Değerli ağabeyciğim;
Çandarlı’dan döndüm. Allah kabul etsin, bir tatilde yapılması caiz olan vazifelerin hepsini yerine getirdim. Malumun olduğu üzere, aklımla aram pek iyi değildir. Buna rağmen aklıma fikrime mukayyet olup, anılarımı hafızama nakş ederekten, unutmadan yanımda getirdim. Çok ısrar edersen birini anlatmak üzereyim:
Günlerden bir gün, denize girip iki çift kulacın belini kırayım muradıyla, kıyıda tenha bir yere konuşlandım. Kendime bir iyilik yapıp yüzmesine yüzecektim. Ancak, önce tek kişilik grubumla her daim yaptığım mutad toplantının oturumunu açmam gerekmekteydi. Bilirsin ki, “ben ve kendim” çok iyi anlaşmaktayızdır ve aramızdan su sızmaz. Baş başa kalınca; orada- burada, banyonun duşu, otobüsün kuyruğu, dolmuşun koltuğu gibi tenha yerlerde toplantılar yapar, mühim kararlar alırız. Doluya koyarız olmaz, boşa koyarız dolmaz. Yukarı tükürürüz bıyıktır, aşağıya tükürürüz sakaldır. Ben, kendim ve kafamızın içindeki tilkiler. İşte o gün de kendim ile plaj kumu üzerinde gerçekleştireceğim olağan toplantının gündemini, “Mert Efendi’nin vatani görevini nerede yapacağı” üzerine belirlemiş ve doluya- boşa koymaya, yukarıya-aşağıya, sağa-sola tükürmeye başlamıştık.
Gözümü ufuk çizgisinden ayırmadan, tilkilerin birbirine dolaşmış kuyruklarını çözüyordum ki, bir kadının denizden çıkıp kıyıya doğru yürümeye başladığını gördüm. Bana akran birine benziyordu. Akranımı elli metre öteden bile anlama yeteneğim vardı ve anlamıştım. Besbelli o da benim gibi Cumhuriyetin ilanından otuzaltı yıl sonra, ellili yılların ortalık yerinde doğmuştu.
Hayretle müşahede ettim ki, bu kadın bir Dalgıçtı. Zira üzerinde dalgıç kıyafeti, elinde şnorkel namı ile anılan deniz gözlüğü vardı. Kendisine hasetle nazar ettim. Hayatımda hiç bu kadar yakından Kadın Dalgıç görmemiştim. Ah, ne güzel ve ilginç bir meslek seçmişti. Bir kadın için bundan daha mutena bir meşguliyet olamazdı. Ama bu işi meşguliyet olsun diye yapmadığına emindim. Besbelli profesyoneldi. “Kim bilir denizlerin dibinde neler görüp geçirmiştir” diyerek iç geçirdim. “Kim bilir ne deniz analarıyla, ne at kestaneleriyle, levrek ve köpek balıklarıyla muhatap olmuş, ne maceralar yaşamıştır ya rabbim!” diyerekten imrenme, haset ve gıpta hissiyatlarımı ortaya karışık olarak seferber ettim. Aklıma, dün gece yediğim yarım kilo İstavrit gelmişti. “ Ahh felek, kimine kavun yedirirsin kimine kelek” diyerek, söz konusu feleğe serzenişte bulundum. “ El âlem denizlerin dibine dalıp; Uskumrusundan İstavritine, Balinasından Hamsisine ve dahi Çipurasına kadar olanca mahlûkatın hususiyetine vakıf oluyor, biz de teflon tavadan tavaya balık görüyoruz” deyip, iyice bir hayıflandım. Hayıflanılması gereken onca mevzuu varken, al işte birdenbire aralarına bir yenisi daha eklenivermişti. Böyle her şeyi dert-tasa ede ede kafamdaki kadrolu tilkilerimin kuyrukları ile baş edemez olmuştum.
Öğretmenden, sürülmüş devlet görevlisine, hukukçusundan, eczacısına, doktorundan, gazetecisine kadar muhtelif mesleklerde arkadaşlarım vardı. Ancak neye yarardı? Bu güne kadar hiç “Dalgıç” arkadaşım olmamıştı. Birdenbire derin bir teessüre kapılarak, hayatımdaki bu büyük eksikliği derhal kapatmaya karar verdim. Bu yaştan sonra kendim Dalgıç olamayacağıma göre, mutlaka bir Dalgıç arkadaş edinmeliydim. Edinmeliydim ki; karşılıklı oturup denizlerden- deryalardan, istiridyelerin solunum sisteminden bahis açabileceğim, Mezgitlerin solungaç hastalıkları hususunda hoşbeş edebileceğim, Kıt’a Sahanlığı hakkında eğri oturup doğru konuşacağım bir ahbabım olsundu. Arkadaşımı sorsunlar, bana kim olduğumu söylesinlerdi. Ahir ömrümde illaki bir Dalgıç arkadaşım, kadim dostum ve sırdaşım olmalıydı. Bu hevesimi kursağımda saklayamazdım. Dalgıç kadınla arkadaş olmaya karar verdim.
Kadın Dalgıç, elbisesindeki suları süzdüre süzdüre gelip bir metre ilerime oturmadı da, fütursuzca yan gelip yattı. Saçları bile görünmeyecek kadar kapalı dalgıç kıyafeti ile füturlu görünmesine de zaten gerek yoktu. Zira sadece el ve ayakları açıkta idi. Denizlerin dibinde araştırma yapmaktan yorgun ve de argındı. Neticede kumlara yatıp dinlenecekti elbette. Ancak, kollarına taktığı küçük can simitlerine bir mana verememiştim. Arkadaş olmaya kararlı bir şekilde, teşerrüfe vesile olsun muradıyla, bütün şirinliğimi seferber edip laf attım:
– Sıhhatler olsun hemşire diyerek söze girip, kollarından çıkartıp yanına koyduğu can simitlerini işaret ederek, anlayışlı bir tavırla devam ettim:
–Deniz ile şaka olmaz, her ne kadar Dalgıç olsanız da, ne kadar iyi yüzme bilseniz de bu kollukları takarak tedbir almışsınız ki, aferin.
Yüzüme bön bön bakıp cevap verdi:
– Yüzme bilmiyorum ki. Rabbime şükürler olsun hiç bir zaman da bilmedim. Yüzmenin farz mı, sünnet mi olduğu da halen araştırılmakta bacım diyerek kafamı karıştırdı.
–Aaa! diyerek, kibarca bir hayret nidası fırlatıp sordum:
–Nasıl olur? Hem Dalgıçsınız, hem de yüzme bilmediğinizi söylüyorsunuz. Vallahi inanmam, latife ediyorsunuz galiba.
Yeni arkadaş adayım, suratıma vurgun yemiş gibi bakakaldı. Vah zavallı kadıncağız, denizin dibinde allah bilir vurgun yeme tehlikesi atlatmıştı da, bu nedenle Marilyn Monroe misali kumlara sereserpe serilmişti. Demek ki bu sebepten hanımefendiliğin gerektirdiği şekilde usturuplu ve füturlu oturamıyor, etraftaki namahrem kişilerin kınayan bakışlarına aldırmadan yan gelmiş yatıyordu.
– Vah vah hemşire dedim. Sizin meslek de çok zor. Vurgun tehlikesi, köpek balığı tehlikesi, Allah kolaylık versin. Dalgıçlık da zor zenaat vallahi.
Kadın, Dalgıç elbisesini hışırdatarak ve kafasındaki sımsıkı kapüşonunu düzeltip, saçlarının görünüp görünmediğini kontrol ederek tek dirseğinin üzerinde doğruldu.
– Ne Dalgıcı yahu dedi. Ben Dalgıç malgıç değilim.
Alnımın ortasında yer alan, sadece bazı akıllı kişilerin farkına varabildiği, doğduğumda “Salak”, yaşım ilerledikçe “Ey Koca Salak” haline dönüşen yazıyı kahküllerim ile gizleyerek sordum:
– Peki neden Dalgıç kıyafeti giydiniz? Anladııım! Demek ki plajda kıyafet balosu var ona katılacaksınız.
Arkadaş adayım terslendi:
– Höst! diyerek ruhumu incitti ve devam etti:
–Tövbe istiğfar et hanım. Dalgıç sensin, ağzını topla. Bu benim tesettür kıyafetim. Yüce rabbime şükürler olsun üç-beş yıl önce hidayete erdim ki, darısı başına. Kâfir olmana rağmen mayon pek usturuplu, allahın izni ile hidayete ermene çeyrek kalmış. Rabbim sana da nasip eder inşallah.
Devirdiğim çamı telafi etmek niyeti ile telaşla sordum:
– Aaa hidayet mi? Benim de halamın oğlunun karısının adı Hidayet. Ben Hidayet ablama ulaşmak için, evine Dikmen dolmuşuna binerek gidiyorum. Çok kolay, Karakol durağında inince ikinci sokak. Mayomu 5 dolara Amerika’dan almıştım, demek beğendiniz. Bir de ablam Çanakkale pazarından alıp getirmiş, görseniz o da çok güzel ve usturuplu. Sizinki de çok şık iyi günlerde kullanın.
Hayal ettiğim arkadaşlığımız, başlamadan zedelenmişti. Etrafta gezinen, denize girip çıkıp güneşlenen insanlara aldırmadan yayılıp yattığı yerden üzerine yapışmış mayosunu göstererek engerek yılanı misali tısladı:
– Tekrar tekrar, altını çizerek höst ve dahi günaha girmeyi göze alarak çüş diyorum hanımefendi. Bu mayo da değil, Dalgıç kıyafeti de değil. Buna Haşema denir. Ezan vakti ağzımı bozdurmayın. Gölgede süklüm püklüm oturmaya devam edin, cehennemde zaten cayır cayır bronzlaşacaksınız.
Son bir gayretle zırvalamaya devam ettim:
– Ama ben Hidayet ablama giderken zaten yüce rabbimden izin alıyorum, kem ve yahut küm.
Suratıma buz parçaları gibi gözlerle bakıp, denizden çıkmakta olan kırmızı ve pembe dalgıç elbiseli arkadaşlarına seslendi:
– Melahat, hadi çıkın artık ikindiyi kaçıracağız. Çabuk olun, şu kumun üzerinde namazımızı acele eda ediverelim.
Islak haşemasını hışırdatarak, yerinden doğruldu ve bana bir allahaısmarladık demeden uzaklaştı.
Hah işte ağabeyciğim, tatilimi yapmış, çamımı devirmiş, potumu da kırmıştım. Allah beni bildiği gibi yapsındı. Kendimi allaha havale edip, cep telefonumdan Cengiz ağabeyimizin eşi Hidayet ablamın numarasını aradım. Telefondaki ulvi ses, “aradığınız kişiye ulaşılamıyor lütfen daha sonra tekrar arayınız” dedi.
Böyleyken böyle oldu ağabeyciğim. Ellerinden öperim.
Birnur