ŞAİRİMİZ SALİH’TEN GÜZEL BİR ÖYKÜ

SALIH1
   Artık en boşvermişlerimizin bile yemeklerine zerdeçal katıp, sık sık ada çayı içtikleri, kokusuna aldırmadan bol bol soğan sarmısak yedikleri, salatalarına kekik, biberiye ekledikleri, sofrada Wasabi* bulundurdukları günler geldi.  Peşimizi hiç bırakmayan o uzun yaşama isteğiyle; her gün bir avuç badem veya ceviziçi yiyerek  ömrümüze 1 yıl, kırmızı ete hayır diyerek 1 yıl daha, market raflarında kefir arayarak 1 yıl daha, ağzımızda çoğu gitmiş azı kalmış dişlerimizle, beta karoteni çok diye o sert havuçları kıtır-
datarak 1 yıl daha…diye diye ömrümüze 20 yıl kattığımızı düşüneceğiz.  Çok kararlı ve istekli olanlar bir  takım afrodizyaklardan -salakça- medet umacaklar.  Asansör kullanmayıp bir kaç kat merdiveni çıkarken ağzımıza attığımız üç dört tane kuru üzümü, çekirdeklerinden bile fayda bekleyerek ağır ağır çiğneye-
ceğiz.   O kadar ki sanki onlarla -s-eviş getireceğiz.  “Sağlığımıza” diyerek kaldırdığımız şarap kadehindeki  o kan kırmızısı zerreciklerin, hücrelerimizdeki serbest radikalleri “sizi gidiler sizi” diyerek kovalayacaklarını düşünerek mest olacağız.  Ve daha neler nelerle teselli bulacağız.  Yine de bir zaman gelecek, “inanamıyo-
rum, nasıl olur çakı gibi adamdı, daha dün merdivenleri ikişer ikişer çıkıyordu,” diyecekler arkamızdan.
             
            Olsun;  varsın biz ömrümüze ömür kattığımızı hayal edelim yediklerimizle, içtiklerimizle.   Zaten  Knesset’ in kapısına da yazmamışlar mı, -o bir hayal değildir yeter ki sen iste- diye.  Kimbilir.
(Fıkra tarzındaki aşağıdaki yazımı bir kaç yıl önce grup sayfasına yollamıştım.  Günümüzün  gergin siyasi ortamında, dudaklarda hafif bir tebessüm yaratması umuduyla tekrar yolluyorum.  SY)
  
 
                 
SALIH2
       GOTU KOLA
 
       Akşam oluyordu.  Kıyı boyunca günlük yürüyüşümü yapıyordum.  O saate kadar kendi içimde gezip dolaşmaktan fena halde
yorulmuştum doğrusu. Gün batımına yakın, dışarıya fırlamış doğanın tadını çıkarıyordum artık.  Benim için günün en güzel zaman-
larıdır o anlar.  Adımlarımı atarken; karşı kıyının yanmaya başlayan ışıklarını; yanımdan geçen, elele tutuşmuş, ayakları yerden kesilmiş sevgilileri; iskelede balık tutan yaşlı birkaç kişinin yakaladıkları minik istavritleri, bacaklarına sürtünen kuyrukları dimdik kedilere vermelerini ve o güzel varlıkların, birbirlerine hırlayarak ganimetleri kapışmalarını görmek çok hoş oluyordu.  Ölü dalgaların 
üstünde yalpalayarak dinlenen aylak martılar boş kursaklarıyla insanlara bakıyor ve hala bir kaç simit parçası atılır ümidiyle bekleşiyorlardı.
       Hele o devasa kauçuk ağaçlarında yer kavgası yapan, bütün gün birazcık kırıntı peşinde koşmaktan yorulmuş binlerce serçenin bir koro halindeki cıvıltıları yok mu, bayılıyordum bu minik şeytanların şamatalarına. Kısa bir süre sonra da, güneşin ufuk hattına yaklaşacağını ve o muhteşem fırçasıyla bulutları değişik tonlarda kızıllıklara boyayacağını biliyordum.  Seyri doyumsuz bir tab-
loydu.   Kısacası, yaşamın bütün güzellikleri durdurak demeden tarifsiz bir neşeyle saldırıyordu her tarafımdan.
       Sabah idmanlarında askerlerin “kaaraa baasmaa iz olur…” türküsünü bağırarak koşmaları gibi, ben de nereden aklıma gelmişse 
gelmiş  “şekerli misin vay vay, kaymaklı sın vay vay, yoksa sende benim gibi sevdalı mısın” türküsünü  tempolu adımlarıma uydur-
muş fısıldıya fısıldıya hızla yürüyordum. 
       Birden telefonum çaldı.  (Nedense hep böyle derler.  Sanki tlf. birden çalmazda önceden  yavaşca haber verir.)   Baktım, arayan 
Timur’ du.  Ne kadar iyi kalpli bir çocuk dedim kendi kendime.  Önsezileri çok kuvvetliydi kesinlikle.  Benim keyifli olduğumu hissetmiş, bundan kendisine de pay çıkarmak istemişti herhalde.
 
       “Merhabaa Timur’ cuğum, ben de tam seni düşünüyordum” diye sevinerek konuşmaya başlamıştım ki onun çok soğuk bir sesle 
“kes tıraşı kes” dediğini duydum.  Çok kızgındı.  Ben “abi bir hatam mı oldu, ne yaptık ya? ” derken “bak bir de hatam mı var  diye 
soruyor şuna bak yahu,” diye parlayınca işi gırgıra döktüm.  “Hatasız kul olmaz, hatamla sev beniii, dermansız dert olmaz…” diye yılışmaya başlamıştım ki, “sus be adam” diye bağırdı.  Keyfim yerinde ya illa karşımdakini de neşelendireceğim, “o zaman Sezen’ in sen de benim hatalarımdan birisini  söyleyeyim” dedim.  Ancak baktım karşıdan fena bir kalay gelecek, hemen ekledim:
 
       “N’oldu yahu, bir şeye mi canın sıkıldı?” diye sordum.
       “Bırak allahını seversen,” dedi.  “Ne ya diline takmışsın beni, ikide bir sataşıyorsun,” diye devam etti.  Fakülte günlerinde maç 
yaparken yok efendim çift vuruşun ikisini de o atacakmış mış  (eminim çift vuruşun ne olduğunu hâlâ bilmiyordur,)  yok maç bittiği 
halde kaleye koşup gol atmış mış ve bunun gibi daha bir yığın palavra sallamışım yine son yazımda. 
 SALI3
      “Ayıp yahu…” dedi.   Çoşmuştu.  ” Neler uyduruyorsun. Çok gönül koydum sana.”    Ben de:
      “Bak kardeşim, beni üzüyorsun.  Bir iki satır yazı için yaptığına bak,” dedim ve devam ettim:
       “Üstelik sen unutmuşsun ama bunların hepsi gerçek…”
       “Hayır efendim hiç bir şeyi unutmuyorum,” diye bağırdı.  Sonra durakladı ve boğazını temizleyerek mırıldandı.  
 
       “Gerçi bu aralar bazı anıları ve isimleri hatırlamıyorum ama…”
       Soluk almak için durduğu anda fırsatı kaçırmadım:
       “Bak gördün mü, unutuyormuşsun işte.  Timur, unutkanlığın varsa gotu kola(*) iyi gelir sana.”   (Bence ilginç bir öneriydi.)
       “Ne dedin?”
       “Gotu kola, gotu kola…”
       “Terbiyesizleşmenin alemi yok, ağzını topla.”  diye gürledi.  “Ne o öyle  g.tü kolla lafları falan.”  Yine celâllenmişti.
 
        Mızmızlanan çocuğuna; yarı sevgi, yarı tehdit dolu bir ifade ile “bak yavrum…”  diye konuşan babanın ses tonuyla:
        “Timur’ cuğum, canım benim, sözlerimi yanlış yerlere çekme.  Ben masum bir bitkiden bahsediyorum.  Çayını veya tabletini 
içmek belleği güçlendiriyormuş.  Hintli’ ler her gün 2-3 gotu yaprağı yersen fil hafızan olur derlermiş.”
      “Bana bak, sabah sabah tepemi attırma.”  diye bağırdı.  (Türkiye’ de akşam olduğunu unutmuştu.)  “Oraya gelirsem filin hafıza-
sını da, hortumunu da gösteririm ben sana, ödün patlar…”
       Haydaa… Nereden söyledim yahu diye kendime kızdim.  Hay dilimi eşek arısı soksaydı da bu sözcüğü etmeseydim derken 
ağzımdan kaçıverdi:  “Eşşek… eşek şeyii…”
       “Ne dedin, ne dedin?”  Çıldırmıştı sanki.
       “Eşek otu yağı dedim; sakinleştiriciymiş, şişmanlığa ve MS. e de iyi geliyormuş.”  Neyse toparlayabilmiştim.
       “Sana da, sığır kuyruğu iyi gelir…”  diye yanıtladı.   Misilleme hemen gelmişti. 
        Bu seferde ben  çok kızdım:
       “Sen hiç boğa dikeni yedin mi, boğa dikeni?”
       “Yemedim ama ben sana makadam yemişi yedireyim de gör bakalım…”
       “Hadi oradan jüt…”
       “Sensin jüt, domuz otu…”
       “Yürrü yaban turpu….”
        “Bal kabağı…”
       Aslında bu şifalı bitkiler işinden hiç anlamam.  Ne Latince adlarını, ne yararlarını bilirim.  Fakülte günlerimden de kala kala
botanikten (allium cepa -soğan,)  zoolojiden de (rana pipiens -fare) kalmıştı.  Bir kaç gün önce kitaplığımı karıştırırken Amerika-
lı bir herbalistin -Yeşil eczane(*)-  diye bir kitabı elime geçmişti.  Öylesine karıştırdığım sayfalarından gördüklerimin bazılarını 
Timur’ a bağırarak söylüyordum ama anlaşılan o da boş değilmiş ki anında yanıtlıyordu.
 
       Artık kızgınlık had safhaya varmış ve biz iki yetişkin adam birbirimize verip veriştiriyorduk.   Kıyı boyunca yürürken, böyle  
tuhaf sözcüklerle bağırarak konuşmam etrafımdakilerin de ilgisini çekmişti.  Hakkımda kimbilir neler düşünüyorlardı.  İş daha 
kötüye gitmeden havayı yumuşatmaya karar verdim. 
 
       “Bak civan perçemim, yani civanım.  Sakin olalım. Aslında ikimize de bir sinir otu çayı gerekli şimdi,” dedim.  
       “Ya da melek otu çayı.”  
         Bunların faydası olur mu olmaz mı bilmeden atıyordum.  Yeter ki karşımdaki, sinirinden kıpkırmızı bir küp gibi olmuş 
(tahmin tabii)  adam gevşesin.
     
       Hayretler içersindeydim.  İki gün öncesine kadar limonlu yeşil çay ve sade kahve kategorisinde olan ben birden buralara 
nasıl gelmiştim.    Şu insanoğlu sağlığı aşkına neler neler içiyor diye aklımdan geçirdim.
 
      “Oğlum bize en iyi gelecek şey kakule, kakule..” dedi keh keh gülerek.  Arap kültüründe bu bitkinin yüzyıllardır afrodisyak 
olarak kullanıldığını duymuş.   Kahvelerine hep bir parça kakule katarlarmış.  Bir arkadaşı kullanmış.
       “Yohimbe daha yararlı diyorlar, pek bilmiyorum ama…”  Ben de bir arkadaştan duydum diye ekledim.    
        (Bunları nedense hep arkadaşlar kullanır.)
 
        Bir kahkaha attı.  Çok şükür keyfi yerine gelmişti.
        “En iyisi pantalon patlatan oğlum,” dedi.  Hiç böyle bir şey duymamıştım.
        “Pantalon patlatan ne yahu?” diye sordum.
        “Anlaşılan sen çok cahil kalmışsın bu konuda.  -Rompe caizon- u işitmedin mi?  Rom’ a yedi çeşit kurutulmuş ağaç kabuğu 
katılarak yapılan bir içki, ne dersin deneyelim mi?”  diye kahkaha attı.  Kemik, kemik diye de anlayamadığım bir laf ekledi.  Ben de;
        “Çin topu mu min topu mu bir şeyler duydum, Tibet viagrası da diyorlar bilmiyorum ama”  diye araya girdim.
         
        Biraz sonra karşılıklı esprilerle ortamı düzeltmiştik.  Bir kahkahalar bir kahkahalar.   Havada matkap, kemik, dipçik sözcükleri
uçuşup duruyor.  İnsanlar tuhaf tuhaf bakıyorlardı.  Konuşmayı sonlandırmanın zamanı geldi dedim içimden.    Olabildiğince ciddi-
leştim ve sesime kendimce bilimsel bir hava verdim:
        “Timur’ cuğum;  bak sen yine de önerimi unutma sakın…”
        “Neymiş o?” diye neşeyle yanıtlamıştı.
        “Gotu kola, gotu kola…”
        “Gıcık herif.  Allah senin şeyinin şeyini şey etsin e mi,” dedi ve tlf. u kapattı.
 
         Bu defa kızmamıştı.
  Salih R. Yurtbaşı 
 SALIH4
        (18 Aralık 2012 Mersin)
 
 
(*) Gotu kola: Maydanozgillerden, Hint kökenli bir bitki. Sakinleştirici
                          günde 2-3 komprime olarak alnıyor. Çayı da içilir. Bir
                          cilt sorununda da kullanılıyor.  Madecassol merhemi
                          içeriğinde de bolca bulunuyor.
(*) Yeşil Eczane.  Dr. James A. Duke The Green Pharmacy
 
       Eşek otu (Oenothera biennis): triptofan ve gamma linoleik asit içerir zayıflatıcı
Sinir otu (Plantago): polifenol ve mucilage içerir. Zayıflatıcı
Boğa dikeni (Silybum marianum): silmarin içeriyle safra çözünürlülüğünü arttırır.
     
 Wasabi (japon hardalı) :  kanserden koruduğu,alerjiye iyi geldiği, kan pıhtılaşmasını azalttığı iddia ediliyor.
 
Zerdeçal (curcumin) : alzheimer, diyabet, kansere karşı.  Antioksidan.
Çin topu: amerikan ginsengi

 

Leave a Reply

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s

%d bloggers like this: