Değerli Yaran
Artık bilgisayar işine bir iyice bulaştım. Program filan yapasım var haberiniz ola..Laptobsuz geçen yıllarıma yazıklar olsun kanaatindeyim.
Bilgisayar dünyasında yerimi alışım şöyle oldu. En son sürüldüğüm masada beş aydan beri arpacı kumrusu misali düşünüp dururken, bir yandan da sigarayı bırakma çabaları içine girmiştim. Izdırabimi hafifletmek için, gün boyu çiğnediğim sakızların haddi hesabı yoktu. Süruldüğüm Adıyaman’dan döneli bir yıl olmuştuysa da, bitkinliğimi üzerimden atamamıştım ve Allah sizi inandırsın hiiiç çalışasım yoktu. Eski alışkanlıkla içimden çalışmak geldiği nadir zamanlarda da hemen bir yanıma kaykılıp, bu kötü hissin geçmesini bekliyor, bu arada uykuya dalıp, Chantix isimli ilacımın yan etkisinin etkisiyle, akıllara ziyan rüyalarımı görmeye devam ediyordum. Sürgünlerim sırasında 100 YTL eksik maaş almam hasebiyle içim gayet müsterihti. Allahın taksiratımı affetmesine hiç gerek yoktu.Mesaimin büyük bir bölümünü uyuyarak geçirmekle, devletin bana borçlu kalmasını da önlemiş oluyordum böylece. İşte sizlere büro tipi bir rüya.
Hayırdır inşallah; fişmekan tarihli makam onayı ile Sakız Adası’na sürülmüşüm. Sayın Bakanımızın tensip ve talimatlarıyla, üzerinize afiyet Sakız Adası İl Kültür ve Turizm Müdürü olmuşum. Bakanlığımızın orada bürosu yok ama olsun. Belki orada enginarlı,kıymalı,semizotlu sakız çeşitleri bulunur umuduyla, yolluk ve harcırahımı alıp, tevekkül içinde yola koyuluyorum. Eh rüya bu ya, bindiğim gemi Ankara’nın Gölbaşı İlçesi kıyılarından demir alıp, bir kaç saat sonra abimlerin Fenton ilçesindeki göle doğru seyrediyor.
Meğerse, Gölbaşı-Sakız Adası hattı arasında Michigan gölünden geçiliyormuş. Dur şurda bir mola verip, yeni görevime başlamadan önce abimin ve Nilüfer ablamın ellerini öpüp hayır dualarını alayım diyorum. Kıyıya doğru yaklaşırken,güverteden bakıyorum ki, abim bir arkadaşıyla evin önünde oturmuş, rakı muhabbeti yapıyor. Arkadaşının kılığı bir garip ama pek umursamıyorum. Şimdilerde herkes herşeyi giyiyor. Adam sırmalı kaftanının eteklerini çimenlerin üstüne yaymış, elindeki rakı bardağını kaldırıp, Nilüfer ablamın barbunya pilakisi niyetine pişirdiği siyah Meksika fasulyesinden bir çatal alıyor.
“Şerefine Timurcuğum” diyor, “valla yengenin pilakisini de bayağı özlemişim.”
Abim, her zamanki konuksever, eski dilde misafirperver haliyle “hoşgelmişsin birader sağlığına içiyorum” deyip, zatı bana tanıştırıyor. “Ortaokuldan arkadaşım Barbaros Hayreddin Paşa” diyor. “Preveze Deniz Seferinden dönerken bizi ezip geçmemiş, sağolsun uğramış” diyerek misafirinin sebep-i ziyaretini anlatıyor. “Kızkardeşim Birnur Ankara’nın en ünlü memurlarındandır. Adıyaman’daki başarılarından dolayı taltif edildi, yine tayini çıktı” diye övünerek, vaziyetimi izah ediyor.
“Müşerref oldum Barbaros Paşa abi, sizinle daha önce hiç karşılaşmamıştık teşerruf bugüne nasipmiş” diyorum. “Yeni vazifen hayırlı olsun” diyerek tebrik ediyor. “Ben de Cezayir Beylerbeyi olarak atandığımda az harcırah almıştım sorun etme” diye beni teselli ediyor.
Bunlar ben gelmeden önce sohbeti koyultmuşlar, kaldıkları yerden devam ediyorlar. Barbaros, kavuğunu düzeltip, tabağındaki köfteyi ağzına atıyor ve sonracığıma “Timurcuğum” diyor; “Mehmet’i bilirsin şu bizim Sokullu Mehmet.Hani yan sınıftaki.O bizden bir sınıf büyüktür. Patavatsızdır, lafını esirgemez. Adama demis ki; ‘siz bizim sakalımızı tıraş ettiniz ama biz sizin kolunuzu kestik.Kesilen kol yerine gelmez.’
Adam bok gibi olmuş cevap verememiş. Bu arada kendi kıpkızıl sakalını kaşıyor bir yandan. Bu lafa bir mana veremiyorum. Abim, tenisçi dirseğini kafasının üzerinden aşırtmış vaziyette bir yandan suratındaki yıllardır uğraşıpta kopartamadığı benini yoluştururken, diğer yandan Türk kahvesi fincanının tabağı ebatlarındaki gözlerini açıp, maki bitki örtüsü kıvamındaki kaslarını beynine kadar kaldıraraktan; “Yapma yahu pek güzel demiş lan Hayro, bu laf tarihe geçmezse ben de Timur değilim diyor.” “Döndü mü Sokullu İnebahtı’dan diye soruyor. “Gelsin de bir araya gelelim inşallah” diyorlar. “Kardeşlerin ne alemde ? Oruç ile İlyas büyüdüler mi, bak benim kardeşime eşşek kadar oldu başarıdan başarıya koşuyor” diyerek yanağımdan bir makas alıyor abim.
Barbaros abi Preveze seferinden dönerken uğradığına göre Adriyatik denizi de abimlerin kapısının önündeki göle açılıyor galiba diye içimden düşünüyorum. Düşünüyorumda cehaletim belli olmasın diye ses etmiyorum. Şu dünya atlasını bir daha incelemeliyim Gölbaşı’nın başka hangi denizlere bağlandığını iyice bir öğreneyim diye içimden geçiriyorum.
Abim “Sokulluyu epeydir arayamadım şunun cep numarasını verde Sudan’ı ve Kıbrıs adasını zaptedişini bir kutlayayım” diyor Babaros’a. O da kaftanının cebinden tavus tüylü bir kalem çıkarıp, telefon numarasını yazıyor.Oradan buradan, 1040 yılındaki Dandanakan savaşından, Selçukluların Horasan’a nasıl yerleştiğinden, ortak arkadaşları İzzeddin Keykavus’un Selçuklu devletini kuruşundan filan geyik muhabbeti yapıyorlar. Abim, “Lan Hayro, Akdeniz’i Osmanlının gölü yaptın ya helal be sana” diye arkadaşını takdir ediyor. “Kalk seni benim motorla bir tenezzühe çıkarayım .Çulpan’ın son halini de bir temasa ederiz diyor.” Barbaros gönülsüzce kaftanının yakasındaki samur kürkü kaldırıp,üşüdüğünü belli ediyor. “Birader aslında beni deniz tutuyor. Bakma ekmek parası işte Kaptan-ı derya olduk bir kere diyor..” Abim, “Zırlanma oğlum esas doktorluk rezillik diyor.Keşke ben de Kaptan-ı derya olaydım.”
O sırada Nilüfer abla içerden hünkar beğendiyi getirip ikram ediyor. Hayreddin Paşa hayretler içinde kalıp , “Kız Nilüfer ne çabuk pişirdin yahu diyor. Bizim hanım bunu üç günde yapıp, derin dondurucuya atıyor.”
“Topkapı’nın mutfağını yirmi kere dolaştım, hiç derin donduruculu Arçelik görmedim” diyecek oluyorum ki, bir el omzuma vuruyor. “Birnur hanım size laptop getirdik iyi günlerde kullanın” diyen iki adam masamın kenarında durmuş, ellerindeki siyah çantayı gösteriyorlar..Ulan uyuyana yılan bile dokunmaz hissiyatıyla sinirleniyorum.(şimdi aniden şu ana kadar kullandığım yor’lu geçmiş zamanı değiştirip, di’li geçmiş zamana geçiş yapmak zorundayım.Kusura kalmayın yaran)
-Ne olacak bu? diye terslenerek sordum.
-Size yaranılmaz zaten, dedi bir tanesi. Laptob işte kullan. Çalışırsın, rüyanı yazarsın, mail gönderirsin.
-Sizin adınız İsmail mi ?dedim.(buraya yeni sürüldüğüm için pek kimseyi
tanımıyordum)
-Hayır ben İdari Mali İşlerin şefi Şerafettin dedi hardal sarısı dişlerini asabiyetle gıcırdataraktan.
-Ne bileyim mail filan dediniz de İsmail sandım uyku sersemi. Bu makine şimdi benim mi oldu ? diye sordum.
-Şimdilik öyle diye çemkirdi. Bir dahaki sürgününüze kadar sizin.Sakin bozup kaybedeyim filan demeyin.Üzerinize zimmetli geri vereceksiniz.Annenizin nikah cüzdanı kadar bir meblağı maaşınızdan keseriz diye de tehdit etti.
-Bunu bana niye veriyorlar, yoksa dağın birinde bir kurt vefat etti de haberimiz mi olmadı. Zavallı kurt hangi dağda öldüyse bilelim şeklinde vıdılandım.
-Yök tamamen hayır yapmak amacıyla veriliyor.Devletin başının gözünün sadakası olarak demek suretiyle kalbimi kırdılar.
-Ne bileyim dedim. Bunun arkasından bir sürgün gelmesinde Allah muhafaza. Tecrübelerimden biliyorum Adıyaman sürgününden bir hafta önce de yıllardır çok isteyip ulaşamadığım tel zımbayı vermişlerdi diye söylendim. Hislerimi, ben yine de temkinli olayım, bu öküzün altında mutlaka bir buzağı vardır şeklinde ifade ettim. Labtobu geri almasınlar kaygısıyla bağrıma basıp,
-Sakız adasına götürecek miyim? Oraya tayinim çıktı da dedim.
-Sakız adasını rüyanda gör. İstersen Rodos adasına götür neticede geri vereceksin deyip, suratıma manyakmışım gibilerden bakıp gittiler.
O güne kadar bilgisayara karşı sebepsiz bir allerjim vardı ama laptobu sevmiştim.Teknoloji ile aram açıktı. Tam otomatik çamaşır makinesine bile zor alışmış, alışana kadar da evdeki adamların bütün donlarını pembeye boyamıştım.Ütüyü önce yere düşürüp boylamasına ikiye ayırır, içinden çıkan telleri, fişi pirizdeyken elimle iteler, havaya dikilen saçlarımı görünce cereyana çarpıldığımı idrak edip, yine de sükunetimi bozmazdım.Evde yaşayan insanların önemli eşyalarını elektrik süpürgesinin içine çeker, gelen tamircinin elinde iki ay önce kaybedilmiş çorabı ve boyalı kalemleri görünce pek hayret ederdim. Böyleyken böyle bir durumum vardı ve şimdide bu laptobu kullanacaktım işte.
Öğlen tatilinde üşenmeyip, Çikrikçılar Yokuşuna gittim. Amacım, yeni laptobumun üzerine dantel örtü almaktı. Hemen iş yerime dönüp, laptobumu sakladığım yerden çıkartıp, itina ile kapağını açtım. Aldığım örtüyü, sivri kenarları üçgen biçimde ekrana düşecek şekilde yerleştirdim. Estetik kaygılar taşıyan bir insan olarak, işte tam istediğim görünüşte bir laptob sahibiydim artık. Ah kapağın üst kısmı biraz daha geniş olsaydı diye düşündüm.Bir biblo veya küçük bir vazo üstünde ne kadar güzel dururdu. Neyse böyle de güzel olmuştu. Biraz kullanmak istedim ama tuşlardaki harflerin yerlerine hiç aşina değildim. Labtobum q klavye olarak tanzim edilmişti.Oysaki benim burun karıştırma parmaklarım F klavye düzenine alışıktı. Panik içinde sevgili yeğenim, teknoloji dehası Ayşe’yi aradım. Ayşe her zamanki yatıştırıcı tavrı ile halledeceğine söz verdi. Bu arada yaranlardan kuzenim Betül ve abim acı haberi tez duymuş, Ayşe’ ye iman etmem gerektiğini onun herşeyi halledeceğini telkin etmeye başlamışlardı.
Nitekim Ayşe üç gün içinde duruma el koydu ve klavyeyi başarıyla F’e uyarladı. Sıra laptobu kazasız belasız kullanmayı öğrenmeme gelmişti.Bizim evdeki evlat tabir edilen sıpalar hiçbir şekilde yardım etmeyip, her sorduğuma çemkirmek suretiyle asabımı bozuyorlardı.Bunlardan medet ummamın nafile olduğunu anlamıştım. Bu işleri kavrayabilmek uğruna, iş yerimde kendime ergenlik yaşını birkaç yıl önce tamamlamış genç nesilden müteşekkil bir ekip kurdum. Hepsi pırıl pırıl çocuklardı ve benim ne şiddette bir salak olduğumun farkında değillerdi, Müdürleri olmam hasebiyle, hürmette ve sevgide kusur etmiyorlar, beni ağır kamil bir insan olarak tanıyorlardı. İşe yeni girmişlerdi. Bu bilgisayarı tez vakitte bana öğretmezlerse yıl sonunda sicil notlarını yüz üzerinden kaç vereceğimin endişesini taşımalarına yardımcı olmaktaydım. Dolayısıyle, ne zaman çağırsam koşarak geliyor, suratlarındaki müstehzi ifadeyi benden ustalıkla saklayarak, laptobumun üzerindeki dantel örtüyü itina ile ekranın üstünden yukarıya katlıyor, bilgilerini aktarıyorlardı. Böylece günler haftalar geçti. Artık birçok şeyi öğrenmiştim. Gençler göründüğüm kadar salak olmadığımı aralarında fısıldaşıyorlar, siz bir bilgisayar dehasısınız Birnur hanım diye yalakalığı andıran laflar ediyorlardı.
Geçenlerde yine siz yaranlarıma mektup yazarak mesaimi değerlendirmek üzere laptobumun başına geçtim. Ama o ne? “Değerli yaranlarım” diyeceğim, “R” harfi çıkmıyor. Basıyorum basıyorum olmuyor. Bir tutukluk var. “R” tuşu yerinden kımıldamıyor. Asabım bozuldu. Ak tolgalı beylerbeyi misali haykırdım:
-Omeeeeer çabuk buraya gel. “R” tuşuma birşey olmuş,basmıyor!
Ömer bir kat aşağıdaki odasından sesimi duyup merdivenleri üçer beşer atlayarak geldi.
-Gördün mü sürgünde olduğum için bana kötü laptop vermişler. “R” tuşu basmıyor diye kükredim.
Oğlan ürkekçe “R” tuşuna bastı.
-Evet basmıyor Birnur hanım bugün isterseniz değerli yaranlarınıza yazmayın. Ben teknisyeni çağırıncaya kadar içinde “R” harfi olmayan birşeyler yazın şeklinde çözüm üretti.
Daha çok hiddetlendim. “Benim değerli yaranımdan başka kimim var bre mel’un !” dedim. Ömer endişeyle “R” harfini kurcaladı. Elindeki kalemin ucunu tuşun altına sokup, oradan birşey çıkardı. Elinde tuttuğu kırıntıyı saygıda kusur etmeden gösterdi.
-O da ne ? diye sordum.
-Şey Birnur hanım galiba bugün yazı yazarken yine poğaça yemişsiniz, bu kırıntı “R” harfinin altına kaçmış gibilerden birşeyler mırıldandı.
-Uydurma, ben bugün öğlen arkadaşımla köfteciye gittim. Poğaça mogaca yemedim diye azarladım.
-Zaten çok kuru.Tuşun altında bayatlamış.İki gün önce yediğiniz poğaça galiba dedi ve ekledi. Laptobun kapağını örtü örtmek suretiyle süslediniz iyi oldu tabi de, klavye kısmını tabak olarak kullanmasanız diyorum. Veya birşey yiyeceğiniz zaman naylon bir sofra örtüsü ortseniz diye görüş bildirdi.
Değerli bir büyüğü olarak cevabım;
-Yıkıl karşımdan Ömer! Huzurumdan geri geri çık ! şeklinde oldu.
Değerli Yaran. Hepinize sevgiler,saygılar.
Birnur