ALO ALO DİKKAT DİKKAT…
– Allah senin belanı vere! dedi Zahide abla, karanlıkta elini beyaz perdeye doğru tokat atar gibi sallayarak.
– Yerin yedi kat dibine giresin işşşallahhh! diye tamamladı ablası Hamide.
Çekirdek çıtlamaları birden bire kesilmiş, beddua faslı başlamıştı Esendam sinemasında. Öyle ya, zengin oğlan kendisine aşık olan saf ve temiz fakir kıza ihanet ederken hala çekirdek mi çinteceklerdi yani?
Bedduacılar korosu solistlerinden Feride abla ise onlardan geri kalmamak için, elindeki bir avuç haşlanmış karpuz çekirdeğini beyaz perdeye doğru fırlatarak,
– Gözlerin çıksın işallahhhh! Bi daha o kızı göremeyesin dümbük! diye katıldı beddua ekibine. Fırlatılan çekirdeklerden rahatsız olan ön sıralardan bir oğlan geriye dönüp,
– Noo’luya yaa? diye bağıracak oldu,
– Sus be, dedi Feride, görmüyon mu pezevengin kıza yaptığını? Erkek milleti değil mi, Allah hepinizin belasını versin!
Söylediğine, söyleyeceğine bin pişman olan oğlan önünde döndü ve sesini kesti.
Çocukluk yıllarımda ben sadece yakın çevremizdeki sekiz-on sinemanın varlığını bilirdim. Ama, rivayet ederler ki, 1960’lı yıllarda Adana’da açılan yazlık sinema sayısı yüz taneyi geçmişmiş. İnanmak gerek, zira o zamanlar gündüzleri sıcaktan sokağa çıkılamayan Adana’da sinemadan başka gece eğlencesi yoktu ki. Hem serinlemek, hem de film seyretmek için insanlar haftada en az iki gece sinemaya giderlerdi. “Niye, yazlık sinemada klima mı vardı da orada serinliyorlardı?” gibi bir soru aklınıza gelebilir. Nerdee? Klimanın ne olduğunu bile bilen yoktu ki o zamanlar. Peki serinlik nereden geliyordu o zaman?
“Aaalaluuu, aaalaluuuuu, dikkaaatt, dikkaaaat….. Bu akşam yazlık İstiklal sinemasındaaa iki film birdeeennnn…. Sazlı Damın Kahpesiiii veee Ateşten Gömleeek!
“Aloooo, alooooo, dikkaattt, dikkaattt…. Bu akşam Dünya sinemasında “Baytekin Başka Dünyalardaaaa…. Renki Türkçe sinemaskop, otuzaltı kısım tekmili birdeeennnnn…. Senenin en güzel ecnebi filmi sinemamızdaaaaa!
Alışık olduğumuz anonslardı bunlar. Sinemaların çoğu Türk filmi oynatırdı ama en son yabancı filmleri bile Türkiye’de ilk defa seyretmek Adana seyircisine nasip olurdu. Bu şans Adana’daki seyirci kültür düzeyinin İstanbul veya Ankara’dakilerden daha yüksekte olduğundan kaynaklanmıyordu elbette. Sinema sayısının fazlalığı ve yaz aylarında Adana halkının eğlenecek başka yer bulamadıklarından, hangi film oynarsa oynasın, sinemalara akın etmeleri sebebiyle oluşmuştu sadece. Bu nedenle o zamanlar Adana şehri yeni vizyona giren hem yerli hem yabancı filmlerin test merkeziydi. Eğer sinema hafta boyu seyirci ile dolarsa , film İstanbulda çoğaltılıp diğer şehirlere de gönderilir, film tutmazsa ilk birkaç kopyadan fazlası yapılmaz, vizyondan kaldırılırdı.
Hangi sinemaya gidileceği tartışması genellikle akşam üzeri başlardı kadınlar arasında. Zira o saatlerde at arabası üzerine çatılmış kartelalardaki afişlerle dolaşan çığırtkanlar mahalle aralarına girer ve hepsi de kelime değişikliği yapmadan, ama kendi tarzlarında, “Alo alo, dikkat dikkat…” diye başlarlardı tanıtımlarına. Ellerinde de borazan gibi tuttukları tenekeden yapılmış bir ilkel megafon bulunurdu. Bu koni şeklinde iki ucu açık megafonların (tek elle tutulabilmesi için) mutlaka bir kulpu olur, dudaklar içine girsin diye de dar tarafına kısacık bir ters koni lehimlenirdi. Kullanım amacı ayrı olsa da, bu teneke megafonları portatif mangal bacası diye de kullanmak mümkündü, zira şekil olarak pek bir farkları yoktu.
At arabalarını film duyurusu için mahallelere gönderen sinemacılar, güneş batmaya yüz tuttuğunda sinemalarını süpürtmeye, temizletmeye, yerleri sulatmaya başlarlardı. Sulama sırasında sandalyeler de ıslanır ve üzerlerindeki su damlacıklarının buharlaşması sonucu yerdeki ıslak çakıllar gibi sandalyeler de serinlerdi. Yerler serin, sandalyeler serin, biraz da esinti oldu mu Adana’lılar hasretini çektikleri havaya kavuşurlardı bu sinemalarda! Üstelik film başlamadan önce yayınlanan şarkıları dinleme keyfi de cabası!
Sinemacılık işi fazla bir yatırım istemezdi. Yazlık sinemaların bazıları toprak arsada, bazıları ise büyük binaların düz beton damlarında yapılırdı. Karşıda beyaza boyalı, yerden yüksek düz bir duvar (ki bu sahne oluyor), onun uzak karşısında ise küçük bir makinist dairesi bulunurdu. Arkasındaki kapıya incecik bir merdivenle çıkılan makinist odasının diğer üç duvarında kare şeklinde küçücük üç pencere bulunurdu. Öndeki pencere görüntünün makineden perdeye (perde değildi ama “perde” diyelim artık) yansıtılmasına, diğer ikisi ise havalandırmaya yarardı. İçerideki (makinistlerin o zamanki gözdesi) “Iskra” marka siyah boyalı sinema makinası “tırrrrrr” diye ses çıkartarak çalıştığından, mecbur olmadıkça seyirciler makine odasına yakın oturmak istemezlerdi. Makinist olmak da kolay değildi haa! Elektrik kesilir, seni suçlarlar. Film kopar, sana küfrederler. Kopan bir filmi bir kere olsun asetonla yapıştırın bakalım da, bu iş kolay mı zor mu anlayasınız! Üstelik, makinenin sıcaklığı bir yandan (ki parlak ışık elde etmek için o zamanlar kurşun kaleme benzer iki kömüre artı-eksi elektrik verilip makinenin içinde burun buruna yanmaları sağlanırdı), seyircinin sabırsızlığı bir yandan, havasızlık bir yandan… Sinema makinesi makinisti olmak zordu ama toplum içerisinde saygınlığı da bir başkaydı yani. Belki de bu nedenle o kadar meşakkati çekiyordu makinistler.
Orta yerde sıra sıra tahta sandalyeler, herhangi bir malzemeden yapılmış iki adam boyu çepeçevre dört duvar ve de girişte ufacık bir gişe oldu mu al sana bir yazlık sinema! Ha, bir de illa ki büfesi olacak! Genellikle sahnenin altında olan bu sinema büfeleri ya kiraya verilir veya bizzat sinema sahibi tarafından işletilirdi. Büfe deyince sakın birçok yiyecek içeceğin satıldığı şimdiki büfeler gelmesin aklınıza. Satılanlar sadece fındık-fıstık (özellikle kabak çekirdeği ve kaynatılmış karpuz çekirdeği) ve de beyaz gazozdu, hepsi bu kadar. (Çok sonraları, önce “Asri Dondurma” sonra “Eskimo” diye adlandırılan (ve İstanbul’da “Frigo” diye bilinen) dondurma da satılmaya başlandı sinemalarda. Adana’da yaygın adı Eskimo olan bu dondurma, küçük kalıplarda dondurulan limonata veya vişne suyundan başka bir şey değildi ve sonraları mahalle aralarında tahta kutularda satılmaya başlanıp bir iş sektörünün doğmasına sebep oldu, hem de kaymaklı-limonlu dondurma ile Adana’nın meşhur karsambaç’ına ciddi bir rakip olarak.
Bir bacağını oturduğu tahta sedirden aşağıya sallandıran Makbule hanım elindeki karton parçasını yelpaze gibi kullanarak serinlemeye çalışırken karşı komşusu Zebellah Zekiye’ye seslendi:
– Kıızzz Zebooo! Akşama hangisine gidiyon?
“Zebellah”, Zekiye’nin mahalleli tarafından layık görülen lakabıydı. İri yarı olmasıdan ve biraz da korkunç görünümlü olduğundan bu lakap verilmişti ona. Kendisine “Zebellah” veya “Zebo” denilmesine hiç kızmazdı, gülüp geçerdi. Boyu karısından bir karış kısa olan kocası Memduh, iş buldukça inşaatlarda çalışır, boş zamanlarında ise kahveye filan gitmez, evde otururdu. İki kızları vardı. Daha paralı aileler bile okul masrafından yakınırken, bunlar ne yapıp edip, bir şekilde iki kızlarını da okula gönderiyorlardı ve oturdukları kira evinde kıt-kanaat ama mutlu bir hayat sürdürüyorlardı. Herkes gibi onlar da sinema tutkunuydular.
– Valla bilmem, dedi Zebo, Halk Sinemasına yeni bi film gelmiş, ağlaya ağlaya bir oluyormuşun, iki mendil yetmiyomuş diyolar. Belki ona giderik akşama..
– Kız, bana da haber et ha, beraber gidek.
– Olur da, yalnız geçen seferki gibi orada beddua edip bizi rezil etmeyesin ha!
– Neeyy? Niye irezil olacakmışık? Eşşoolu eşşek fidan gibi kızı iğfal ediyor irezil olmuyor da ben ona bela okuyunca mı irezil oluyoruk. De get sende be!
Seyircinin büyük bir bölümü, özellikle kadınlar, sinemayı seyretmez, onu “yaşarlar”dı! Onlar için seyrettikleri her şey gerçekti. Acıklı bir sahnede salya sümük ağlarlar, basit bir komik harekete katıla katıla gülerlerdi. Kısacası tüm hislerini devreye sokarak film mizansenine dahil olur, orada yaşamaya başlarlardı. Bu kadarla kalsa iyi, eğer filmden çok fazla etkilenmişlerse, haftalarca da yorumunu yaparlardı. Hele bir de öyle tipler vardı ki aralarında, Pazartesi günü, yani yeni bir filmin sinemada ilk oynadığı gün, herkesten önce sinemaya giderler, ertesi gün rastladıkları herkese, en ince detayına kadar ve kendi yorumlarını da ilave ederek, baştan sona filmi anlatırlardı. Yani bunları dinleyince filmi seyretmişten öte olurdun! Peki, filmin sonunu öğrenenler sinemaya gitmekten vazgeçerler miydi? Hayır, bilakis filmin reklamını izlemiş gibi hemen o akşam sinemaya koşarlardı! Böyleydi işte o zamanki seyircimiz.
Genellikle mavi renge boyalı sandalyeler, her zaman aynı hizada durabilmeleri için, sekizerli-onarlı grup olarak tahta çıtalarla arkalarından birbirlerine çakılırlardı. Makinist dairesi ile sahne arasında genişçe bir yürüme yolu açılır , birbirine çakılı sandalye sıraları ise sağa ve sola dizilirdi. Oturanların önünden gazozcuların rahat geçebilmesi için ise sıra araları biraz geniş bırakılırdı.
– Kim lan ayağını titretip duran? diye bağırırdı adamın biri bazen. Anında kesilirdi titreme. Belli ki arka sıralardan birisi önündeki sandalyeye ayağını dayamış, titretip duruyor ve birbirine çakılı sandalyede oturan tüm ön sıradakiler hep beraber küçük bir deprem yaşıyorlar!
– Lan gazozcu! diye bağırırdı kadınlar genellikle, yarım saattir ne önümde dikilmiş duruyon, biraz da o yannı getsene oolum, filim bitti daha bişey göremedik lan!
Gazozcular film boyunca aralarda dolaşır satış yaparlardı. Film başlamadan önce “buz gibi gazuuuzz” diye bağırılar, film başladıktan sonra ise ellerindeki metal açacakla şişelere vurararak yerlerini belli ederler, “Hiişşşt, hoop” diye seslenen seyirciye gazoz verirlerdi. İşin can sıkıcı yanı karanlıkta yapılan bozuk para muhabbetiydi. Bu nedenle genelde gazoz karanlıkta verilir, parası ışıklar yanınca alınırdı. Ne güzeldir ki, kimse borcunu ödemeden sinemadan çıkmazdı! Bilirlerdi ki ödemedikleri her kuruş sinemacının ya da büfecinin değil, satış yapan fakir çocuğun cebinden çıkacaktı!
Biz İstiklal mahallesindeydik, dayım gil ise (sonraları adı Doğumevi Caddesi olan) Hergele Yolu’un ayırdığı Yeşilyuva mahallesinde otururlardı. Tek çocuk olduğumdan dolayı, yalnızlığımı gidermek için, her fırsatta hepsinin yaşı benden büyük olan dayı çocuklarımın yanına koşardım. İkiyüz adım kadar uzaktaydılar zaten. Zeki Müren’in radyoda söylediği ilk şarkı olan “Bir Muhabbet Kuşu’nu” hepsinin radyo başına üşüşmeleri sonucunda dinleme şansını yakalamış ve onlarla beraber ben de Zeki Müren hayranı olmuştum. Bir gün bitişiklerindeki boş arsaya topraktan iki katlı bir ev yapılmaya başlandı. Yenice ilçesinin köylerinin birisinden gelen bir ailenin yanlarındaki arsayı alıp ev yapmakta olduğunu söylediler. Bu kargı kamışı ve çamurdan yapılan evlerin inşaatı öyle fazla uzun sürmezdi. İki haftada, bilemediniz üç haftada, o da olmadı, taş çatlasa bir ayı bulmayan bir sürede içerisine girer otururdunuz.
Kısa bir süre sonra yapımı biten bu eve taşınan ailenin kızları Leyla ve oğulları Yılmaz benim “abi-abla” bildiğim dayı çocuklarımla arkadaş olmuşlardı. Hepsi 16-20 yaşlarında olduklarından taydaştılar ve iyi anlaşıyorlardı. Aslında İstanbullu olan yengem Behiye Hanım Adana’da yapılmayan türde değişik yemekler yapıyor ve Leyla’yı çağırarak mutlaka onlara da bu yemeklerden birkaç tabak veriyordu. Bu değişik yemek ve tatlıları en çok Yılmaz’ın sevdiğini ve hatta bazen “Bugün Behiye teyze bir şey göndermedi mi” diye sorduğunu söyleyen ablası ile bizimkiler Yılmaz’la dalga geçer gülüşürlerdi. Ben o zamanlar daha sekiz yaşlarında filan olduğumdan Leyla abla ve Yılmaz abi ile konuşmuşluğum hiç olmamıştı. Ama, Yılmaz’la ilgi bir şey dikkatimi çekmiş olmalı ki bir gün dayımın oğlu Akif abime,
– Yılmaz abi bisiklet almış, sen niye almadın? diye sordum.
– O bisiklet Yılmaz’ın değil, sinemacı Recep’in bisikleti, Yılmaz onunla geceleri film makarası taşıyor, dedi. Yazlıklar kapanınca geriye verecek.
O zamanlar sinemalar genellikle iki film oynatırlardı. Birinci filmi bitiren bir sinema elindeki makarayı uzakça bir semtte aynı filmi oynatacak başka bir sinemaya gönderir, kendisi de oradan gelecek ve ikinci film olarak oynatacağı diğer sinemanın birinci film makarasını beklerdi. Film değiş tokuşu kısacası. İyi de onbeş dakika kadar verilen arada nasıl olacak bu değiş-tokuş? Bisikletli çocuklarla tabii ki. Şimdiki sırt çantalarına benzeyen bezden yapılmış çantalara yerleştirilen ağır film makaralarını sırtlayan gençler, bisiklete atlar, gecenin karanlığında sinemalar arasında mekik dokurlardı. Birçoğu eski püskü olan bu bisikletlerin bazılarında fren de yoktu, binici bir ayağını ön lastik tekerleğe sürterek durabilirdi ancak. İşte sonradan Yılmaz Güney olarak tanınacak olan bizim kavruk, esmer Yılmaz Pütün abi de geceleri bu işi yapmaya başlamıştı yaz aylarında. Ne yapsın, okul masrafı ve harçlık kazanma çabası! Mahalledeki diğer gençlerden hiçbir farkı olmayan Yılmaz abinin varlığını çoğu zaman fark etmezdim bile. Bir gün ablasının düğünü olacakmış ve Leyla ablası başka bir eve gelin gidecekmiş. Herkes düğün derdinde olduğundan Yılmaz’ı umursayan yok tabii. Behiye yengem dayanamamış, bitişik bahçede yere çömelip sessizce ağlayan Yılmaz’ı teselli etmek için kendi evine çağırmış. Derken dayımın çocukları da gelmişler eve. Bırakmamışlar onu o gece, yengem en sevdiği yemekleri ve tatlıları yapmış ona. Kucakladığı Yılmaz’ın sarsıla sarsıla saatlerce ağladıktan sonra zorla uyuduğunu anlatırdı yengem.
Film makarası taşıma, sinema sahipleriyle ve galaya gelen artistlerle tanışma filan derken film sektörüne geçtiğini söylerler Yılmaz’ın. Yıllar sonra bambaşka bir ortamda karşılaştığımız Yılmaz Güney’le (ortamın müsait olmasına rağmen) oturup eski günleri anacağımız bir sohbet etmediğime hala üzülürüm.
– Abooo, abooo, dedi Cüce Perihan, öyle ağladık, öyle ağladık ki sorma gitsin!
– Demek o kadar güzeldi bu film ha? dedi Bayraklı Semiha.
O zamanlar bir filmin iyi olup olmadığı kadınlar arasında “filmin ağlatabilme derecesi” ile ölçülürdü. Ağlatmayan filme film denmezdi ki zaten! Film dedin mi en az iki mendil ıslanacak!
– Abla, ne diyorum sana ya, film başladı bitti gözyaşları sel, sel… Mendil ney ki? Havlu yetmez havlu…
Geçenlerde, eski siyah-beyaz filmleri oynatan bir televizyon kanalında rastladım bu “sular-seller gibi gözyaşı akıttıran” filmlerden bir tanesine. Sabrettim, sonuna kadar izledim. Ağlamak mı??? Sadece güldüm, zamanında ne kadar salakmışız diye!
Ama yine de, sıcak bir Adana gecesinde, ıslak toprak kokusunun dalga dalga yükseldiği o eski yazlık sinemaların birisinde, üzerindeki suyun yarısı henüz tam kurumamış mavi bir sandalyeye oturmuş, çekirdek çintip gazoz içerken, “Sarıyer’in turplarııııı” diye gürleyen Dümbüllü İsmail’i seyredip serinlemek isterdim!
Adil Karcı – 09 Haziran 2014