Birkaç tanesi dökülmüş olan tütün sarısı dişlerini göstere göstere “Buyursun abilerim” diyerek her iki elinde birer halka tatlı ile dükkana giren seyyar satıcıya “Ne o? Bu gün havanda değilsin herhalde Refik efendi? Beleş meleş derdin hergün?” diye sordu fotoğrafçı İsmail, kafasını rötuş yapmaka olduğu negatiften kaldırarak.
“Boşver abi be! dedi tatlıcı Refik “Az canım sıggın, gafam yerinde deel de ondan herhal.” Tatlıcının bir avuç büyüklüğünde, kare şeklinde kesilmiş beyaz ambalaj kağıdı ile tutarak uzattığı halka tatlıyı almakta tereddüt ettiğimi gören İsmail usta “Rahatlıkla ye abi, Refik efendi çok temiz ve titizdir, tatlının şekil bozukluğuna bakma, ye de bak” derken Refik lafa girdi “He valla, gızartma yağını neyim iki gere gullanmaz benim gelin, hemi şiresi de hagiki şegerdir, kılikoz, zaharin neyim de bilmek biz.”
Türkiye’de henüz renkli fotoğraf baskısı yapılmadığı (ya da en azından Adana’da yapılmadığı) o zamanlar renkli fotoğraf baskısına merak sarmış, zar zor da olsa, yurt dışından renkli filimler, kartlar ve kimyasallar getirtmiş, karanlık odaya çevirdiğim banyomda renkli baskı denemelerine girişmiştim. Biraz başarı sağladıktan sonra banyodan bozma karanlık odanın bu iş için yeterli olmadığının farkına varmış, karşı komşum fotoğrafçı Mahmut abi’ye bu denemelerim için dükkanının karanlık odasını ve içerisindeki cihazları kullanıp kullanamayacağımı sormuştum. Aldığım “Dükkan senin, istersen git yak!” cevabının üzerine her fırsatta fotoğrafhaneye gidip meşgul olmadığı saatlerde karanlık odasında denemelerime devam etmeye başlamıştım.
1960’lı yılların sonuna doğru, tablalarda satılan çağla bademin yerini can eriğine bırakmakta olduğu Mayıs ayının ilk günleriden birisiydi işte o gün. Mahmut abinin ilk kızının adından esinlenerek “Foto Gül” ismini verdiği fotoğrafhanesinin giriş kapısına yakın bir yerde oturmuş, karanlık odada banyo işlemini bitirdiğim renkli filimlerin kurumasını beklerken bir yandan dükkanın küçük ortağı olan İsmail usta’nın sonsuz bir sabırla yaptığı rotüş işlemini izliyor bir yandan da onunla laflıyordum. Zımpara kağıdına sürerek toplu iğnenin ucu kadar sivrilttiği kurşun kalemi ışıklı panodaki siyah-beyaz bir negatif film plakasına belli belirsiz değdiren İsmail usta bana bu işin inceliğini anlatmakla meşguldü “Kalem nokta olarak değecek abi, çizersen olmaz” diyordu ki Kuruköprüdeki Sümerbank Fabrikasının tam karşısında olan bu dükkanın önünde mola veren tatlıcı Refik efendi önce içeriye kafasını bir uzatmış ve sonra da kimseye sormadan tatlıları getirmişti. Tatlılarını dizdiği el arabasının üzerindeki kalaylı bakır tepsiyi cam muhafaza ile kaplatmış olması temizlik açısından güven vermişti bana. Beyaz önlüğü ve omuzundaki el silme havlusu da keza tertemizdi Refik efendinin.
Her ne kadar çevik el-kol hareketleri ile kendisini dinç göstermeye zorlasa da, alnındaki derin çizgiler, çökük avurtlar, kırış kırış yanaklar ve ferini kaybetmiş gözler altmışı geçmiş olan yaşını bariz bir şekilde ele veriyordu Refik’in. Bize “abi” diye hitap etmesi bir saygı göstergesiydi sadece. Kültürünün ve sosyal statüsünün yüksek olduğu varsayılan kişilere “abi” denirdi o zamanlar, gerçek yaşları dikkate alınmadan. “Abi” denilen kişi de, saygılı biri ise eğer, mukabil hitaplarında karşısındakinin isminin arkasına bir “efendi” veya “ağa” ünvanı eklerdi.
“Otur Refik efendi, bir sigara tellendir, nefeslen hele” dedi İsmail usta ve dönüp çıraklara seslendi “abinize bir soğuk su getirin oğlum.” Çekingen bir şekilde karşımdaki tabureye ilişen Refik efendi, cebinden çıkarttığı tabakadan aldığı tütünleri sigara kağıdının üzerine eşit şekilde yayarken sordu;
“Analar-babalar günü diye bişe biliyonuz mu?”
İsmail usta elindeki kalemi bırakıp “o da ne?” gibilerde bana bakarken ben “Var, anneler günü de var, babalar günü de var, her ne kadar ben kutlamadıysam da var. Sanırım Amerika’da başlamışlar kutlamaya ama bizim buralara gelmedi herhalde daha” dedim. Gerçekten de duymuştum ama ne ben ne de çevremdeki hiç kimse böyle bir kutlama yapmamıştık henüz. “Peki, niye sordun?” dedi İsmail.
“Yaa, benim torun Mine, eligizi öper hani var ya bi dene gız, öretmeningden duymuş, analara babalara o günnerde hedaye neyim alınırımış. Haftaya analar günüyümüş. Torun benden para istedi, anası daha hiç çarşı ayaggabısı geymez imiş, hep gapgara Ermenek lastiği geyer imiş, analar gününde anasına ilg dafa bi çit deri ayaggabı alıcı ımış. Bir ay sonra da babalar günü varımış, ona da yeni bir dıraş fırçasıynan ayna alıcı ımış.”
“Bunun için mi ‘Datlılar keleşşş, parasını verene beleşşş’ diye bağırmadın bu gün?” dedi İsmail usta. “He ya”, dedi Refik “en aşşaa yirmi kaat ilazım şindi.” “Allahına kurban” diye güldü İsmail Usta, “senin için bu dert mi be? Yastık altındaki tomarlardan çıkart biraz ver de çocuğun gönlü olsun!” Bu şakaya karşılık vermeyen Refik, elindeki sigaradan derin bir nefes çekti ve damdan düşer gibi “Serkisof cep sahatına ihtiyacı olanıgız var mı?” deyiverdi. “Hediye mi edeceksin?” dedi İsmail. “Yoh, satacın!” dedi ve yelek cebinden aşağıya sallanan zinciri yukarı çekerek cebindeki saati dışarı çıkarttı, ayrıca sarmış olduğu kırmızı kadife parçasını açıp saati zincirinin ucunda sallandırdı ve “aha bu” diyerek bir İsmail ustaya bir bana doğru rakkasladı. Zincirin diğer ucunu yeleğinin iliğinden ayırdığı saati bana uzattı, aldım, anlarmış gibi evirdim çevirdim, üzerinde kabartma lokomotif resmi olan kapağını açtım, kadrandaki yazıları inceledim ve “Türkçe ‘garanti’ yazıyor, Türk malı mı bu?” demek gafletinde bulundum. “Anlamayanın eline yakışmaz” dercesine saati elimden hızla geri aldı ve “Ne diyon sen bey? Bu gördüğün urus (Rus) yapımıdır. Ağırdır mağırdır amma, İsviçre malları bunun yanıngda ancak muştuluk deyin verilir!”
(Sonradan öğrendiğime göre, ‘İsviçre malları bunun yanında daha değersiz olup promosyon olarak bedava dağıtılabilir ancak’ demek istemiş). Gedin sahatcılara sorun, Zenit var, Kortobert var, Bentini var, Golana var… Hepsi de Demir Yollarının. Onnar kaç para, bu kaç para? Sorun bahın!”
“Dur hele dur” dedi İsmail usta “müşteri olmadık daha, ne reklam edip duruyorsun?”
Hem alsak kaça verecen?”
“Bilmem ki?” dedi yere bakarak “bana sadece yirmi gayme ilazım, o gadar olsa yiter”.
Bir ara Devlet Demiryollarında geçici işçi olarak çalışırken bir makasçının kendisine hediye ettiği ve gözü gibi esirgediği bu yadigarı paraya çevirme kararını bizimle konuşurken vermiş olduğu besbelliydi. “Neyse, hadi eyvallah” dedi kalktı dışarıya çıktı, hiçbirşey satmıyormuş gibi sessizce tek tekerli tablasını sürerek uzaklaştı. Az sonra gayri ihtiyari dışarıya çıkıp arkasından baktım, sol ayağı belirgin bir şekilde aksıyordu.
Tekrar içeriye girdiğimde ben sormadan İsmail usta anlatmaya başladı. “Abi bu Refik var ya, aslında çok düzgün bir adam. Parası olmayana tatlı hediye eder, fakir çocuklarına bedava tatlı dağıtır. Karısı hastalanıp vefat edince, dayanamamış Tufanbeyli ilçesindeki evi satıp oğlunu ve gelinini alıp gelmiş buraya. Önce oğluyla inşaatlarda çalışmışlar. Sonra sıvacılık öğrenmişler ve ekip kurup sıva işleri yapmaya başlamışlar. Bir gün iskele çökmüş. Oğlanın beli kırılmış, yatalak olmuş, bununsa sol ayak gördüğün gibi… Baba oğul çalışamaz olunca gelini tatlı dökmeyi öğrenmiş, Refik efendi de satmaya başlamış. İki yıldır hergün gelir yanıma. Çıraklara, kendime, müşterilere ve misafirlere beş on tatlı ısmarlarım ki adam biraz para kazansın. Onurludur da haa… beş kuruş fazla versen kabul etmez!”
Anlattığı hikaye içimi burkmuştu. “İsmail usta” dedim, “sana yirmi lira bırakacağım, yarın yine gelirse, ve de o saati henüz satmamış ise, onu benim adıma kendisinden al. Ama oturdukları evin adresini de yaz ver bana.” Niyetimi anlayan İsmail usta “Abi, dedi, sen bana on lira ver yeter, ben de on lira koyarım, ortak alırız!”
Araya hafta tatili girmiş olmalı ki, fotoğrafhaneye ancak üç gün sonra gidebildim. Dünyada eşi benzeri olmayan(!) o saat İsmail ustanın çekmecesinde, Refik efendinin ev adresi yazılı olan tozlu bir parşömen kağıdına sarılmış olarak duruyordu. “Ne yapacağız bunu şimdi, geri versek almaz da bu ters herif” dedi İsmail usta. “Boş vaktin olduğu bir günü bana önceden söyle, Refik efendi evde yokken oğlunu beraberce bir ziyaret edelim” dedim ve “ama Hazirandan önce olsun haa!” diye de tembih ettim.
Anneler gününde annesine deri ayakkabı hediye edecek olan Mine’nin, bir ay sonra babasına traş fırçası ve ayna hediye edeceği babalar gününde, yatalak oğlunun da Refik efendiye “köstekli Serkisof” hediye edeceği sahneyi hayalimde canlandırarak mutluluk ve coşku ile evin yolunu tuttum. Baktım; baba yadigarı Nacar saat hala kolumdaydı ve sol ayağım da aksamıyordu. Sahi, niye ben ıslıkla Ada Sahilleri’ni çalmıyordum ki yürürken?
Adil Karcı
20.05.2015