
FA diyez
Sol eli ile hem kemanı hem de yayı kavramış vaziyette, sigaradan sararmış seyrek dişlerini sergileyen bir sırıtma ile masama doğru yaklaştı, boştaki sağ elini göğsünün üstüne koyup yarım bir reverans ile “İyi akşamlar abi, müsaaden varsa oturabilir miyiz?” dedi.
Üç gün orada kalmamı gerektiren bir iş gezisi için İstanbul’a gitmiş, Sultanahmet’teki bir butik otelde konaklıyordum. Yurt içinde olsun, yurt dışında olsun tercihim hep küçük butik oteller olmuştur. Hele ki aynı otele defalarca gitmiş iseniz, ve de eğer personel değişmemiş ise, o otel sizin ikinci eviniz olmuş demektir. Huyunuzu suyunuzu bilen görevliler “leb” demeden “leblebi”yi anlarlar ve siz istemeseniz bile zevkinize uygun hizmeti sunarlar, yani kısacası sizi şımartırlar. O otele ne zaman gitsem, teras kattaki kahvaltı salonunun sunduğu eşsiz Sultanahmet-Ayasofya manzarası nedeni ile kahvaltıyı otelde yaparım ama akşam yemeklerini dışarda yemeyi tercih ederim. İşte o akşam da karar vermiş, uzun zamandır gitmediğim Kumkapı meyhanelerinin birisinde (ki biliyorsunuz artık hepsi güzel birer lokantaya dönüştü) bir iki kadeh atıp canlı müzik dinlemek istemiştim.
Eskiden kış aylarında bile kalabalık olan bu birbirine bitişik meyhaneler o akşam resmen sinek avlıyorlardı. Kapı önündeki çığırtkanlar tüm hünerlerini ortaya koyarak gelen geçen muhtemel müşterilerini içeriye çekmeye çalışıyorlardı. Kimisi çok kaliteli yemeklerinden, kimisi daha bir saat önce tutulmuş taptaze(!) balıklarından, kimisi mezelerinin eşsizliğinden, kimisi canlı müziklerinin muhteşemiğinden kimisi de yerli müşterilere yapacakları indirimden dem vurarak meyhanelerini doldurmaya çabalıyorlardı. Söylenenlerin hepsinin palavra olduğunu bildiğimden ve ısrarı hiç sevmediğimden dolayı bu çığırtkanlarını hiç birisinin yüzüne bile bakmadan yürümeye devam ettim. Belki onunki de bir taktikti ama duvara dayanmış sadece gülümseyerek bekleyen bir çığırtkanı görünce onun meyhanesine daldım ve bir masaya oturdum. Gelen başgarson’un “hoşgeldiniz efendim” mukaddemesinden sonra siparişlerimi vermiş camdan dışarısını seyrediyordum ki işte bu kemancı belirdi masamın önünde.
– Tabii, dedim buyurun.
Arkasına döndü, dipteki masalardan birisinde oturan üç kişiye başı ile bir işaret çaktı. Kemancı tam karşıma, kanuncu, darbukacı ve klarnetçi olan diğer üçü ise yan tarafıma sıralanıp oturdular. Aslında bu meyhane müzisyenleri en az yarım saat kadar bir köşede kendi kendilerine bir fasıl yaparlar, ilerleyen saatlerde ise masa masa dolaşıp istek yapılan şarkıları icra ederler ve bu suretle bahşiş toplarlardı. Bu defa benden başka hiç müşteri yok diye olsa gerek, doğrudan benim masama gelmişlerdi. Her ne kadar bolca bahşiş vermem gerektiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumun farkına varmış idiysem de, bu davranışlarının hoşuma gitmediğini söyleyemem, zira koca lokantada tek başımaydım ve zaman geçirmem zor olacaktı.
– Hangi şarkıyı arzu edersiniz? dedi kemancı, sıkça ütülenmekten parlamış siyah kravatını düzeltirken.
Ders filan almadan birkaç müzik aleti tıngırdatmayı deneyen ve de Kürdilihicazkar makamı hayranı olan bir “meslektaşları” olarak kendimi göstermem gerekiyordu.
– Kürdilihicazkar peşrevle girin bakalım, dedim, hiç duraksamadan.
– Hay hay, diyen kemancı ekibine göz gezdirdi ve başladılar.
Çaldıkları peşrevi hiç duymamıştım, zira yaygın olarak bilinen peşrev Kemençeci Vasilaki’nindi ve buna hiç benzemiyordu. Tesadüfen bir yerde gözüme ilişen bir yazıyı anımsadım; olsa olsa bu (hiç dinlemediğim) Tamburi Cemil beyin peşrevi olmalıydı. Peşrev bitti, hangi şarkıyı istediğimi sordu kemancı. Bilgiç bilgiç,
– Ben Vasilaki’nin peşrevini çalarsınız sanmıştım, siz Tamburi Cemil beyin peşrevini çaldınız dedim.
– Affet hocam! Onu sevdiğinizi bilemedik ama emriniz olur, hemen onu da çalalım dedi.
“Hocam??” Demek çaldıkları gerçekten Tamburi Cemil beyin peşreviydi ve körün taşı yerine isabet etmişti. Kumkapıya eğlenmeye gelen kaç kişi bu farkı bilebilirdi ki?
Hemen “hoca”lığa terfi etmiştim ve bunun hakkını vermeliydim. Benim istediğim peşreve masanın kenarına darbuka vuruşları yaparak eşlik etmeye başladım. Eee.. şimdi yine birisi soracaktı hangi şarkıyı geçelim diye. Yahu istek yapacağım şarkı aklıma bir türlü gelmiyor. Peşrev bitti bitecek bir türlü hatırlayamıyorum. Ani bir kararla isteyeceğim şarkıdan vaz geçtim, hızla düşünüyorum; bari başka bir kürüdilihicazkar şarkı aklıma gelse de onu istesem diye. “İçinizden ne geliyorsa onu çalın” demek gibi bir cinliğe de başvurabilirim ama aynı makamda bir şarkıyı kendim istersem havam daha başka olacaktı tabi.
Son notanın tınısı bitmeden bir tanesini hatırladım ve “biiir keendiii giiibiiiii, zaaaaliimiiii seeevmiiişşş,yaaanıııyooormuuuş” diye onlara ne istediğimi sorma fırsatı vermeden bir Kürdilihicazkar beste teganni etmeye başladım. Sonra yüksek perdeye hiçbir zaman çıkamayan sesimi kestim ve el hareketi ile şarkıyı onlara devrettim. Peşrevi olsun, şarkıyı olsun tam hakkını vererek, nota atlamadan çalıyor ve söylüyorlardı. Şarkı bitmeden gelen rakıdan birkaç yudum çekince beynim Mozart’ınkini solda sıfır bırakacak gibi çalışmaya başladı. Müzisyenler sormadan “Nereden sevdim o zalim kadını”, “Gidelim Güksuya bir alemi âb eyleyelim” gibi makamdaş şarkılara onlar başlamadan ben başlıyordum gerisini onlar tamamlıyordu. Birinci duble bittiğinde müzik konusundaki bir atımlık barutumu hoyratça kullanmakta olduğumun farkına vardım. “Hoca” mertebesindeydim ya, bir gaf yapıp piyastos olmak istemiyordum. Kısa bir ara verdiler. Birer duble de onlar için ısmarladım, yok demediler.
– Hocam sen bestekarsın galiba? diye sordu kemancı. Soruya soru ile karşılık verdim.
– Adın ne senin?
– Soner.
– Soner, ben bestekar filan değilim biraz müzikle uğraştım, hepsi o kadar.
Yan taraftaki kanuncuya döndü:
– Gör bak Özcan! Büyük ustalar hiçbir zaman övünmez! Bana dönerek devam etti, bu Özcan benim son turfanda kardeşim. Benden sonrası erkek çocuk olmasın diye bana Soner adını vermişler ama gelen yine oğlan olmuş. İşte bu ufaklık Özcan da odur. Şimdi biraz feyz alsın, orada burada “ben herşeyi bilirim” diye övünmesin isterim. Övünecek olsa nah şu darbukacı övünürdü. Her türlü müzik aletini çalar. Eniştemiz olur, yani halamızın kocası. Repertuar konusunda Elazığlı Mustafa Keser’len başa baş çekişir valla. Ama yaşı yetmişe dayandı, parmacıkları eklem romatizması oldu, darbukadan başka birşeye vuramaz şimdi. Bizim ilen gezer geceleri, ihtiyacı var ne yapsın?
Yoksaaa, o ut çalacak sen de dinleyecen!
Sonradan adının Süleyman olduğunu öğreneceğim enişte önündeki rakı kadehini kaldırıp bana “şerefe” işareti yaptı. Bardağımı aldım, uzattım, tokuşturduk. Bu arada kendimi biraz daha gösterebilmem için dağarcığımda daha ne gibi bilgiler var diye düşünmekle meşguldüm ve bu nedenle pek konuşma taraftarı değildim.
– Gerçi Nihavent’e geçip sesinizi açmak istersiniz ama, siz Muhayyer Kürdi’ye girin de aniden kulağımız tırmalanmasın, malum Muhayyer Kürdinin nota kurulumu Kürdili Hicazkar’a uyar.
Kemancı yerinden fırladı,
– Üstat! Ver elini öpeyim senin.
– Estağfurullah, diyerek ellerimi kaçırdım. Yan masaya bırakmış olduğu kemanını eline alırken diğerlerine bağırdı,
– Lan şoparlar! Ben hep demem mi ki size Kürdilihicazkar sonrası Muhayyer kürdiye geçilir diye? Hep sazan gibi atlarsınız, yok Uşşak’mış, yok Hicaz’mış, yok bilmem neymiş. Bakın üstat ne diyor?
O ana kadar hiç lafa girmeyen klarnetçi bana döndü:
– Üstadım biz müşteri ne isterse onu çalıyoruz. Konser vermiyoruz ki ara taksimi yapalım ve makam makam çalalım. Bize de kolay değil bir makamdan bir makama hop diye geçmek, ama ne yaparsın?
Sağ yanımda oturan darbukacı enişte konuşma gereği hissetmiş olmalı ki o da lafa girdi;
– Abe ne konuşursunuz? Soner iyi kim askerde mızıkacı olup nota öğrenmiştir. Aklı sıra atar bize (h)ava!
Diğer üçünün konuşmaları çok düzgündü ama yaşlı enişte kendi ırkına has bir Türkçe ile konuşuyordu. Burnu tıkalı bir insanın sesine benzer bir ses tonu ile devam etti,
– Bu Soner var ya? (H)er bi şeyi bizden öğrenmiştir. Biz Roman’ız, yani çalgıcı takımı da derler, Çingene de derler. Ördek nasıl ki yumurtadan çıkar çıkmaz yüzer, biz de doğar doğmaz çalıp söylemee başlarız. Bizim şoparların ağlamaları bilem namelidir abi. Na(h) bu Özcan mesela, derler ki anasının karnında şarkı söylemeye başlamıştır. Valla yalan demem, ben (h)akkaten işitenlerin yalancısıyım. Eline boş bir kola tenekesi ver sana düğün yapsın! Abisi Sonerin öyle bir numarası yoktur. Askerde mızıkacı olmasayıdı, müzisyenlerin yüz karası olurudu. (H)epten biz öğrettik (h)er bi şeyi. Şimdi kalkar bize şeflik taslar! Sebep? Biz nota bilmeyiz, sülalede bir tek o bilirmiş!
Ekibi ile başa çıkamayacağını anlayan Soner “Hadi uzatmayın, geçin Muhayyer Kürdi’ye dedi ve başladılar yine çalıp söylemeye. Sesimin tonuna uyan yerlerinde şarkılara katılıyordum. Bu arada yakındaki bir masaya bir kızla bir oğlan gelip oturdular, birşeyler ısmarladılar ve ellerindeki telefonlardan kafalarını kaldırıp birbirlerine bakmadan, müziğe bile duyarsız bir şekilde içkilerini yudumlamaya başladılar. İster arkadaş olsunlar, ister sevgili, ister nişanlı isterse evli…böyle mi olmalıydılar? Hiç mi konuşacakları müşterek bir konu yoktu? Hiç mi birbirlerine sevgi ve saygıları yoktu? Hiç mi meyhane adabı bilmiyorlardı? Niye gelmişlerdi ki buraya o zaman? İster istemez bizden sonraki nesiller adına üzüldüm. Hayattan zevk almaları ne kadar zor olacaktı?
Bu arada iki duble standardımı aşıp üçüncüyü yarılamakta olduğumun farkına vardım. Garson bana sormadan kadehimi doldurmuştu ve ben de itiraz etmemiştim. Fazla geç olmamasına rağmen “kalkma zamanı” diyerek yeni bir makama geçmelerine fırsat vermeden kemancının cebine oldukça hatırı sayılır bir bahşiş tıkıştırdım. Teşekkür edip kalktılar, zira onların da mola vermeleri gerekiyordu artık.
“Şeytan dürttü” derler ya, işte ikinci akşam yine Şeytan dürtmüş olmalı ki taksiye atladığım gibi ver elini Kumkapı! Bu defa başka bir meyhaneye girmek istiyordum zira benim “meslektaş(!)”larıma bir daha rastlarsam onları kıramayıp tekrar onların mekanına girmem gerekecekti . İşin kötüsü, muhtemel müzik muhabbetinde bilgiçlik taslayacak kadar sermayem kalmamıştı. Sokağın orta kısmına yakın yerdeki bir meyhane dikkatimi çekti. Erken olmasına rağmen, diğer mekanlarda henüz müşteri yoktu ama orada birkaç masa şimdiden doluydu ve tam ortada beş-altı masa birleştirilerek upuzun bir masa oluşturulmuştu. Beni (güya) ikna etmiş olmasından kaynaklanan muzaffer bir eda ile önüme düşen çığırtkanın refakatinde içeriye girip dip köşede küçük bir masaya iliştim. Az sonra kapıda bir hareketlenme oldu. Otuzlu yaşlardan oluşan kızlı erkekli yirmi kişiden fazla olan bir gurup genç ortadaki uzun masanın etrafına dizildiler, “sen oraya, ben buraya” diye aralarında yer değişmeleri yaptılar ve sonunda hepsi oturdular. Kimisi yine telefonuna sarıldı, kimisi yanındaki ile fiskosa başladı, kimisi yüksek sesle birşeyler anlatmaya başladı, kimisi de her söylenene kahkaha patlatma görevini üstlendi. Ya hepsi aynı firmanın elemanıydılar ve ödül olarak meyhaneye davet edilmişlerdi, ya da bir arkadaş gurubu olarak bir kutlama yapacaklardı.
Bir gece önceyi kalamar, karides vs. ile geçirdiğimden bu akşam bir levrek ızgara eşliğinde rakıyı şereflendirme kararı vermiştim. Ben istemeden bir de beyaz peynir ve kavun koymazlar mı masaya!
– Müessesemizin ikramı! diye ekledi, rakıyı doldurmakta olan garson.
(Bu kavun ve peynirin bir şekilde hesaba işleneceğinden emin olmakla beraber)
– Teşekkür ederim, dedim, müzik yok sizde herhalde.
– Olmaz olur mu beyefendi? Dokuzdan sonra gelir bizim müzisyenler.
Birinci kadehin dibini görmüş ikinci ve son hakkımın garson tarafından doldurulmasını beklerken içeriye benim meslektaşlarım(!) girmez mi? Meğer part-time bir orada bir burada çalışıyorlarmış. Allahtan uzakta bir masaya oturdular, müzik aletlerini kılıflarından çıkarttılar, akort işlemlerini tamamladılar. Ardından da, olması gerektiği şekilde, fasıl şarkıları çalıp söylemeye başladılar. “Ucuz atlattık” dedim içimden, “ikinci dubleyi bitirir giderim”. Dedim demesine ama bizim levrek bir türlü gelmedi.
Yakındaki bir garsona seslendim,
– Genç, bakar mısın?
– Buyrun efendim.
– Git şu mutfağa bir sor bakalım bizim levreği tutup getirmişler mi yoksa hala denizde mi arıyorlar ?
Saygısızlık olur diye gülemeyen genç garson bir koşu gidip geldi,
– On dakika sürmez getiririm efendim!
Beyaz peynir, kavun, sıcak pide, humus, tarator, süzme yoğurt vs. ile zaten doymuşum, balığa yer kalmamış ama sipariş ettik bir kere, bekleyeceğiz. Bizim meslektaşları dinleyip alkışlayan yok maalesef! Onlar da seansı kısa kesip dışarda sigara içmeye çıktılar. Yine üzüntü duydum. Ne olursa olsun onlar bir meslek icra ediyorlardı ve başarılıydılar. Alkışlanmak haklarıydı. Zaten sanatçıların gıdası alkıştır, beğenilmektir. Yoksa üç otuz para için mi sarhoş kahrı çeker bu insanlar?
Sigaraları bitince tekrar içeriye girdiler, sazlarını aldılar, benim bir gece önce onlardan istemiş olduğum peşrevi çalmaya başladılar bu defa ve hem de iki hanesini birden! Normalde o peşrevin sadece birinci hanesi (bölümü) çalınır sonra hemen şarkılara geçilirdi. Bitince elimde olmadan onları alkışlamaya başladım. Hem uzun masadan hem de etraftaki masalardan alkışta bana eşlik edenler oldu. Kemancı ayağa kalktı, ilk alkışın geldiği tarafa baktı ve tabi gözgöze geldik! Kaçamamıştım. Daha doğrusu kendi kendimi ele vermiştim!
Beni fark eder etmez olanlar oldu! Önündeki masalara, sandalyelere çarpa çarpa koşan kemancı Soner, sağır sultanın bile duyabileceği bir sesle bağırmaya başladı;
– Vaaayyy! Üstatların üstadı abimiz de buradaymış!
Yaklaşınca önümde hazır ol vaziyetinde durdu;
– Üstadım, kusura bakmayın sizi fark edemedik.
– Zararı yok Soner, tamam, nefes al biraz. Soner diğer masalar döndü;
– Alkışlar bize değil, tümü bizim gibileri yetiştiren abim gibi üstatlarımıza! Onların besteleri olmasa, onların güfteleri olmasa biz neye yararız?
İlk önce uzun masadaki birkaç genç, sonra gurubun hepsi, derken diğer masalardakiler ayağa kalkıp beni alkışlamaya başlamazlar mı? Yer yarılsa da içine girsem diye düşündüm. Resmen sahte kahraman olmuştum. Ama o hengamede kime laf anlatabilirdim ki artık? Bu Soner benimle dalga mı geçiyordu, gerçekten üstat mı sanıyordu ya da bir gece önceki yüklü bahşişin karşılığını mı veriyordu, çözemedim. Bu arada ekibin gerisi de geldi ama bu defa ayakta kaldılar zira oturacak yer kalmamıştı etrafta. Benim masamdaki tek boş sandalyeye Özcan oturdu. Bu defa elinde kanun yerine ut vardı.
– Hayırdır Özcan? Ne bu? Kanunun nerede?
– Üstat hiç sorma ya. Babamnan amıcam bir düğün işi almışlar bu gece, kanunu babam aldı götürdü, ben de mecburen ut çalacam bu akşam.
Her tür müzik aletini çalan bir ailede demek ki sadece birer adet müzik aleti vardı. İkincisini almak ne kadar külfetliydi onlar için! Bir heves uğruna çocuklarımıza onlarca para vererek aldığımız ve sonra bir kenarda çürümeye terk ettiğimiz orglar, flütler, melodikalar, akordeonlar, gitarlar aklıma geldi. Yine üzüldüm.
Hangi makamı istediğimi sorup gözüme bakmakta olan Soner’e,
– Bugün Hicaz yapalım! dedim, kendim de gurupla beraber çalacakmışım ve de otorite benmişim gibi. Yine peşrevle başlayın, sonra gönlünüzce devam edin, zira buradaki gençlerin de istekleri olsun bu akşam.
“Gençler” diye işaret ettiğim uzun masadan bir alkış tufanı daha koptu.
– Yaşa, varol üstat! Gayri ihtiyari ben de ayağa kalktım, elimi kalbimin üzerine koyup “eyvallah, teşekkür” vari bir hareket yaptım oturdum. Ne yalan söyleyim, sahte bile olsa, şöhret olmak rakıdan daha fazla başımı döndürmüştü ve tuhaf bir haz duymuştum.
“Bu Hicaz peşrev kimindi?” deseler verecek cevabımın olmadığı peşrev çalınmaya başladı. O an içimden bir kahkaha atmak geldi, zira o meşhur papağan fıkrasını anımsamıştım.
Henüz duymamış olanlar için kısaca yazayım;
Evinde tek başına yaşayan bir adam yalnızlıktan sıkılmış ve hiç olmazsa evde bir canlı olur diye evcil bir hayvan almaya karar vermiş. Üstelik, bütçesine uygun bir papağan bulabilirse daha da iyi olurmuş, zira birkaç kelime de olsa konuşuruz diye düşünmüş. Evcil hayvan satan bir dükkana girmiş ve bir papağan istediğini söylemiş. Dükkandaki on kadar papağandan hangisini istediğini sormuş satıcı. Eh, bütçe kısıtlı ya, önce fiyat öğrenmek için “bu kaça” diye bir tanesini göstermiş.
– Bu iki bin lira, demiş satıcı. Cepteki beşyüz liranın yetmeyeceğini anlayınca hayretle sormuş adam;
– Niye, ne özelliği var ki?
– Konuşur.
– Peki şuradaki kaça?
– Beşbin. Hem konuşur hem şarkı söyler.
Gayri ihtiyarı pahalı manasına bir ıslık çalmış adam ve,
– Ya şu kaça? O on bin.
– Ne hüneri var ki?
– Konuşur, şarkı söyler ve dans eder!
– Ya şuradaki?
– O otuz bin lira. Konuşur, şarkı söyler, dans eder ve de İngilizce tercüme yapar.
Adam papağan alabilmekten umudunu kesip dükkandan çıkmak üzereyken yaşlı, gösterişsiz, uyuklayan bir papağan görmüş ve yeni bir umutla sormuş.
– Ya bu?
– O mu? O yüzbin lira?
– Yahu yüzbin liralık ne hüneri olabilir bunun be?
– Valla ben de bilmiyorum, demiş satıcı, ama diğerleri onu görünce
“hocam” diye ayağa kalkıyorlar!
Aynen işte o yaşlı papağan bendim şimdi. Hiçbirşey yapmadan önce “hoca” sonra “üstat” daha sonra “üstatların üstadı” yani iki günde ordinaryüs profesör gibi bir şey olmuştum! Demek bu memlekette bir yerlere gelmek bu kadar kolaydı ha? Biz boş yere yıllarca dirsek çürütmüşüz be! At bir iki palavra, kap payeyi. Daha sonra da gelsin para, pul, mal, mülk, yat, kat…
Müziğe mola verdikleri halde bizim ekip masamın etrafından çekilmemiş, benden izin bekler gibiydiler. Bu arada kemancı Soner kardeşi Özcan’a sordu:
– Oolum, en üst teli sen hangi notaya çekiyorsun? Ses tutmuyor be!
– Fa’ya çekiyorum be abi
Ahaaa! Tam mermim bitti diye savaşı bırakırken fişekliğimde bir mermi daha bulmuştum! O gün öğlenden sora internette gezinirken, tesadüfen, udun en kalın telinin Türk musikisinde Fa diyez’e akord edildiğini öğrenmiştim. Tesadüfün bu kadarı olamazdı!
– Özcan, dedim, abin doğru söylüyor, udun onbirinci kalın sırma teli Fa’ya değil, Fa diyez’e çekilir.
– Sen diyorsun madem, boynumuz kıldan incedir üstadım! dedi Özcan mahcup bir halde önüne bakarak.
Israrlara dayanamayıp istek yaptığım “Ada Sahilleri” çalınırken alkışlarla kapıya kadar uğurlandım.
“Bir daha Kumkapı” mı dediniz?
Israr etmeyin be arkadaşlar, bu kadar şöhret yeter bana yaa!

Adil Karcı
1 Mayıs 2017