül hatırımız için ömür boyu gazoz tarımı ile uğraşacak değildi ya.

SANAYİ, TARIM, TİCARET

Yoğun işlerinden artan zamanlarında ticaretle uğraşmaya karar vermişti. Haşlanmış mısır satacaktı. Bu mısır sektörünün kar getireceğini umuyordu. Annemi kendisine sponsor yapıp, yirmi- otuz koçan mısır haşlattırdı. Annemin abim ile diyaloğu fevkaladenin fevkindeydi ama yinede nedense her görüşmelerinin sonunda, annem cephesinde “lahavle ve la kuvvet” durumu hasıl olurdu. Bahçe verimliydi, gazoz tarımı yapılıyordu ama mısır ekilmemişti. Annem yegane oğlunun ticarete olan istidadını köreltmemek için mısır alışverişine çıktı. Lahavle kimbilir bu çocuk ilerde popcorn kralı filanmı olacaktı neydi? Mani olmamalıydı. Müstakbel mısır kralının valide sultanı olma ihtimalini göz önünde bulundurarak, haşladığı mısırları “helke” tabir edilen galvanız bir kovaya doldurdu ve bir iş adamına sponsor olmanın telaşıyla beklemeye başladı.

Bir-iki saat sonra mısır satışından sermayeyi kediye yüklemiş olarak dönen abim, iflas nedeniyle ticari hayatına ara verdiğini beyan etmek zorunda kalmıştı. Müşteri profili dostlarından oluşuyordu ve onlardan para alması mısırcılık etiğine aykırıydı. Hepsini eşe dosta bedava dağıtmış ve helal etmişti. Kovada kalan son mısırını da anneme hediye edip gönlünü aldı. Anası oğlunun murrüvetini görmekten ve ücretsiz mısır yemekten çok hoşnut kalmıştı doğrusu.
Bu vesile ile de, yine babamdan “sermayeyi kediye yüklemek” deyimini ve cümlede kullanılışını öğrenmiştim. Üzerinde mısır kovası ile dolaşan bir kediyi gözümün önüne getirmeye çalışmıştım ama muhayyilem kifayet etmemişti. Halen ne zaman bir iflas konkordato haberi duysam, gözümün önünde sırtında mısır kocanı ile koşuşturan bir kedi canlanır.

SOFRA MUHABBETİ

Bunca meşakkate rağmen, akşam olup hava kararınca da bitab düşmezdi. Akşam yemeğinden önce, gün boyu ortalıkta görünmeyen ortanca kızkardeşini bulup getirmek zorundaydı. Hiyerarşik duruma göre, herkes bir alt yaştaki kardeşine mukayyet olmakla görevliydi. Bu sebepten akıllara ziyan ortancayı arama işi ona düşüyordu.
Bu kızın (Şule) yeryüzünde bulunması pek nadir bir olaydı. Genellikle ağaçların tepesinde efkar dağıtıyor olurdu. Derdinin dermanı yoktu. Ömrünü, lazimliği boncukla dolu küçük kardeşini kıskanmakla tüketiyordu.
Abisi, birkaç mahalleyi bağırarak dolaştıktan sonra bu tuhaf yaratığı bir ağacın tepesinde bulur ve dere kenarından koparttığı kargı marifetiyle dalları silkeleyerek aşağıya düşürüp eve getirirdi. Toz, toprak, yara ve bereden müteşekkil yarım kahküllü ortanca, eve gelince haşat vaziyette sofraya serilirdi. Yorucu bir günün sonunda yemek yemeye mecali kalmadığından, tabağındaki pilavı yastık niyetine kullanıp uyuklardı.
Abim, görevini layıki vechi ile yerine getirmenin verdiği iç huzuru ile sofraya oturur ve bu defa kendisinden bir yaş büyük ablasını huzursuz etme işine başlardı. Gerek masanın altından ayaklarını kullanarak, gerekse kaş ve göz işaretleriyle zenginleştirilmiş muazzam mimik kapasitesini devreye sokarak, Oya’nın “Oya Oya yağlıboya” olduğunu, burnunun kemer patlıcanına benzediğini ve ona daha neler neler yapacağını hiç konuşmadan ifade etmek zorundaydı.
Zaten gece yatmadan önce de hepimizi yatağımızın altında yaşayan öcüler hususunda mutlaka uyarırdı. Bütün bu işleri gizlice ve sadece ablasının anlayabileceği bir üslup ile yapmaya gayret ederdi. Zira babam her daim, her yerde ve özellikle sofrada Demokles’in kılıcı gibi tepesindeydi. Laubaliliği affetmez, yemekte disiplin ve asayişe önem verirdi.

En büyük kızının ortada hiçbir şey yokken ve de durup dururken ağlamaya başlayıp sızlanmasına hiçbir mana veremeyip asabı bozulan babamız, bu duruma önlem olarak kerrat cetvelinin en zor sorusu olan “yedi kere dokuzu” ve “altı kere sekizi” sorar, tabiî ki cevabını alamazdı.
Bu durum karşında hayretler içerisinde kalırdım. Bir yandan annemin tabağının içine tüküre tüküre üç dört adet dişimi kullanarak yediğim yemeğimi çiğnemeye çalışır, diğer yandan derin düşüncelere dalardım. Koskoca babam, kerrat cetvelini bilmiyor muydu da devamlı bu üç çocuğa sorup öğreniyordu. Daha doğrusu sürekli yanlış cevaplar alıp, öğrenemiyordu. İnsan gizlice parmak hesabı yapar, çoluk çocuğa sormaya tenezzül etmezdi. Büyüyünce çocuklarıma sorup rezil rüsva olmamak için bu “kerrat cetvelini” yeni adıyla “çarpım tablosunu” hemen öğrenmeye karar vermiştim.

Babam, sofrada çocuk eğitimi çalışmalarını azimle sürdürürdü. Pilav üstünde uyuyan ortancaya, burnunun patlıcana benzediğini ima eden kardeşi yüzünden ağlayıp zirlayan büyük çocuğuna, coğrafyasının zayıfını umursamayıp ablasına gizlice sataşan oğluna, annesinin tabağındaki yemeği ortalığa saçmakla meşgul tekne kazıntısına rağmen, meşhur nutuklarından birine başlardı. 

Dinleyici kitlesinin ahval ve şeraiti, gaflet ve dalalet içinde olması bile şevkini kırmazdı. Hepimiz tarafından fevkalade kanıksanmış, kelimesi kelimesine ezberlenmiş altı yedi çeşit nutuğu vardı. Sayesinde, büyüyüp çocuk sahibi olunca yeni nutuklar bestelemek zorunda kalmayacak, mevcut nutukları şablon yapıp, bir miktar güncelleştirerek kullanacaktık.
Nutukları numaralandırmıştık : Mesela dört numaralı nutuğu “okursanız da kendinize, okumazsanız da kendinize” başlıklı bir nutuktu ve domi klasik nitelikte idi. İlerde rahatlıkla kendi evlatlarımıza uygulayabilir, OKS ve ÖSS sınavlarını gözönünde bulundurarak güncelleştirip, rahatlıkla kullanabilirdik.
Beş numaralı nutuk, muhtemel bir baltaya sap olamama durumuna karşı hazırlanmıştı. Bir hayli uzundu. Çorba servisi sırasında başlar, tatlı veya meyve servisinin sonunda nihayet bulurdu.Coğrafya ve cebir ikmal sınavları öncesinde sıkça atılan bu nutuğun son cümlesi daima, “kışın yediğiniz hurmalar, yazın kıçınızı tırmalar” şeklinde biterdi.
Bir kulağından girip öbür kulağından çıkma deyimini de bu vesile ile öğrenmiş, abimin ve ablalarımın kulaklarını izlemeye alarak, bu hayati önem arz eden lafların ne şekilde çıkıp, nereye gittiklerini kontrol etmeye çabalamışımdır.
Babam sofradaki arbede katsayısının en yüksek olduğu anlarda, kartal gibi bakışlarını üzerimizde gezdirerek ve sesinin volümünü “Ey Türk gençliği birinci vazifen” kıvamına getirerek sözlerine başlardı. Gittikçe yükselen sesinin etkileyici tonundan, iki büyüğün didişmesi şiddetini kaybeder, pilavın üzerinde uyuyan bile silkinip uyanırdı.
Elimde tuttuğum kemik ile kafamı kaşıyarak dinlediğim bu nutuklar ile, bende kıssa ve hisse kat sayımı yükseltir, birçok deyim ve terim öğrenirdim. Mesela “ellerin sıpaları”nın en büyük rakiplerimiz olduğuna, bunların meziyetlerine ve ne işe yaradıklarına hep bu aslan ayaklı yemek masasında vakıf olmuşumdur. Hayatım boyunca bahse konu “ellerin sıpaları”ndan tırsmışımdır ve gördüğüm yerde onlara “karga kardeş tüyleriniz ne kadar güzel” diyerek itibar ve iltifat etmişimdir.
Eskiden çok eskiden böyleyken böyle idik. Hayat güzeldi, mazi yoktu, ati vardı. Bildiğimiz tek şarkı, daha dün annemizin kollarında yaşarken idi ve bizi incitmezdi. Çerçeveler henüz boştu. En önemlisi henüz kimse ölmemişti. Bütün bunlar eskidendi çok eskiden.
Bugün abimin doğum günü. Kutlu olsun. Çerçeveler torunlarının resimleri ile dolsun…

BİRNUR

BEN

Leave a Reply

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: