BİRNUR’UN RÜYASI

Değerli Yaran

Artık bilgisayar işine bir iyice bulaştım. Program filan yapasım var haberiniz ola..Laptobsuz geçen yıllarıma yazıklar olsun kanaatindeyim.
Bilgisayar dünyasında yerimi alışım şöyle oldu. En son sürüldüğüm masada beş aydan beri arpacı kumrusu misali düşünüp dururken, bir yandan da sigarayı bırakma çabaları içine girmiştim. Izdırabimi hafifletmek için, gün boyu çiğnediğim sakızların haddi hesabı yoktu. Süruldüğüm Adıyaman’dan döneli bir yıl olmuştuysa da, bitkinliğimi üzerimden atamamıştım ve Allah sizi inandırsın hiiiç çalışasım yoktu. Eski alışkanlıkla içimden çalışmak geldiği nadir zamanlarda da hemen bir yanıma kaykılıp, bu kötü hissin geçmesini bekliyor, bu arada uykuya dalıp, Chantix isimli ilacımın yan etkisinin etkisiyle, akıllara ziyan rüyalarımı görmeye devam ediyordum. Sürgünlerim sırasında 100 YTL eksik maaş almam hasebiyle içim gayet müsterihti. Allahın taksiratımı affetmesine hiç gerek yoktu.Mesaimin büyük bir bölümünü uyuyarak geçirmekle, devletin bana borçlu kalmasını da önlemiş oluyordum böylece. İşte sizlere büro tipi bir rüya.

Hayırdır inşallah; fişmekan tarihli makam onayı ile Sakız Adası’na sürülmüşüm. Sayın Bakanımızın tensip ve talimatlarıyla, üzerinize afiyet Sakız Adası İl Kültür ve Turizm Müdürü olmuşum. Bakanlığımızın orada bürosu yok ama olsun. Belki orada enginarlı,kıymalı,semizotlu sakız çeşitleri bulunur umuduyla, yolluk ve harcırahımı alıp, tevekkül içinde yola koyuluyorum. Eh rüya bu ya, bindiğim gemi Ankara’nın Gölbaşı İlçesi kıyılarından demir alıp, bir kaç saat sonra abimlerin Fenton ilçesindeki göle doğru seyrediyor.
Meğerse, Gölbaşı-Sakız Adası hattı arasında Michigan gölünden geçiliyormuş. Dur şurda bir mola verip, yeni görevime başlamadan önce abimin ve Nilüfer ablamın ellerini öpüp hayır dualarını alayım diyorum. Kıyıya doğru yaklaşırken,güverteden bakıyorum ki, abim bir arkadaşıyla evin önünde oturmuş, rakı muhabbeti yapıyor. Arkadaşının kılığı bir garip ama pek umursamıyorum. Şimdilerde herkes herşeyi giyiyor. Adam sırmalı kaftanının eteklerini çimenlerin üstüne yaymış, elindeki rakı bardağını kaldırıp, Nilüfer ablamın barbunya pilakisi niyetine pişirdiği siyah Meksika fasulyesinden bir çatal alıyor.
“Şerefine Timurcuğum” diyor, “valla yengenin pilakisini de bayağı özlemişim.”
Abim, her zamanki konuksever, eski dilde misafirperver haliyle “hoşgelmişsin birader sağlığına içiyorum” deyip, zatı bana tanıştırıyor. “Ortaokuldan arkadaşım Barbaros Hayreddin Paşa” diyor. “Preveze Deniz Seferinden dönerken bizi ezip geçmemiş, sağolsun uğramış” diyerek misafirinin sebep-i ziyaretini anlatıyor. “Kızkardeşim Birnur Ankara’nın en ünlü memurlarındandır. Adıyaman’daki başarılarından dolayı taltif edildi, yine tayini çıktı” diye övünerek, vaziyetimi izah ediyor.
“Müşerref oldum Barbaros Paşa abi, sizinle daha önce hiç karşılaşmamıştık teşerruf bugüne nasipmiş” diyorum. “Yeni vazifen hayırlı olsun” diyerek tebrik ediyor. “Ben de Cezayir Beylerbeyi olarak atandığımda az harcırah almıştım sorun etme” diye beni teselli ediyor.

Bunlar ben gelmeden önce sohbeti koyultmuşlar, kaldıkları yerden devam ediyorlar. Barbaros, kavuğunu düzeltip, tabağındaki köfteyi ağzına atıyor ve sonracığıma “Timurcuğum” diyor; “Mehmet’i bilirsin şu bizim Sokullu Mehmet.Hani yan sınıftaki.O bizden bir sınıf büyüktür. Patavatsızdır, lafını esirgemez. Adama demis ki; ‘siz bizim sakalımızı tıraş ettiniz ama biz sizin kolunuzu kestik.Kesilen kol yerine gelmez.’
Adam bok gibi olmuş cevap verememiş. Bu arada kendi kıpkızıl sakalını kaşıyor bir yandan. Bu lafa bir mana veremiyorum. Abim, tenisçi dirseğini kafasının üzerinden aşırtmış vaziyette bir yandan suratındaki yıllardır uğraşıpta kopartamadığı benini yoluştururken, diğer yandan Türk kahvesi fincanının tabağı ebatlarındaki gözlerini açıp, maki bitki örtüsü kıvamındaki kaslarını beynine kadar kaldıraraktan; “Yapma yahu pek güzel demiş lan Hayro, bu laf tarihe geçmezse ben de Timur değilim diyor.” “Döndü mü Sokullu İnebahtı’dan diye soruyor. “Gelsin de bir araya gelelim inşallah” diyorlar. “Kardeşlerin ne alemde ? Oruç ile İlyas büyüdüler mi, bak benim kardeşime eşşek kadar oldu başarıdan başarıya koşuyor” diyerek yanağımdan bir makas alıyor abim.
Barbaros abi Preveze seferinden dönerken uğradığına göre Adriyatik denizi de abimlerin kapısının önündeki göle açılıyor galiba diye içimden düşünüyorum. Düşünüyorumda cehaletim belli olmasın diye ses etmiyorum. Şu dünya atlasını bir daha incelemeliyim Gölbaşı’nın başka hangi denizlere bağlandığını iyice bir öğreneyim diye içimden geçiriyorum.
Abim “Sokulluyu epeydir arayamadım şunun cep numarasını verde Sudan’ı ve Kıbrıs adasını zaptedişini bir kutlayayım” diyor Babaros’a. O da kaftanının cebinden tavus tüylü bir kalem çıkarıp, telefon numarasını yazıyor.Oradan buradan, 1040 yılındaki Dandanakan savaşından, Selçukluların Horasan’a nasıl yerleştiğinden, ortak arkadaşları İzzeddin Keykavus’un Selçuklu devletini kuruşundan filan geyik muhabbeti yapıyorlar. Abim, “Lan Hayro, Akdeniz’i Osmanlının gölü yaptın ya helal be sana” diye arkadaşını takdir ediyor. “Kalk seni benim motorla bir tenezzühe çıkarayım .Çulpan’ın son halini de bir temasa ederiz diyor.” Barbaros gönülsüzce kaftanının yakasındaki samur kürkü kaldırıp,üşüdüğünü belli ediyor. “Birader aslında beni deniz tutuyor. Bakma ekmek parası işte Kaptan-ı derya olduk bir kere diyor..” Abim, “Zırlanma oğlum esas doktorluk rezillik diyor.Keşke ben de Kaptan-ı derya olaydım.”
O sırada Nilüfer abla içerden hünkar beğendiyi getirip ikram ediyor. Hayreddin Paşa hayretler içinde kalıp , “Kız Nilüfer ne çabuk pişirdin yahu diyor. Bizim hanım bunu üç günde yapıp, derin dondurucuya atıyor.”
“Topkapı’nın mutfağını yirmi kere dolaştım, hiç derin donduruculu Arçelik görmedim” diyecek oluyorum ki, bir el omzuma vuruyor. “Birnur hanım size laptop getirdik iyi günlerde kullanın” diyen iki adam masamın kenarında durmuş, ellerindeki siyah çantayı gösteriyorlar..Ulan uyuyana yılan bile dokunmaz hissiyatıyla sinirleniyorum.(şimdi aniden şu ana kadar kullandığım yor’lu geçmiş zamanı değiştirip, di’li geçmiş zamana geçiş yapmak zorundayım.Kusura kalmayın yaran)
-Ne olacak bu? diye terslenerek sordum.
-Size yaranılmaz zaten, dedi bir tanesi. Laptob işte kullan. Çalışırsın, rüyanı yazarsın, mail gönderirsin.
-Sizin adınız İsmail mi ?dedim.(buraya yeni sürüldüğüm için pek kimseyi
tanımıyordum)
-Hayır ben İdari Mali İşlerin şefi Şerafettin dedi hardal sarısı dişlerini asabiyetle gıcırdataraktan.
-Ne bileyim mail filan dediniz de İsmail sandım uyku sersemi. Bu makine şimdi benim mi oldu ? diye sordum.
-Şimdilik öyle diye çemkirdi. Bir dahaki sürgününüze kadar sizin.Sakin bozup kaybedeyim filan demeyin.Üzerinize zimmetli geri vereceksiniz.Annenizin nikah cüzdanı kadar bir meblağı maaşınızdan keseriz diye de tehdit etti.
-Bunu bana niye veriyorlar, yoksa dağın birinde bir kurt vefat etti de haberimiz mi olmadı. Zavallı kurt hangi dağda öldüyse bilelim şeklinde vıdılandım.
-Yök tamamen hayır yapmak amacıyla veriliyor.Devletin başının gözünün sadakası olarak demek suretiyle kalbimi kırdılar.
-Ne bileyim dedim. Bunun arkasından bir sürgün gelmesinde Allah muhafaza. Tecrübelerimden biliyorum Adıyaman sürgününden bir hafta önce de yıllardır çok isteyip ulaşamadığım tel zımbayı vermişlerdi diye söylendim. Hislerimi, ben yine de temkinli olayım, bu öküzün altında mutlaka bir buzağı vardır şeklinde ifade ettim. Labtobu geri almasınlar kaygısıyla bağrıma basıp,
-Sakız adasına götürecek miyim? Oraya tayinim çıktı da dedim.
-Sakız adasını rüyanda gör. İstersen Rodos adasına götür neticede geri vereceksin deyip, suratıma manyakmışım gibilerden bakıp gittiler.
O güne kadar bilgisayara karşı sebepsiz bir allerjim vardı ama laptobu sevmiştim.Teknoloji ile aram açıktı. Tam otomatik çamaşır makinesine bile zor alışmış, alışana kadar da evdeki adamların bütün donlarını pembeye boyamıştım.Ütüyü önce yere düşürüp boylamasına ikiye ayırır, içinden çıkan telleri, fişi pirizdeyken elimle iteler, havaya dikilen saçlarımı görünce cereyana çarpıldığımı idrak edip, yine de sükunetimi bozmazdım.Evde yaşayan insanların önemli eşyalarını elektrik süpürgesinin içine çeker, gelen tamircinin elinde iki ay önce kaybedilmiş çorabı ve boyalı kalemleri görünce pek hayret ederdim. Böyleyken böyle bir durumum vardı ve şimdide bu laptobu kullanacaktım işte.
Öğlen tatilinde üşenmeyip, Çikrikçılar Yokuşuna gittim. Amacım, yeni laptobumun üzerine dantel örtü almaktı. Hemen iş yerime dönüp, laptobumu sakladığım yerden çıkartıp, itina ile kapağını açtım. Aldığım örtüyü, sivri kenarları üçgen biçimde ekrana düşecek şekilde yerleştirdim. Estetik kaygılar taşıyan bir insan olarak, işte tam istediğim görünüşte bir laptob sahibiydim artık. Ah kapağın üst kısmı biraz daha geniş olsaydı diye düşündüm.Bir biblo veya küçük bir vazo üstünde ne kadar güzel dururdu. Neyse böyle de güzel olmuştu. Biraz kullanmak istedim ama tuşlardaki harflerin yerlerine hiç aşina değildim. Labtobum q klavye olarak tanzim edilmişti.Oysaki benim burun karıştırma parmaklarım F klavye düzenine alışıktı. Panik içinde sevgili yeğenim, teknoloji dehası Ayşe’yi aradım. Ayşe her zamanki yatıştırıcı tavrı ile halledeceğine söz verdi. Bu arada yaranlardan kuzenim Betül ve abim acı haberi tez duymuş, Ayşe’ ye iman etmem gerektiğini onun herşeyi halledeceğini telkin etmeye başlamışlardı.
Nitekim Ayşe üç gün içinde duruma el koydu ve klavyeyi başarıyla F’e uyarladı. Sıra laptobu kazasız belasız kullanmayı öğrenmeme gelmişti.Bizim evdeki evlat tabir edilen sıpalar hiçbir şekilde yardım etmeyip, her sorduğuma çemkirmek suretiyle asabımı bozuyorlardı.Bunlardan medet ummamın nafile olduğunu anlamıştım. Bu işleri kavrayabilmek uğruna, iş yerimde kendime ergenlik yaşını birkaç yıl önce tamamlamış genç nesilden müteşekkil bir ekip kurdum. Hepsi pırıl pırıl çocuklardı ve benim ne şiddette bir salak olduğumun farkında değillerdi, Müdürleri olmam hasebiyle, hürmette ve sevgide kusur etmiyorlar, beni ağır kamil bir insan olarak tanıyorlardı. İşe yeni girmişlerdi. Bu bilgisayarı tez vakitte bana öğretmezlerse yıl sonunda sicil notlarını yüz üzerinden kaç vereceğimin endişesini taşımalarına yardımcı olmaktaydım. Dolayısıyle, ne zaman çağırsam koşarak geliyor, suratlarındaki müstehzi ifadeyi benden ustalıkla saklayarak, laptobumun üzerindeki dantel örtüyü itina ile ekranın üstünden yukarıya katlıyor, bilgilerini aktarıyorlardı. Böylece günler haftalar geçti. Artık birçok şeyi öğrenmiştim. Gençler göründüğüm kadar salak olmadığımı aralarında fısıldaşıyorlar, siz bir bilgisayar dehasısınız Birnur hanım diye yalakalığı andıran laflar ediyorlardı.

Geçenlerde yine siz yaranlarıma mektup yazarak mesaimi değerlendirmek üzere laptobumun başına geçtim. Ama o ne? “Değerli yaranlarım” diyeceğim, “R” harfi çıkmıyor. Basıyorum basıyorum olmuyor. Bir tutukluk var. “R” tuşu yerinden kımıldamıyor. Asabım bozuldu. Ak tolgalı beylerbeyi misali haykırdım:
-Omeeeeer çabuk buraya gel. “R” tuşuma birşey olmuş,basmıyor!
Ömer bir kat aşağıdaki odasından sesimi duyup merdivenleri üçer beşer atlayarak geldi.
-Gördün mü sürgünde olduğum için bana kötü laptop vermişler. “R” tuşu basmıyor diye kükredim.
Oğlan ürkekçe “R” tuşuna bastı.
-Evet basmıyor Birnur hanım bugün isterseniz değerli yaranlarınıza yazmayın. Ben teknisyeni çağırıncaya kadar içinde “R” harfi olmayan birşeyler yazın şeklinde çözüm üretti.
Daha çok hiddetlendim. “Benim değerli yaranımdan başka kimim var bre mel’un !” dedim. Ömer endişeyle “R” harfini kurcaladı. Elindeki kalemin ucunu tuşun altına sokup, oradan birşey çıkardı. Elinde tuttuğu kırıntıyı saygıda kusur etmeden gösterdi.
-O da ne ? diye sordum.
-Şey Birnur hanım galiba bugün yazı yazarken yine poğaça yemişsiniz, bu kırıntı “R” harfinin altına kaçmış gibilerden birşeyler mırıldandı.
-Uydurma, ben bugün öğlen arkadaşımla köfteciye gittim. Poğaça mogaca yemedim diye azarladım.
-Zaten çok kuru.Tuşun altında bayatlamış.İki gün önce yediğiniz poğaça galiba dedi ve ekledi. Laptobun kapağını örtü örtmek suretiyle süslediniz iyi oldu tabi de, klavye kısmını tabak olarak kullanmasanız diyorum. Veya birşey yiyeceğiniz zaman naylon bir sofra örtüsü ortseniz diye görüş bildirdi.
Değerli bir büyüğü olarak cevabım;
-Yıkıl karşımdan Ömer! Huzurumdan geri geri çık ! şeklinde oldu.
Değerli Yaran. Hepinize sevgiler,saygılar.

Birnur

ŞULE’NİN DOĞUM GÜNÜ

Resim6_2 Yaran
Bu ikisinin şu halleri, asabımın tepe taşıma sıçramasına neden olmaktadır. Bahçelerde bağlarda çektirdikleri bu keyf-i sefa fotoğrafları ile benim olmadığım zaman ve mekânlarda nasıl da mutlu olduklarını belgelemek istemişlerdir ki, yazıklar olsundur.

SULE2
Şule’nin beş yaş büyük abisi, resimde görülen demode pusetin içindeki henüz kapanmamış bingildağa parmağı ile kuvvetlice bastırmayı asla aklından geçirmemiş, onu kıskanmaya tenezzül bile etmemişti. Tam tersine onu çok sevmekte ve Şule’siz geçen ilk beş yılının acısını çıkartmak istercesine onu hiç yanından ayırmamakta idi. Şu resimlere esefle bakaraktan yine mazının arşivini kurcalayıp, bildirin turnalarını basıma toplamak mecburiyetinde kaldım.

SULE1

ASRIN UÇURTMASI
Şule’nin abisi, 1960 yılının en yüksek teknolojisini kullanarak muazzam bir uçurtma yapmaya karar vermiş, bu iş için gereken pılışını pırtısını ve Şule’sini yanına alarak bahçelere bağlara tezgâhini kurmuştu. Metrelerce mavi yağlı kâgidi yerlere sermişti. Uçurtmasının iskeletini teşkil edecek kargıları boklu derenin kıyısından toplayıp, derin geometri bilgisinin ışığında ölçüp biçerek işe koyulmuştu. Heyt be idi ! Böyle bir şaheser Tarsus semalarında salınarak dosta düşmana nam olacaktı. Bu 60 model muhteşem uçurtmanın ebatlarının Şule’den büyük olması, Şule’nin abisine olan derin hayranlığını ve muhabbetini ikiye katlamıştı. Karşıdan bakılınca ekip çalışması gibi gözüken bu faaliyette Şule’nin asıl görevi, kahve dövücünün “hık” deyicisi olmaktan öteye gitmemekte idi ki, oh canıma deysindi. 

SULE4Abisinin dün planlayıp hayata geçirdiği halter tasarımı, yerde boylu boyunca yatmakta idi. Üzerinde “En Nefis Ayvalık Zeytinyağları” yazan iki adet tenekenin arasına uzunca bir demir boru sabitlenmiş, içlerine bolca çimento tepilerek açık havada kurumaya bırakılmıştı. Bu garabet tasarım da yarın, hayırlısı ile “Halter” adı altında kullanıma hazır hale gelecek ve Şule’nin sevgili abisi Timur’un fıtık olmasına vesile olacaktı. Şule, uçurtma ve aynı zamanda halter uzmanı abisinin akıllara ziyan icraatlarını seyretmek üzere, Allah kısmet ederse yarın halter haline dönüşecek zeytinyağı tenekesinin üstüne tünemişti. Abisinin yağlı kâğıdı uçurtmanın iskeletine rabt edişinin her safhasını, başını sallayıp “hık” diyerek onaylamakta, kafasının iki yanından Halep keçisinin kuyruğu misali sarkan örgüleri de bu vesile ile havada geniş daireler çizmekteydi. Allah muhabbetlerini arttırsındı. 

Elma çekirdeğinden bile ufak gözlerimi nefretle kısarak, hışımla yanlarına doğru seğirttiğimi gören Şule, abisinin kulağına eğilip;
– Bela geliyorum demez abiciğim. Birnur belası, en Allahın cezası hali ile buraya doğru geliyor haberin olsun” dedi.
Üç-dört yıl önce dünyaya gelişimden beri müttefik devletler halet-i ruhiyesi içerisine girerek, bana karşı süne zararlısı mücadelesi vermekteydiler. Müşterek abimiz;
– Boş ver muhatap olma. Cahille muhabbet, ısırgan otu ile taharetlenmeye benzer. “Kışt” de gitsin diye fısıldadı.
Dört yıldır yanlarında yörelerinde gezinmeme rağmen hala nelere muktedir olduğumun farkında değillerdi. Boyumun kısa olmasından istifade edip, hakkımda ileri geri konuşmaları asabımı bozmaktaydı. Yerde bütün ihtişamı ile yatmakta olan altı köşeli şeyi gözüm bir yerlerden ısırıyordu ama ne işe yaradığını bilmediğimden sordum;
– Bu ne? Ben de bundan istiyorum.
Abim olmayan bıyığının altından kurnazca gülerek lafı değiştirmeye tevessül etti;
– Ooo, aman da kimler gelmiş nerelerde kaldın, ekâbir bezme geç gelirmiş, biz de gözümüz yollarda seni bekliyorduk. Ama şimdi git arka bahçeye bir bak. Yenidünya ağacı gazoz açmış, bir şişe kopartıp iç de asabın düzelsin, deyip sinirimi iyice zıplattı.
Tekrar sordum;
-Bu ne? Bundan ben de istiyorum, üstelik bunu istiyorum diye ciyakladım.
İkisi birden;
-Uçurtma dediler.
Bu kadar eziyete hiçbir bünye dayanmazdı. Bunların yüzünden iyice huysuzlaşıp arsızlaşarak yıpranmakta olduğum için büyüyemeyip kavruk kalacağımdan endişelenmekte, evden kaçmayı bile düşünmekte idim. İnsanların bana sürekli “yapma-etme” demesinden bıkmış usanmıştım. Olanca sesimle;
– Ne demek uçurtma! Siz bana karışamazsınız uçurtacağım işte. Kimse uçurtmama engel olabilemez. Siz uçurtmayacaksınız, ben uçurtacağım diye bağırarak tepinmeye başladım.
Bu ikisinin müttefik devletler vaziyetine fevkalade içerlemekteydim. O yıllarda nedense ortalıkta “Olur mu böyle olur mu, kardeş kardeşi vurur mu” güfteli bir marş söylenmekte idi ve ben bu marşa hiç itibar etmemekteydim. Böyle kardeşler bal gibi de vurulurdu, hatta zindanda bile boğdurulurdu. Neden vurulmasındı ? Benim açımdan bir sakıncası yoktu.

SULE5

BEN DE UÇURMATA İSTİYORUM
Kahve dövücünün “hık” deyicisi Şule, yılanı bile deliğinden çıkartacak tatlı bir dille abisine sordu;
– Abiciğim himmet edip bana da yarın bu uçurtmanın bir alt modelini yapar mısın? Kuyruğu sekiz metre olmasın da, varsın üç metre olsun. Yeter ki senin ellerin dert görmesin, Allah seni başımızdan eksik etmesin, Allah ne muradın varsa versin.
Ağzından bal akan kardeşinin yakarışları karşısında yağları eriyen uçurtma ustası, nezakete nezaketle cevap verdi;
– Ne demek hemşire, elbette yaparım. Senin gibi iyi bir çocuk için on beş metre kuyruklusunu bile yaparım. Elime mi yapışır? Dünyadaki bütün uçurtmalar köpeğin olsun. Burnuna tıktığın leblebilerden ölmeyip sağ kalırsan ben seni büyüyünce de sinemalarda, tiyatrolarda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının konserlerinde gezdireceğim. Sen yeter ki burnuna kuruyemiş doldurmaktan vaz geç.

Artık bu kadarı fazla idi. Bunların karşılıklı muhabbetlerine daha fazla dayanmamın mümkünatı yoktu. Üstelik “Uçurmata” kelimesini yanlış telaffuz edip, sırf benim için olumsuz hale getirerek “UçurtMA” diyerek gözümden düşüyorlardı. Ağzımı gök kubbeye doğru açarak;
-Ben de uçurmata istiyorum, ben de uçurmata uçurtacağım, esas siz uçurtamayacaksınız diye bıkmadan usanmadan yıllar boyunca uluyarak ağladım durdum da, burnumun içinden bu uğurda binlerce yeşil baloncuk çıktı. Şule ve abisi; altigen, sekizgen, dörtgen uçurtmalarını Tarsus semalarında uçurdular ki canları sağ olsun.
Ablacığım doğum günün kutlu olsun.
Birnur

SULE6

                                                                                                                                                                       

 

BEN Kİ KOMŞUNUN KÖPEĞİ

KELP

DEĞERLİ YARAN
BAKIYORUM DA KENDİ ARANIZDA HOŞBEŞ EDEREK, DERTLEŞİP SÖYLEŞİP INTERNET ORTAMINDA KÖRLER SAĞIRLAR BİRBİRİNİZİ AĞIRLAYARAK HOŞCA VAKİT GEÇİRİYORSUNUZ. İMRENİP GIPTA ETMİYORUM DESEM YALAN OLUR. BENİM KİM OLDUĞUMU SORACAK OLURSANIZ, BİZİM FENTON’DA MUKİM DR.TİMUR BEYİN KOMŞUSUNUN İRİ CÜSSELİ KÖPEĞİYİM. ADIM “CEİMAR BLACKHEAD”. TÜRKÇE MEALİ, “ÇOMAR KARABAŞ”. (TANIMAKTA ZORLANDI İSENİZ, KENDİSİNİN WEB SAYFASINI KURCALAYIP, FİKİR UÇUŞMALARI VE “PİR SULTANDAN YAŞ ÇEŞİTLEMELERİ, JÜPİTER VE KELP” AYETİ , AYPAD SURESİNE GÖZ ATINIZ) BU VAKTE KADAR HALEN BAKIP OKUMADI İSENİZ ZATEN ALLAH MÜSTEHAKINIZI VERSİN KANAATİNDEYİM.

BAHSE KONU WEB SAYFASINI OKUMAKTAN İMTİNA EDENLERİN GENÇLİĞİNİN HAYRINI GÖRÜP GÖRMEYECEĞİ HUSUSUNDA DA CİDDİ ŞÜPHELERİM VAR. İNSANOĞLUNUN ELİNE KALEM KAĞIT VERMEYECEKSİN. VERDİN MİYDİ, OTURUR İTİN KÖPEĞİN BİLE DEDİKODUSUNU YAPAR. OLAYI BİR DE BENDEN DİNLEMENİZ GEREKİYOR. ŞİMDİ EĞRİ OTURALIM, DOĞRU KONUŞALIM. “HOŞT” DEMEDEN SABIRLA DİNLERSENİZ İŞİN ASLINI BİR DE BEN ANLATMALIYIM:

GÜZEL BİR 5 EYLÜL GECESİ İDİ. AKŞAM YALIMI YEDİKTEN SONRA ŞÖYLE BAHÇEYE ÇIKIP ETRAFI SEYREDEYİM MURADINDA İDİM. “YENİ TAŞINDIĞIMIZ MUHİTTE KİMLER İKAMET EDİYOR ACABA” TECESSÜSÜ İLE DOLANMAYA BAŞLADIM. BİRDEN KULAKLARIM DİKİLDİ. YAN BAHÇEDEKİ HAMAKTAN ÇATIRTI SESLERİ GELİYORDU. İŞGÜZARLIK EDİP HIRSIZ SANARAK HIRLAMANIN ALEMİ YOKTU. “İTSANİYET NAMINA” GİDİP BİR KONTROL EDEYİM MESULİYETİ İLE ORAYA DOĞRU SEYİRTTİM. HAY SEYİRTMEZ OLAYDIM. İNSANOĞLU ÇİĞ SÜT EMMİŞ BİRADER. İTOĞLUNUN MAKSADINI ANLAYIP DİNLEMEDEN ÖNYARGILI DAVRANIR. DR.TİMUR DA HER İNSANOĞLU REFLEKSİ İLE BENİ GÖRÜNCE GELENEKLERE UYUP HALİYLE FEVRİLEŞTİ. OYSAKİ BİRÇOK DİL BİLEN KÜLTÜRLÜ BİR İT OLDUĞUMDAN, KENDİSİNİ ÜRKÜTMEMEK UĞRUNA TÜRKÇE HAVLAMIŞ İDİM. BIRAK ALLASEN BİRADER ADAMIN GEÇİNMEYE GÖNLÜ YOK. ZAYIF VE NARİN OLDUĞUNU İSPAT ETMEK UĞRUNA GİYMİŞ KAPKARA PİJAMALARINI, YATMIŞ HAMAĞIN İÇİNE, HAMAK AĞIRLIĞINDAN YERLERE YAPIŞMIŞ, TAKMIŞ KULAĞINA AYPADINI, AÇMIŞ BEETHOVEN’İN “LARGO” BÖLÜMÜNÜ, DİKMİŞ GÖZÜNÜ HAVAYA JUPİTERİ TAMAŞA EDİYOR. BESBELLİ YARIN GİDİP ASTRONOMİ KULÜBÜNDEN ARKADAŞI CLAYTON KESSLER İLE JUPİTER -CULPAN -MERKÜR -SATÜRN İSTİŞARESİ YAPACAK. TABİİ BU GECE HAMAK PATLAYIP YERLERE SERİLMEZ İSE. BİÇARE HAMAK HAMAKLIĞINDAN BEZMİŞ ÇATIRDAYIP DURUYOR.

DEDİM YA, “İTSANİYET” NAMINA BİR UYARAYIM ADAMI MURADINDAYIM.
AKSANLI BİR TÜRKÇE İLE HAVLAMAMLA ASABI GERİLDİ. ANLADIM Kİ KULAĞINDAKİ AYPAD YÜZÜNDEN LAFI ŞEYİNDEN ANLIYOR. GÖBEĞİNİ ÜÇE KATLAYIP YERİNDEN DOĞRULMASIYLA TÜRKÇE “HOŞT” DİYE SURATIMA KARŞI BAĞIRMAZ MI. NEYE UĞRADIĞIMI ŞAŞIRDIM. BİR YANDAN DA, “YUH BE BUNCA YILDIR BU MEMLEKETTE OTURUYOR ŞU HOŞTUN İNGİLİZCESİNİ BİLE ÖĞRENEMEMİŞ” DİYE İÇİMDEN KINIYORUM. DUR ABİ KIZMA YAHU BİRŞEY DEMEDİK, BİR HAVLAMAMIZI NERELERE ÇEKTİN DEMEYE KALMADI İYİCE SİNİRLENDİ. NE O, İKİ SATIRLIK KEYFİNE MÜDAHALE ETMİŞİZ. ABİ SUS KOMŞULAR UYANACAK DİYE İKAZ EDECEK OLDUM AMA DİNLEMİYOR. “HAV” DI, “HOŞT” DU DERKEN, MÜNAKAŞA UZAMAYA BAŞLADI. BAKTIM OLAY BÜYÜYECEK, ALTTAN ALAYIM BARİ İTLİK BENDE KALSIN DEYİP KAFAMI UZATTIM. ÜZERİNE VARMAYIP YALAKALIK YAPAYIM DA MUHABBETE VESİLE OLSUN, DOSTUNU DÜŞMANINI BİLSİN DEYİP KAFAMI SEVMESİNE MÜSAADE ETTİM. KÖPEĞİN OLAYIM ABİ BEN ETTİM SEN ETME DİYE YATIŞTIRDIM.
” O GÖK BAKICISI KAÇ DOLAR BİLİYOR MUSUN ULAN İT OĞLU İT, HOŞT Kİ ZİYADESİ İLE HOOŞT” NİDALARI NETİCESİNDE EVE KAÇIP ELİNDEN KURTULDUM. O GECE ESEFLE ANLADIM Kİ, İNSANOĞLUNUN İTOĞLU DOSTLUĞU DA YALANMIŞ BİRADER. HİÇ KİMSE İT-SANİYETTEN ANLAMIYOR. OLAY BUDUR, BÖYLEYKEN BÖYLEDİR.
DOSTLUĞUNDAN MUHABBET ÇIKARIP İŞİ TATLIYA BAĞLAMAYI BAŞARDIM ANCAK TARTIŞMA UZUN SÜRÜNCE HALİYLE SİNİRLERİM GERİLMİŞTİ. ANLATTIĞINA GÖRE DR.TİMUR’UN BENİM YERSİZ HAVLAMAMDAN BÖBREKLERİ AĞZINA GELMİŞTİ AMA BİZİM BÖBREKLERİN HALİNİ SORAN YOKTU. ASAP BOZUKLUĞUNDAN FENA HALDE ÇİŞİM GELMİŞTİ. KAFAMI GÖK KUBBEYE DOĞRU DİKİP, JUPİTERE KARŞI ŞÖÖYLE BİR ULUDUKTAN SONRA, DR. TİMUR İLE HENÜZ TESİS ETTİĞİM AHBAPLIĞA GÜVENEREKTEN, HAMAĞIN DİBİNDE DURAN GÖK BAKICISI İSTİKAMETİNDE HEDEFİMİ BELİRLEYİP ÇİŞİMİ BIRAKIVERDİM.
HAV İKEN HAV HAV DIR. ARZ EDERİM EFENDİM.

ÇOMAR KARABAŞ
(ADINA BIRNUR SUMER)

ABİMİN İLK HASTASI

Abim Timur Sumer, okuldan yorgun argın geldi ve üç inşaat tuğlası kalınlığındaki kitabını itina ile masanın üzerine fırlattı. Evin en mutena köşesi olan yeşil kanepede 1.47 uzanmış yatmakta ve aynı zamanda ölmek üzere idim. Bana şöyle bir nazar etti ve;
-Ne o? Okuldan kaçmış gibi bir halin var ki aferin, büyüyünce çöpçü olmaya karar verdiğin aşikar oldu dedi.
Kendisi birkaç aydır Tıbbiye mektebinin birinci sınıfında idi, ondokuz buçuk-yirmi yaşlarındaydı, asabı gayet bozuktu ve babamın oğlu, annemin ise gözünün nuru- gönlünün süruru idi. Arada sırada hırgür etmelerine rağmen, ablası Oya’nın, şeytanın arka bacağı kızkardeşi Şule’nin ve benim başlarımızın tacı, gönüllerimizin ilacı vaziyetindeydi. Bunca meziyeti ve yaşını başını almış bir adam olması nedeni ile kendisine hürmette kusur etmemem gerektiği kanaatindeydim. Hürmetli bir hışımla yerimden doğrulup;
-Benim çöpçü filan olmaya vaktim kalmadı, zira bir-iki saate kadar öleceğim hakkını helal etmelisin diye suratına doğru çemkirdim.
On yaşında, ilkokul dördüncü sınıfta idim ve işte buyurun bakalım ölüm döşeğindeydim. Kadere bak idi yahu! Çarpım tablosunu binbir zahmetle yedilere kadar boşu boşuna ezberle, her akşam babandan “kerrat cetvelini” öğrenmenin nimetleri hususunda nutuk dinle, tam da sekizleri dokuzları öğrenecek iken geber git. Tuh be, beynimin bütün hücrelerini seferber edip hayatta lazım olacak diye öğrendiğim bütün bilgileri kullanamadan toprak olup gidecektim.
-Kader kime şikayet edeyim seni diye söylenerek ölüm döşeğime iyice yerleştim.
Vay be, Terliksi Hayvanın sindirim sistemine ait bilgilerimi bile hiçbir zaman kullanamayacak ve mezarıma bir sır olarak götürecektim ki, yazıklar olsundu. Annem bile hasta olduğuma inanmamış, bir iki saat önce beni hastaneye götürmüştü. Doktor amca da ikna edilmesi hayli zor bir adamdı. Beni iyice muayene edip;
-Bu çocuğun bir boku yok, külliyen yalan söyleyip numara yapmaktadır, bugün evde azarlayın yarın derhal okula gitsin. Yirmibeş yıl sonra kontrole getirin, o zamana kadar tıp ilerlemiş olur, “hiperaktif” teşhisi koyarım dedi.
Bunları duyan abim, hakkını helal edeceğine ölüm döşeğimin başında beni azarladı;
-Sen ölmene bak kafanı bunlara takma dedi. Nasıl olsa cehenneme gideceksin, orada engin ilk mektep bilgilerinden ısı enerjisi konusunu filan kullanırsın.
Halsizlikten kolumu kıpırdatacak halde değildim. Birkaç gazoz kapağı, bir takım izci elbisesi, üç-dört tane içinin samanları dışarı fırlamış plastik bebek ve tüyleri yolunmuş bir oyuncak köpekten başka mal varlığım yoktu ki, vasiyetimi yazıp eyvallah diyerek şu fani dünyadan çekip gitseydim. On yıllık mazim gözümün önünden film şeridi gibi geçmekteydi. O sırada Şule de okuldan gelip, sevgili abisinin yanındaki yerini alarak tepeme dikildi.
-Çekilin film şeridimin önünden diye haykırdım.
Şule, en Allahtan korkmaz kuldan utanmaz haliyle;
-Şeridin kopsun. Senin film şeridinin en baş rollerinde biz varız zaten. Öleceksen çabuk öl, yarın imtihanım var dedi ve sevinçle abisinin boynuna sarıldı. Hah işte, on yıllık çileleri nihayet dolacaktı ve selamete kavuşacaklardı. Tam da;
-Görmedim ömrümün asude geçen bir demini deyip son nefesimi verecektim ki, abimin hayretle gözlerime doğru eğildiğini farkettim. Zaten kahve fincanı tabağı ebadında olan gözleri, hayretten dört misli büyüyerek düdüklü tencere kapağı boyutlarına ulaşmıştı.
– Yahu anne bu çocuk gayet sarılık olmuş. Bunun kanındaki biluribin oranının yükseldiği yetmezmiş gibi, bir de utanmadan alyuvarları aşırı oranda yıkılmış diyerekten, altı aydır Tıbbiye mektebinde öğrendiği bütün bilgileri takır takır ortaya saçtı. Hah işte, sevgili abim sayemde meslek hayatının ilk teşhisini koymuştu.
Ancak emin olmalıydı. Yanında duran kardeşi Şule’yi hemşiresi farz edip derhal talimat verdi:
-Çabuk hastayı banyoya götürünüz ve içinde ne varsa boşaltmasını temin ediniz. Herhangi bir hijyen yoğurt kavanozuna koyup getiriniz, idrar tahlili yapacağım.
Şule;
-Yahu abi, senin doktor olmana daha çok var, boşver şu teşhisi tedaviyi. Başında ekmek kırarız Hipokrat yeminin de bozulur. Bırakalım ölsün gitsin başımızın cezası dedi.
Abim, ettiği Hipokrat yeminini bozarsa alimallah çarpılacağından endişelenmekteydi. Banyodan gelen tahlil sonuçlarına bakaraktan, hasta yakını olarak farz ettiği annesine dönüp gayet doktormuş gibi konuştu;
-Çocuğunuz fevkalade sarılık olmuş hanımefendi. Bir ay kadar okula gitmemesinde fayda görüyorum. Hergün haşlanmış patates ve kayısı hoşafı yedirmenizi tavsiye ederim.
Annem, oğlunun büyüyünce çok iyi bir çocuk doktoru olacağını işte tam da o anda hissetmiş, onu iyiki de Tıbbiye mektebine kaydettirmiş olduğu için kendi kendini tebrik etmişti. Sabah beni muayene edip de durumuma bir mana veremeyen gerçek doktorun boyu devrilsindi. Hatta boynu da altında kalsın, ona diploma verenlerin elleri kırılsındı.
Abimin meslek hayatının bu ilk teşhisinin “haşlanmış patates” kısmına asabım fevkalade bozulmuştu. Ama olsundu. “Bir ay kadar okula gitmemem” çok parlak bir fikirdi.
Şule ise, ölmeyip de bir ay kadar sürüneceğimi, sonra da kaldığım yerden hayatlarını zindan etmeye devam edeceğimi duyunca yıkıldı. Yerle yeksan olan umutlarına ve kaderine lanetler okuyaraktan, abimin ilk teşhisinin yoğurt çanağı içindeki tahlil sonuçlarını tuvalete döküp hışımla sifonu çekti.
Abiciğim, doğum gününü kutlar, iyi ki de doğmuş olduğunu bir kere daha ifade eder, ellerinden öperim.

İlk Hastan, Son Kardeşin
Birnur

BİRNUR’DAN “ABİMİN DOĞUM GÜNÜ”

OYA TIMUR  Abim Timur Sumer, sofrada babamın görüş sahasının uzağında bir yere konuşlanmıştı. Tam karşısında oturan kardeşi Oya, besbelli kendisinden ziyadesi ile rahatsızdı. Zaten abimin de tek ülküsü Oya’yı sinir hastası etmek, yükselmek ve ileri gitmekti. Bu ikisi hiç konuşmadan, sadece ağız, burun, kaş ve gözlerini kullanarak birbirlerinin asabını bozabilmekteydiler. Allah vergisi bu yetenekleri sayesinde babamın bulunduğu meclislerde sessiz sedasız meydan muharebesi yapabilmekteydiler. 

   Kardeşlerinden Şule ise, yorgun argın oturduğu sofrada pilav tabağının üzerine yatıp uyuyakalmıştı. Bu şahıs gün boyu Tarsus diyarının bahçelerinde bağlarında, ağaçlarında dallarında dolaşmaktan helak olur, bir iki kaşık yemek yedikten sonra sofrada istirahata çekilirdi. 

   Annemin ağzımın içine tıkıştırarak servis ettiği yemeğimi toplam beş adet dişimle kemirerekten masadaki rezaletleri seyretmekte ve babamın sabrının taşacağı anı heyecanla beklemekteydim. Mama sandalyesi denilen teknoloji harikası henüz icat edilmemişti. Bu nedenle sandalye üzerine konulan iki adet yastığın üzerinde tünemekte ve arada sırada dengeyi sağlayamayıp masanın altına düşmekte idim. Elime geçirdiğim yağlı bir kaşıkla kafamı kaşıyaraktan derin düşüncelere daldım. Yemek masasında cereyan eden bu hadiseleri hafızama iyice nakşetmeliydim. Olanı biteni unutmayıp, şu 13 yaşındaki abimin, 14 ve 8 yaşlarındaki ablalarımın çoluğunu çocuğunu icabında bilgilendirmeliydim. Bununla da yetinmeyip, Mahşerin Üç Atlısı diye adlandırdığım bu üçlünün vaziyetlerini, elli üç yıl sonra 2013 de filan yedi cihana ilan etmeliydim.

    Hah işte beklediğim an gelmiş, geçen hafta böbrek taşı düşüren babamızın sabır taşı da nihayet çatlamıştı. Ak Tolgalı Beylerbeyi misali haykırdı ve dahi kükredi:

  • 5 kere 8?

   Bu korkunç soru masanın ortalık yerine kâbus gibi çökmüş, Mahşerin Üç Atlısının üçünün de beti benzi atmıştı ki, oh olsundu. Pilavının üzerinde uyuyan Şule bile korkuyla yerinden sıçramış, abimin masanın altından Oya’yı dürtükleyen ayağı olduğu yerde donup kalmıştı. Masada esen buz gibi hava, toprak güvecin içinde ana yüreği misali sıcaklığını muhafaza eden türlüyü bile soğutmuştu.

    Aklım yok ise de allaha şükür her konuda fikrim vardı. Yuh olsundu ki koskocaman babamız da kerrat cetvelini bilmiyor ve her sofrada sorarak öğrenmek istiyordu. Bunlardan sağlıklı ve düzgün bir cevap alamayınca da haliyle öfkelenip tekrar tekrar soruyordu. Konuşmayı bilmediğimden bu değerli görüş açılarımı içimde tutmak zorunda idim. Bu ne idi yahu? Her akşam yedi kere sekiz, altı kere dokuz, dört kere bilmem kaç? Doğru cevabı bilen de yoktu. Bu kerrat cetveli soruları, sadece masadaki asayişin berkemal olmasına yarıyordu. Aslan babacığım tekrar kükredi:

-Çabuk söyleyin eşşek sıpaları 5 kere 8?

Mahşerin Üç Atlısı bütün parmaklarını seferber etmiş, hesap yapmaktaydı. Bu hesaba parmak mı yeterdi yahu? Buldukları saçma sapan neticeleri ortalığa saçmaya başladılar.

-42

-Yok yok 42 değil 46.

-Ay pardon şimdi söyleyeceğim babacığım galiba 44.

-Dilimin ucunda, 52 olmasın sakın?

    Of be, içim daralmıştı. Sofradaki çarpım tablosu telaşına daha fazla dayanamayıp, yine masanın altına düşmüştüm. Hazır oraya kadar düşmüşken, yere dökülmüş pilav tanelerini de yiyip tekrar yukarıya tırmandım. Yemeği fazla kaçırmış, hazımsızlık çekmekteydim. Kafamı kaşımakta kullandığım kirli kaşığa uzanmak üzere yastıkların üstüne çıktığımda midemden ağzıma gelen ses ortalıkta çınladı:

-Gork !

 Gork mu demiştim kırk mı demiştim pek belli değildi. Babam kırk dediğimi farz ederekten takdirlerini belirtti:

-Görün işte parmak kadar kardeşinizin bile beş kere sekizden haberi var. Hepinize yazıklar olsun.

    Sevgili ağabeyciğim, doğum gününü kutlarım. 

                                                          Birnur

TİMUR ABİM VE ŞULE ABLAM
şule

 
%d bloggers like this: