KOCAMIŞ KURTLAR
Geçen yaz bir gün akşama doğru, Akdeniz sıcağının sahile veda etmekte olduğu saatlerde, Kızkalesi’ne yakın bir yerdeki yazlık evde gazetleri su gibi içip, çözülmedik bulmaca kalmadığından emin olduktan sonra yapacak iş bulamamış, kıyıda yürüyüşe çıkmıştım. Güneş etkisini yitirmeye başlamış olsa da, hem güneş geçmesin hem de kelleşen tepemi kapatsın diye, kafama bir şapka, üzerime bir T-shirt geçirmiş, kısa pantolon ve spor ayakkabı ilavesi ile mavi ağırlıklı bir üniformaya dönüşmüş olan bir kıyafetle uygun adım yürüyordum. Komşu sitelerin birisinin önünden geçerken voleybol sahasında yaşları 18-20 civarında olan kızlı-erkekli bir gurubun tartışması dikkatimi çekti. Gayri ihtiyari durdum. Zira, konu voleybol olunca benim değil akan suların bile durması gerekirdi. Övünmek gibi olmasın ama (amaan, övünüyor olsam da ne olur ki yani) gençlikte az “cizlavet” marka pabuç paralamadık file önlerinde.
Komşu sitenin voleybol sahası site bahçesinin önünden geçen yürüyüş yolunun tam kenarındaydı, öyle ki; elinize bir düdük alıp yolda dursanız herkes sizi oyuna hakemlik yapıyor zannederdi! Sahanın bir yarısında iki cici kız ve bir yakışıklı bir oğlan, diğer yarısında ise yine iki güzel kız ve iri yapılı iki oğlan oyuna başlamadan önce tartışıyorlardı.
Kızın birisi bas bas bağırıyordu;
– Haksızlık bu, siz dört biz üç kişi. Gofretine bile iddiaya girmem, kaldı ki baklavasına…
Karşı taraftaki sarışın kız da sesini yükseltti;
– Ama geçen gün dörde dörttük, siz açık ara sayıyla bizi yenmiştiniz. Biz basketbolcuyuz, siz voleybolcu. Demek ki bugün üçe dört oynarsak kuvvetler denk olacak. O gün künefeyi şapır şupur götürdünüz, bugün baklavayı biz yesek kıyamet mi kopar? Hem bizim yeneceğimiz de daha belli değil ki?
Başka zaman olsa, henüz oyun başlamamış olduğu için, orada fazla durmaz yoluma devam ederdim ama moda mecmuasındaki resimlere nazire yapmak için giyinmiş gibi görünen tank-top/mini şortlu kızların ve T-Shirt/bermuda pantolonlu oğlanların modern görüntüleri hoşuma gitmişti.
Ben “İşte gençlik böyle olmalı” diye düşünürken dört oyuncusu tamam olan takımdaki bir kız beni işaret ederek;
– Tamam be, tamam, siz de dört kişi olun. Mesela bu amca sizden olsun. Bana döndü;
– Amca sen hiç top oynadın mı?
Tartışmanın aniden bana bulaşmasından dolayı afalladım. “Bana mı sordun kızım?” demek üzereydim ama fark ettim ki etrafta benden başka birisi yok! Salak zannetmesinler diye bu soruyu sormadım ve;
– Eh gençken biraz oynamıştım, dedim…
– Tamam işte, size de dördüncü oyuncu bulundu.
Beni rencide etmemiş olmak için olsa gerek, eksik takımın kaptanı rolündeki oğlan;
– Amca, kabul edersen, gel sen şu arkada dur, atabiliyorsan servis at, dedi.
Ne yalan söyleyim, böyle bir teklifle karşılaşabilmek için değil dualar etmek, kurbanlar bile kesebilirdim! “İstemem, yan cebime koy” misali, “bilmem ki, denerim…” dedim, nazlanarak.
En son voleybol oynadığım tarihten bu yana onlarca yıl geçmişti. Sıçrasam bir karış sıçrayamazdım, yere atlasam bir daha kalkamazdım. Kilo 105, göbek ise benden bir karış ilerde gidiyor! “Niye kabul ettin be adam? Yaş 70! Senin nene gerek bu yaştan sonra top oynamak yahu!” şeklinde içimde filizlenmekte olan pişmanlığı bastırıp kafamdaki şapkayı kenara attım ve girdim sahaya. Topu bana veren bizim takımdaki oğlan;
– Amca, servis atmayı biliyorsundur inşallah. Hadi başla, ama daha ilk atışta servisi kırma ne olursun, diye ikazda bulundu.
Takımımızın ufak tefek kızı dayanamadı;
– Kırarsa kırar, amma çok konuştunuz be! Sen onlara bakma amcacım, at hadi.
“At hadi de, nasıl atsam acaba? Şimdilerde moda olan şekilde mi, yoksa bizim zamanımızdaki basit servis olarak mı atsam? Yok, madem beni bir şey bilmez sanıyorlar, hem onları şaşırtmamak için hem de işi garantiye almak için, en iyisi ben basit bir servis atayım. Ama yok, dur hele, zamanında kendi geliştirdiğim, basit gibi görünen ama profesyonelleri bile avlayan bir servisim var, neden onu denemeyeyim ki! İyi de, ya elimin ayarı bozulmuşsa, ya da Mr. Murphy devreye girerse?”
– Hadi amca seni bekliyoruz, gece karanlığına kalmaya niyetimiz yok.,
“Ya herrü ya merrü” diye mırıldanarak hem kendi etrafında fırıl fırıl dönen hem de falsolu giden topla servisi attım. İstediğim yere atamadıysam da top fileye değmedi ve topu kendisini Herkül’ün Türkiye temsilcisi zannettiğine emin olduğum vücutçu oğlan karşıladı. Yumuşacık gelen topu rahatça karşılayacağından ve sonrasında güzel bir smaç vuracağından o kadar emindi ki! Ama o da ne? Falsolu top eline değer değmez yön değiştirdi ve yana fırladı gitti. Oğlan bozuldu;
– Acemi şansı, dedi, amcam artık bu başarısını ömür boyu anlatır.
İkinci servisi de aynı şekilde attım; tabi yine sayı. Takım arkadaşım olan oğlan ve kızlar beni alkışlıyorlar;
– Helal sana be amcam!
– Ne cevher varmış sende be dayıcığım!
Devamlı problem çıkartan sırt ağrımı unutmuş, kalmadı zannetiğim kanımın damarlarımda dolaştığını hissetmenin zevkini yaşıyordum. Çocuklarımla ve hatta torunlarımla oyunuyor gibi de ısınıvermiştim keratalara. Kendime olan güvenim de iyice yerine gelmişti bu arada. Eh, iki de sayı almıştım ya, artık son moda servis atmayı da denemeliydim, kırılırsa da kırılırdı yani…”
Gerildim gerildim, topu önümde havaya fırlattım ve olduğum yerden var gücümle topa smaç şeklinde vurarak servisi attım. Doğrusunu söylemem gerekirse, topun fileyi geçeceğinden bile pek de umudum yoktu. Ama geçti! Ve de yumuşak bir servis bekleyen çakma Herkül’ün alnında patladı! Mermi gibi gelen top hızla ellerinin arasından geçmiş, başına isabet etmişti. Oğlan sendeleyip sırt üstü yere düştüyse de “yiğitliğe bir şey sürmüş olmamak” adına, takımındaki kızların çığlıkları dinmeden hemen ayağa fırladı. Sadece;
– Amma da boş bulundum yaaa…, diyebildi.
Bu kadarını ben de beklemiyordum. İçim bir tuhaf oldu. Zavallı oğlanı kızların önünde piyastos etmiştim. Ne yapıyordum ben yahu, neyi ispatlamaya çalışıyordum? Oyuna buyur ettiler, doğru dürüst oyna işte, güzel vakit geçir be adam! Yetmez mi? Üstelik ben hep servisten sayı adığım için ortada oyun diye bir şey de kalmamıştı. Sayılar 7 – 0 duruma gelmişti ama bizim takımdakilerin ellerine henüz daha bir kere bile top değmemişti! Ben çalıyor, ben oynuyordum! İş inada binmiş, servislerimi çakma Herkül ille de kendisi karşılamaya çalışıyordu. Oğlandan seken topu kurtarmak için kendilerini yerden yere atan kızların ve diğer oğlanın çabaları da fayda etmiyordu. Her defasında değişik bir tarz deniyordum, tabi oğlan da apışıp kalıyordu. En iyisi bu işi tadında bırakmaktı, öyle de yaptım.
– Gençler, size teşekkür ederim, bir an gençlik yıllarımı yaşattınız, ama omuzum zaten biraz sakattı, şimdi tam sakat oldu. Yani, sizi anlayacağınız, pilim bitti! (Ne zaman geldiklerini fark edemediğim ama şamatayı duydukları için geldikleri belli olan yirmi-otuz kadar seyirciyi göstererek) Bunların arasından kendinize yeni bir oyuncu bulun. Size iyi eğlenceler, dedim ve şapkamı kafama geçirip alkışlar arasında yürüyüşüme devam ettim. Omuzum mu? Sakatlığı bahane amaçlı söylemiştim ama sonradan fark ettim ki gerçekten sağ kolum kalkmıyordu!
İnsanların her bir omuzunda bir “melaike”nin (meleğin) olduğu rivayet edilir. (Ki, bunlardan sol omuzda olana “şeytan” da denir). Bu melekler görünmezlermiş ama sesleri duyulurmuş. Bir muzaffer komutan edası ile rap-rap yürürken benim omuz melaikelerim bana hitaben konuşmaya başladılar.
– İyi ettin valla! Yok efendim “amca sen hiç top oynadın mı?”, yok efendim “amca inşallah servisi kırmazsın”. Öyle mi? Alın size servis! Ohhh… helal sana be!
– Hiç de iyi etmedin! Belli ki karşındaki bu işi senden iyi bilmiyor, bunu fırsat bilip o gencin gururunu mu kırmalıydın? Ne için yaptın bunu? Egonu tatmin için mi? Zamanında aldığın alkışlar yetmedi mi?
– Boşver sen ona kulak asma! Az bile yaptın. Keşke biraz daha oyunda kalıp smaç bile vurup hepsini yere serseydin! Başta nasıl küçümsediler seni, görmedin mi?
Bu noktada ben de tartışmaya katılmak zorunluluğu hissettim ve teşvikçi sol melaikeye “Yok artık deve!”, dedim, “sıçrayınca ayağım yerden kesilmiyor, ne smaçından bahsediyorsun sen! İyi ki oyun sırasında konuşup da beni koşuya koymamışsın! Biraz daha oynasam kesin madara olurdum. Neyse ki parlamışken kaçtım.”
Melaikelerim biraz daha konuşacaklardı ama ben geçmişteki bir anıya dalınca seslerini kestiler. Kendi işimi kurduğumda aldığım minicik ilk yazıhanem Adana Büyük Postanesinin bitişiğindeydi. Aşağı yukarı her firmanın (şimdilerde pek kullanılmayan) bir posta kutusu olurdu postanelerde. Bizim postanenin o bölümünde çalışan güler yüzlü, ufak tefek bir adamcağız vardı. Eminim ki yaşı benim yaşımının iki katından fazlaydı ama minyon olduğu için yaşını hiç göstermiyordu. Postayı almaya uğradığımda onunla selamlaşır, kısaca hal-hatır ederdik. Bir gün öğlen paydosunda elinde bir demet zarf ile kapımı çaldı, yazıhaneme girdi. “İki gündür postaya bakmadınız, zarflar epey birikti, ben getireyim dedim, aralarında önemli bir şey olabilir.” diyerek elindekileri masama bıraktı. Buyur ettim, çekine çekine, kibarca karşıma oturdu. Yemeğini yemiş olduğunu öğrenince çay ısmarladım. Kısa bir sohbet sonrası konu Türk Müziğinden açıldı. Tam da ben o günlerde ud çalmayı öğreniyordum. Borumu mu; bir ay gibi uzun(!) bir zaman ders almıştım ve artık makamlar konusunda allame olmuştum!
Eh, elime de fırsat geçmişti ya, çalışanlarım ile aramızda “Küçük Adam” lakabını takmış olduğumuz konuğuma ders vermem gerekiyordu! Adamcağıza ne söylesem “Evet”, “Haklısınız” gibi kısa cevaplar veriyor ve beni saygı ile dinliyordu. Mesai saati başlangıcı yaklaşınca kalktı, verdiğim bilgiler için teşekkür etti ve gitti. Az sonra yazıhane komşum muhaseci Mustafa kapımda belirdi.
– “Ya bizim hoca ne arıyor burada?” dedi daha selam vermeden.
– “Ne hocası ya? Kim senin hocan, kimden bahsediyorsun?
– Şimdi kapıdan çıkan bizim koro şefinden bahsediyorum, bizim dernekte hoca.
– Ciddi misin?
– Ne demek ciddi misin? Adam bestekar, TRT’de çalınan beş-altı şarkısı var yahu!
Hani “başımdan aşağı kaynar sular döküldü” derler ya, işte ilk defa bu tabirin cuk diye oturduğu bir olayla karşı karşıyaydım. “Baltayı taşa vurdum” mu desem, “Çam devirdim” mi desem? bilemedim. Yüzümü bir ateş bastı, kuruyan boğazımdan zorlukla çıkan bir sesle;
– Yaaaa! diyebilmiştim sadece.
– “Yaaaa” tabi… Sen çocukları kınıyorsun ama bak zamanında aynı şeyi sen de başkasına yapmışsın işte! Gençleri hoş görmeyi bileceksin!
Benim sağ omuz melaikemdi yine konuşan. Haklıydı!
Elinde bastonu ile kaldırımda yürüyen bir ihtiyara baktığımızda, eğer geçmişini bilmiyorsak, onun doğduğundan beri böyle olduğunu sanırız. O hiç çocuk olup bilye oynamamıştır, uçurtma uçurmamıştır, lise çağında kendisini kızlara beğendirmek için saçına briyantin boca etmemiştir, ihtimal ki yüzme de bilmez, bisiklete de binemez… mi acaba? Yoksa, o bunak görünümlü zat gençliğinde pentatlon milli takımının en gözde elemanı mıydı? O yakışıklı sporcunun etrafında kızlar fır mı dönmüştü ? Yoksa… ünlü bir cerrah olup yüzlerce hayat mı kurtarmıştı? Uzatın bu listeyi uzatabildiğiniz kadar.
“Kurt kocayınca çakalların maskarası olur” derler. En iyisi mi, gelin hep birlikte benim sağ omuz melaikemin sözünü dinleyelim. Biz 70’lik gençler, bir ihtiyar görürsek onu küçümsemeyelim ve kesinlikle dalga geçmeye kalkışmayalım. Onun dökülmüş dişlerine de aldanmayalım. Zira, kocamış da olsa, neticede kurt her yaşta kurttur! İşin kötüsü; o yine kurt kalır da biz kendimizi çakal seviyesine indirmiş oluruz, maazallah!
Adil Karcı
23.12.2017