“Ey sözlerin aslın bilen, söyle bu söz kimden gelir Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir
Swift-Tuttle adlı kuyruklu gök taşı, (“kuyruklu yıldız !?”)güneş sistemimize her 130 yılda bir girip eteğinden bol miktarda taş toprak döker ve bu taşlar ise kuyruklunun geçtiği yolda uzayda asılı kalır. Sevgili dünyamız ise bu mezbelelik içinden, her Ağustos ayında zorunlu olarak geçerken, gök yüzümüzde nice “yıldız kaymaları” olur, ahalimiz ise bu kaymalara bakıp nice niyetler tutmaktadırlar. Öte yandan, Swift-Tuttle kuyruklusu en son 1992 yılında yakınımızdan geçmiş olup, bir sonraki geçişi 2122 yılında olacağından bizlerin bu geçişi göreceğimiz gayetle şüphelidir. Bu nedenle, kuyruklunun 1992 ziyaretinde gürüntülenmiş güzel bir pozunu sevabımıza yazımıza eklemiş bulunmaktayız.
“Şu kanlı zâlimin ettiği işler Garip bülbül gibi zâreler beni Yağmur gibi yağar başıma taşlar Dostun bir fiskesi pâreler beni”
Yeri gelmişken, ibret alalım diye olmuş bir olayı anlatsam
“Yıldız kaymalarının” (!) başlangıcı, 11 Ağustos gece yarısına doğru başlayıp, 12 Ağustos sabahı şâhikasına erişecektir. Yer yüzünde bulunduğumuz nokta, dünyamızın güneş yörüngesinde GİDİŞ YÖNÜNE sabaha karşı döndüğünden, güneşin doğuşuna yaklaştıgımız alaca karanlıkta mateor yağmuru giderek hızlanır. Bu nedenle en görkemli meteor yağmuru gün ağarmadan hemen önce görünür. Arkası yatmalı bir sandalyeye kurulup, gül cemâlinizi kuzey-kuzeydoğu yönüne çevirip “yıldız kaymaları” cümbüşünü izleyebilirsiniz. Sakın ola korkmayasınız, kafanıza taş maş düşecek değildir. Gök taşlarının hemen hepsi, kum tanesi ile leblebi büyüklüğü arasında olup, yer yüzüne düşmeden yanıp kül olur.
“Dar günümde dost düşmanım bell’oldu On derdim var ise simdi ell’oldu Ecel fermanı boynum takıldı Gerek asa gerek vuralar beni”
11 Ağustos gecesi saat 11: 30’dan sonra, fakat ille de sabaha karşı, arkası yatmalı ayak uzatmalı sandalyenize uzanıp, kuzey-kuzeydoğu yönüne doğru bakarsanız, Perseides yıldız kümesi yönünden fışkıran gök taşlarının nasıl göz yaşlarına dönüştüğünü izler de şaşar kalırsınız. Saatler ilerledikçe, özellikle gece yarısından sonra, havada uçan ışıklar bir senfoni kreşendosu gibi giderek artacak, izleyenlerde ısırılmadık parmak bırakmıyacaktır.
“Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yâreler beni” (Pir Sultan Abdal)
Hz. İsa’nın doğumu sonrası sevgili dünyamız güneş çevresinde 258 kez pervane olup, 10 Ağustos tarihine gelince, Roma’lı alçaklar, Lawrence adlı azizi, yetimlerin ve de yoksulların parasını Romalı’lara yedirmediği için ızgara ocağında kızartarak öldürmüşlerdi.
“Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yâreler beni” (Pir Sultan Abdal
Aziz Lawrence ızgarada kızararaktan yana dursun, aradan henüz 1750 yıl bile geçmeden aynı kilisenin en başı, Papa John Paul rezili, erkek çocukların ırzına geçen papazların ayıbını örtbas için, yoksullar için toplanan 400 milyon doları utanmadan sus payı olarak dağıtacaktır ki, lâhavlenin böylesi de ancak AB’ye yakışır?
Aziz Lawrence’in kızartıldığı 10 Ağustos 258 gecesi, gök yüzümüzün Perseides yıldız kümesi yönünden fışkırarak atmosferimize giren gök taşları ise öyle bir gösteri sunmuşlar idi ki, bakan oğlunun düğünündeki havâi fişekler kaç para.O zamandan beridir bu gök taşı gösterisine “Saint Lawrece’in göz yaşları” denir ve de, doğrusu pek de yakışmaktadır. Bu yıl, sevgili dünyamız, 130 yılda bir güneş sistemize girenSwift-Tuttle kuyruklu yıldızının döktüğü taşların içine her ne kadar 24 Temmuz’da girmeye başlamışsa da, gök taşlarının en yoğun görkemi 12 Ağustos gecesi-13 Ağustos sabahı olacaktır ki, biz insanlığımızı yapıp duyuralım da gerisi size kalmış.
diyerekten, salondaki herkesi hıçkırıklara gark etmiş
idi..”
Ortopediye heves eden sınıfımızın en güçlü kızları, çimento torbası kaldırmak için günlerce çalışmalarına karşın, diğer şartları yerine getiremedikleri için, heyhat sınava bile alınmamışlar idi.
“Pir Sultan Abdal’ım uzak yollardaHelâk olduk yücelerde bellerde Bir zamanda biz de gurbet ellerde Ne yaman firkatli söyler dilimiz” (firkatli=dostlardan ayrılmış)
Yaşımız genç iken başımıza gelmiş olan gülmeye müstehak bir fıkrayı nakletsem gerek. Hz.İsanın doğumu üzre 1959 yıl geçtikte, fakir Tarsus’ta orta ikide mi ne, dolu ve kar karışımı bir rahmet yağsın ki, Tarsus olalı katiyyen böyle bir soğuk görülmemiş ise de , tüm çocuklar ayak topu alanına doluşup kar-buz topu oynamaya başlamamızla, futbol sahamızı bilen bilir, kale direkleri gayetle güçlü timur (demir) direklerle donatılmış olup, pırıldayaraktan öyle bir iştah açmakta ki, bu fakir dahi dayanamayıp timur (demir) direği yalamamızla dilimiz ossaniye direğe “cas” diyerekten yapışıvermiş, cümle etfâl (çocuklar) başımıza üşüşmüş olup, her serden (kafadan) başka bir seda (ses) çıkmakta iken, fakir ise feryat ve figân etmeye gücümüz yetmeyip, direğe bir sarılmışız ki, Mecnun’un Leyla’ya sarılması kaç para. Bir yandan bizi çekiştirip direkten kurtarmaya çalışan çocuklara tekme yetiştirmeye çalışmaktayız, öte yandan da “çekiştirmeyin lan ibneler ! ” deyû ünnemekteysek de , dilimiz timur direğe yapışık olduğundan lâfımız katiyyen anlaşılmayıp, gıcık Yusuf mu, yoksa rahmetli şebek Mümtaz mı, yoksa rahmetli deli Münir mi bu lâkırdımızı “İşeyin lan ibneler” diyeanladıklarından, oracıkta af buyurun, çükleriniçıkarıp dilimizin üzerine işemeleriyle sayelerinde yapışıklıktan kurtulmuş idik.
Amerikalıların Dörtte Biri Dünya’nın Güneş Etrafında Döndüğünü Bilmiyor.
Türklerin yüzde kaçı biliyor acaba?
Akşamın esmer yüzü ortalığı sardıkta, gül cemâlinizi güney yönüne çevirip, parmaklarınızı birleştiresiz ve sağ omuzunuz kulağınıza deyinceye dek kolunuzu, benzetmek gibi olmasın, güya“heil Hitler” diye avazlanmaya kıyas kaldırdığınızda, Orion (avcı) yıldız kümesi elcağızınızın altında kaybolur ki, anlayana niceibretler vardır. Orion nebulası bir yandan öbür yana 1500 ışık yılı genişlikte olup, hidrojen bulutlarının yoğunlaşıp toparlanmalarıyla nebulamızda yeni güneşler oluşmakta, dahası bu yıldızlar “fusion” yöntemiyle hidrojenden, helium, azot, oksijen,karbon vb. sıralamalarıyla, bilinen kimyasal element şemasına göre demire kadar tüm elementleri, oluşturmaktadır ki inanmayan neuzibillah kafirdir. Fakir bu görüntüyü dün gece gözlemiş olup, “balık bilmezse Hâlik bilir” kavlince yazımıza ulamış bulunmaktayız.
“Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” (Y. Emre)
Sultanımız dördüncü Murat han, anası cadı Kösem Sultan’ın kışkırtması ile, baba bir ana ayrı kardaşları Bayezid ve Süleyman’ı kemend attırıp boğdurmuş, halka “günahtır” diye yasakladığı içki sofrasına güzelce çöküp, anasının kendi elcağızıyla satın aldığı cariyeler ile işret alemine oturmuş, “Bu kavli sürahi eğilip sâgara söyler, ne der ?”
(sâgar=içki kadehi) tagannileri arasında mest olduğu bir gece, tarih 8 Eylül 1633’i göstermekteyken, İstanbulumuz’da maazallah bir yangın çıkmıştır ki, “aman destur ne olmakta ” demelere kalmadan garip şehrimizin dörtte üçü bir gecede kül ve turaba (toprağa) gark olmuş idi. Bakın şu tesadüfün aksiliğine ki, yine tam aynı yılın aynı günü Hz. Galileo, eski arkadaşı olmasına karşın, Papa olacak rezilin mahkemesinde “sevgili dünyamız güneş çevresinde pervane misali dönmektedir, üstelik de güneşimiz üzerinde lekeler vardır” dediği için mahkum olmuş, bacaklarındaki artrit sayrılığı yüzünden yürüyemez bir halde, ve de kendi icadı gök bakıcısıyla güneşe bakmaktan kör olduğu halde cezasını çekmeye giderken, “Uy pen nideyim uşaklar, ha pu cötü pohlu dünya güneşimiz çevresinde ha bire döneyi daa..” anlamına, “eppur si muave” dediği rivâyet olunur. Hâl bu ki, Murat Han’ımız 8 Şubat 1633 gecesi güney yönünde semâya bakıverse idi, Hz. Galileo’nun çok sevdiği Jüpiter (Bercis) gezegenini ve dört ayını (Callisto, Europa,Ganymede, İo)Avcı Orion’unun az bir batısında görüverecek idi. Nerede onda o feraset…
“Dört kitabın manâsın Okudum tahsîl etdüm Işka gelince gördüm Bir uzun hece imiş” (Yunus Emre) (Işk=ışık; aşk)
Gözleriniz hep yükseklerde olsun. Fakir-i pür taksir Dr. Timur Sümer
Aşağıda fakirin görüntülediği Orion takımadası , Orion’un bilgisayar şeması, ve Orion nebulasının yakın ve uzak görüntüsü, bâd-ı hevâ (“bedava”) hizmetinize sunulmuştur.
“Ey sözlerin aslın bilen, söyle bu söz kimden gelir Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir” (Yunus emre)
Güneş doğmadan önceki alaca karanlıkta doğu yönünde görüp de merak ettiğiniz, tektaş elmasa benzer parlak gezegen Venüs veya Çulpan ya da Zühre diye adlandırılır.
Eşe dosta duyurulur : Ağustos ayı ortalarına yaklaştıkça “Kahraman” takım yıldızları (“Perseus”)yönünden geliyormuş gibi göründüklerinden, “Perseid meteorları” denilen göktaşı yağmurları giderek sıklaşacak, 12 Ağustos gecesinin sonuna doğru Venüs gezegeninin huzurunda zirveye ulaşacaktır.
Nusreddin hoca yine bir gün Akşehir gölüne yoğurt çalarken, akıllı komşuları her zamanki gibi yetişip, “Aman hoca yine göle yoğurt mu çalmaktasın, bilmezmisin ki göl maya tutmaz ?” diye her zamanki gibi efkâr (fikirler) yürütüp avâz etmişler. Hoca “Lâhavle” deyip yanıtlamış : “Bre benim aymaz köylüm… her Temmuz ayında, yurdumuzda geleneksel olan ‘Karadeniz’de gaz bulma töreni’ gazına (!) geliyorsunuz da bizim gölün yoğurt tutacağına inanmıyorsunuz ; hayret bir şeysiniz billa.
Swift-Tuttle adlı kuyruklu yıldız (aslında yıldız mıldız olmayıp diploması sahtedir ) güneş sistemimize her 130 yılda bir girip eteğinden bol miktarda taş toprak döker ve bu taşlar ise kuyruklunun geçtiği yolda uzayda asılı kalır. Sevgili dünyamız ise bu minik taşlı tozlu mezbelelik içinden, her Ağustos ayında zorunlu olarak geçerken, gök yüzümüzde nice “yıldız kaymaları” olur, ahalimiz ise bu kaymalara bakıp nice niyetler tutmaktadırlar. Öte yandan, Swift-Tuttle kuyruklusu en son 1992 yılında yakınımızdan geçmiş olup, bir sonraki geçişi 2122 yılında olacağından bizlerin bu geçişi göreceğimiz gayetle şüphelidir. Bu nedenle, kuyruklunun 1992 ziyaretinde gürüntülenmiş güzel bir pozunu sevabımıza yazımıza eklemiş bulunmaktayız.
“Şu kanlı zâlimin ettiği işler Garip bülbül gibi zâreler beni Yağmur gibi yağar başıma taşlar Dostun bir fiskesi pâreler beni” (Pir Sultan Abdal)
Yeri gelmişken, birkaç gün önce başımıızdan bir fıkra geçtiki anlatmaya müstehak :
Diş hekimi zâtımı “panoramik diş Rontgeni” için BODRUM ACIBADEM HASTANESİ radyoloji bölümüne göndermiş idi. Elimizde istek kağıdı sıraya girip başımızı vurduk, sonra yine sıraya girip paramızı ödedik, sonra yine bekleme salonunda sıraya girdik. Üç vakit sonra teknisyen hanım adımızı ünneyip içeri çağırdı. Alaca karanlık odaya girmemizle, teknisyen hanımın “Pantolonunuzu çıkarın beyfendi” demesiyle, hayret yapıp, kendimize hitaben, “Tüh yüzüme..gördün mü bak..kadın maksadımızı yanlış anladı” diyerekten, efkâr (fikirler) yürütürken, bir yandan da”amanın olur ya, zamanlar değişti, Türkiyemiz’de belki artık âdet böyledir, aman acemiliğimiz belli olmasın” diyerekten kemerimizi gevşetmeye soyunduk. Teknisyenin “ çabuk olun bekleyen başkaları da var” demesiyle telâş yapıp ve sıramızı kaybetmiyelim muradıyla kemerimizi gevşetip pantolonu indirirken gayri ihtiyâri, “ donum kalabilir mi ?” diye soruvermişim. Derken, nihayet usumuz serimize (aklımız başımıza) gelip korkaraktan “Diş Rontgeni için patalon çıkarmak zorunlu mu ?” diye sormamızla, önce hayret, sonra hicab, sonra da telaş gösteren teknisyen hanım “Aaa.. diş filmi yerine “diz” filmi yazmışlar” demez mi ? Apar topar pantolonumuzu çekerekten tüm sıralara yeniden girmiş idik.
“Yıldız kaymalarının” (!) başlangıcı, 11 Ağustos gece yarısına doğru başlayıp, 12 Ağustos sabahı şâhikasına erişecektir. Yer yüzünde bulunduğumuz nokta, dünyamızın güneş yörüngesinde GİDİŞ YÖNÜNE sabaha karşı döndüğünden, güneşin doğuşuna yaklaştıgımız alaca karanlıkta mateor yağmuru giderek hızlanır. Bu nedenle en görkemli meteor yağmuru gün ağarmadan hemen önce görünür. Arkası yatmalı bir sandalyeye kurulup, gül cemâlinizi kuzey-kuzeydoğu yönüne çevirip “yıldız kaymaları” cümbüşünü izleyebilirsiniz. Sakın ola korkmayasınız, kafanıza taş maş düşecek değildir. Gök taşlarının hemen hepsi, kum tanesi ile leblebi büyüklüğü arasında olup, yer yüzüne düşmeden yanıp kül olur.
“Dar günümde dost düşmanım bell’oldu On derdim var ise simdi ell’oldu Ecel fermanı boynum takıldı Gerek asa gerek vuralar beni” (PSA)
11 Ağustos gecesi saat 11: 30’dan sonra, fakat ille de sabaha karşı, arkası yatmalı ayak uzatmalı sandalyenize uzanıp, kuzey-kuzeydoğu yönüne doğru bakarsanız, Perseides yıldız kümesi yönünden fışkıran gök taşlarının nasıl göz yaşlarına dönüştüğünü izler de şaşar kalırsınız. Saatler ilerledikçe, özellikle gece yarısından sonra, havada uçan ışıklar bir senfoni kreşendosu gibi giderek artacak, izleyenlerde ısırılmadık parmak bırakmıyacaktır.
“Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yâreler beni” (Pir Sultan Abdal)
Hz. İsa’nın doğumu sonrası sevgili dünyamız güneş çevresinde 258 kez pervane olup, 10 Ağustos tarihine gelince, Roma’lı alçaklar, Lawrence adlı azizi, yetimlerin ve de yoksulların parasını Romalı’lara yedirmediği için ızgara ocağında kızartarak öldürmüşlerdi.
“Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz Şu ellerin taşı hiç bana değmez İlle dostun gülü yâreler beni” (Pir Sultan Abdal
Aziz Lawrence ızgarada kızararaktan yana dursun, aradan henüz 1750 yıl bile geçmeden aynı kilisenin en başı, Papa John Paul rezili, erkek çocukların ırzına geçen papazların ayıbını örtbas için, yoksullar için toplanan 400 milyon doları utanmadan sus payı olarak dağıtacaktır ki, lâhavlenin böylesi de ancak AB’ye yakışır?
Aziz Lawrence’in kızartıldığı 10 Ağustos 258 gecesi, gök yüzümüzün Perseides yıldız kümesi yönünden fışkırarak atmosferimize giren gök taşları ise öyle bir gösteri sunmuşlar idi ki, bakan oğlunun düğünündeki havâi fişekler kaç para.O zamandan beridir bu gök taşı gösterisine “Saint Lawrece’in göz yaşları” denir ve de, doğrusu pek de yakışmaktadır. Bu yıl, sevgili dünyamız, 130 yılda bir güneş sistemize girenSwift-Tuttle kuyruklu yıldızının döktüğü taşların içine her ne kadar 24 Temmuz’da girmeye başlamışsa da, gök taşlarının en yoğun görkemi 12 Ağustos gecesi-13 Ağustos sabahı olacaktır ki, biz insanlığımızı yapıp duyuralım da gerisi size kalmış.
Yiğit uzun bir ayrılıktan sonra atının üzerinde ve yorgun ve terli olarak sevdiğinin köyüne ulaşır.Sevgilisi ona sevgi gösterir, mahraması ile terini siler. Yiğit oğlan da sevdiğine bir övgü döşenir. Güzel mi oldu şimdi bu benim anlatışım? Oysa aşık Karacaoğlan şöyle anlatıyor:
Ağlama Sevdiğim Gül Dedi Bana
“Seherden uğradım dostun köyüne Hoş geldin sevdiğim in dedi bana Tomurcuk memesin verdi ağzıma Yorgunsun sevdiğim em dedi bana
Benim yârim gelişinden bellidir Ak elleri deste deste güllüdür İbrişim kuşaklı ince bellidir İnce bellerimi sar dedi bana
Benim yârim bana yalan söylemez Söylerse de gıybetimi eylemez El yanında ikrarını söylemez Elleri uyut da gel dedi bana
Mestine de deli gönül mestine Aşık olan gül gönderir dostuna Telli mahramasın attı üstüme Terlisin sevdiğim sil dedi bana
Karac’oglan sırrın kime danışır Siyah zülfü mah yüzüne kıvrışır Ayrılanlar elbet bir gün kavuşur Ağlama sevdiğim gül dedi bana” (Karacaoğlan)
Bir delikanlı, birkaç kişilik bir genç kız grubunu görüyor ve içlerinden birinin gururlu duruşu, endamı ve tavırlarıyla ötekilerden ayrıldığını fark ediyor. Birden gönlü akıyor o kıza doğru. Sanki yanındakiler, ona hizmet eder gibi. Siz olsanız bu görüntüyü hangi kelimelerle anlatırsınız? Karacaoğlan şöyle anlatıyor: “Uydurmuş kendine üç beş menendin Sanırsın Sadrazam tuğ ile gider.” İşte Türkçemiz’in gücü.
“İlk akşamdan vardım kavil yerine O ne, baktım kömür gözlüm gelmedi Bilmem gaflet bastı yattı uyudu Bilmem o yar bize küstü gelmedi.” (Karacaoğlan)
Hangi yüzyılda ya da hangi kentte olursa olsun (ister İstanbul, ister New York, ister Paris), sevgilisi randevuya gelmeyen genç âşığın yürek çarpıntıları ve kafasındaki sorular su gibi akıp giden bir dille anlatılıyor. Şiir devam ederken, umutsuzca bekleyen âşık, yürek paralayan bir yargıya ulaşıyor:
“Benim mecbur olduğum fark etti Zalım garaz etti kaçtı gelmedi.”
Nasıl usta bir psikoloji, nasıl büyük bir anlatımdır bu. “Mecbur olduğu” fark edilen bir tutkulu âşığın terk edilmesi, insan ilişkilerinin önemli gizlerinden birisi değil mi?Bence öyle. Aynı psikolojik durumu Sigmund Freud da yazabilirdi, Erich Fromm da. Ama onlar değil, 17. Yüzyılın başlarında yaşamış, Çukurova’da omuzuna asılı sazıyla diyar diyar dolaşan genç bir ozan yapıyor bu saptamayı. Gözleriniz yükseklerde olsun FPTDr. Timur Sümer
Yeşilırmak kıyısında bir heykel daha var, onunla ilgili yazıyı sevgililer gününe bıraktım.
Heykelde Ferhat’ın dağları delmesi ve Şirin’in onu hasretle beklemesi konu edilmiş. Ferhat ile Şirin, sadece Türkiye’de değil, Azerbaycan’da, İran’da da anlatılıp, yazıya dökülmüş. Hikâyenin özü şu; Ferhat Şirin’e aşık, şirin Ferhat’a aşık. Şirin’in babası kızını Ferhat’a vermek istemez, bunun için Ferhat’tan dağları delip çok uzaklardan kente su getirmesini ister. Ferhat da dağları dele dele, kayaları oya oya su yolu açmaya başlar ve hedefe de çok yaklaşır. Bunu öğrenen Şirin’in babası kızın dadısını Ferhat’ın yanına gönderir. Dadı, Ferhat’ın yanına gider ve boşuna uğraşma Şirin öldü der. Ferhat, çok üzülür, elindeki gürzü havaya fırlatır, gürz Ferhat’ın kafasına düşer ve Ferhat ölür. Bunu duyan Şirin de kendisini hançerle öldürür.
<image.jpeg>
Ferhat ile Şirin
Hikâye, aşkın ne kadar yüce ve güçlü bir duygu olduğu anlatır. Buna benzer Kerem ile Aslı ve Leyle ile Mecnun hikayeleri de var. Kerem, Aslı uğruna kendisini yakar. Mecnun ise çöllerde dolaşıp Leylasını arar.
Mecnun’un hikayesi diğer ikisinden farklıdır. Mecnun âşık olduğu Leyla’yı bulmak için çöllerde dolaşırken bir gün Leyla ile karşılaşır ama sevinmez ve mutlu olmaz. Leyla bunun nedenini sorar. Mecnun cevap verir: “Ben Leyla için çöllere düştüm, hayatımı onu bulmaya adadım. Şimdi seni buldum ama sen içimdeki Leyla değilsin.”
Aslında Mecnun kendi hayal dünyasında mevcut bir güzele aşıktır. Âşık olduğu kızı Leyla sanır ama onun ile karşılaşınca hayalindeki kızın o olmadığını anlar. Bu durum hepimiz için geçerli; çoğu zaman gerçeği değil, kafamızda oluşturduğumuz imgeyi severiz ya da ondan nefret ederiz. Onun için diyorum ki, aman dikkat! İnsanları yanlış tanımayın, hayal kırıklığına uğrarsınız.
En güzel Leyle ve Mecnun hikayesini yazan Fuzuli’ye göre esas aşık kendisidir. Mecnun’un aşkını pek beğenmez; şöyle der:
Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var.
Fuzuli için âlem aşktan ibaretmiş:
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Arzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak
Aşka bu kadar değer veren Fuzuli onu bela ve dert olarak görür ama bu dert yüklü beladan kurtulmak istemez.
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.
Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni”
Aynı Fuzuli bir başka şiirinde insanlara aşktan uzak durmalarını öğütler:
Can verme sakın aşka aşk afeti candır
Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimseki aşıktır işi ahü figandır
Yadetme güzel gözlülerin merdümi çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanmaki şair sözü elbette yalandır.
Tolstoy ise aşka pek de inanmaz. Bu konudaki düşüncelerini Kreutzer isimli kitabında roman kahramanı Pozdnişev’in ağzından anlatır. Roman, trenle seyahat eden insanların kendi aralarındaki konuşmalarla başlar. Vagondaki bir kadının gerçek aşktan söz eder, evliliğin ancak erkek ve kadın arasında böyle bir sevgi var olduğu zaman mümkündür der. Pozdnişev ise kadına hitaben şöyle der: “Siz evlenmenin temelinde aşk olduğunu söylüyorsunuz. Bense, arzu ve tutku dışında aşk diye bir şey yoktur” der. Ve devam eder: “Karıkoca, etrafa tek karılı, tek kocalı gibi görünür ama, aslında iki tarafta poligami yaşar” der. Lafın kısası Pozdnişev’e (Tolstoy’a) göre aşk diye bir şey yoktur.
İnsanların poligami hayatı yaşadığına inanan Pozdniçev, Karacaoğlan’ın şu şiirini duysa, ben size demedim mi diyebilirdi:
Yaz gelip de beş ayları dolunca
Açılmış bahçenin gülleri güzel
Yaktı beni Fadime’nin nazarı
Zülüften ayrılmış telleri güzel
Elif’i dersen de nazlıdır nazlı
Esme’yi dersen de sırf ala gözlü
Söyletme Şerfe’yi bülbül avazlı
Söylüyor Zehra’nın dilleri güzel
Emne’yi der isen incedir ince
Bağdat’ın Mısır’ın gülleri konca
Eşşe’nin kaşı da kalemden ince
Sevmeye Hörü’nün belleri güzel
Döne güzelliğin halka bildirir
Kamer pınardan da kabın doldurur
Eşşeyürüy’şünde beni öldürür
Sevmeli Cennet’in boyları güzel
Karadan da Karac’oğlan karadan
Sürün çirkinleri çıksın aradan
Herkesi sevdiğ’ne vere Yaradan
Sevdiğim Meryem’in benleri güzel
Her gördüğü güzele âşık olan Karacaoğlan, bunun vebalini gönlüne yükler:
Deli gönül, gezer gezer gelirsin,
Arı gibi her çiçekten alırsın,
Nerde güzel görsen, orda kalırsın,
Ben senin derdini çekemem gönül.
Santur mu istersin, saz mı istersin?
Ördek mi istersin, kaz mı istersin?
Tomurcuk memeli kız mı istersin?
Ben senin derdini çekemem gönül.
Çıkıp yücelere bakmak istersin,
Coşkun sular gibi akmak istersin,
Her güzelle yatıp kalkmak istersin,
Ben senin derdini çekemem gönül.
Karacaoğlan der ki, okuyam, yazam
Keleş değilim ki kervanlar bozam.
Giyinsem, kuşansam, bir hoşça gezsem,
Ben senin kahrını çekemem gönül.
Aşık Veysel için güzellik ancak aşığın sevgisi ile değer kazanır ve sevilenin yeri aşığın gönlüdür. Şairi şair yapan da sevgilisine olan aşkıdır.
Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana âşık olmasa.
Sevgililer gününde dünyaya gönüller yapmaya gelen Yunus Emre’yi hatırlamamak olmaz:
Ben gelmedim dâvâ için
Benim işim sevi için
Dostum evi gönüllerdir.
Gönüller yapmaya geldim
Ne zaman dost sözcüğünü duysa aklıma ban Veysel’in ömrünün son deminde söylediği şu dörtlük gelir:
Derdim türlü türlü yoktur ilacım,
Hiçbir türlü bulamadım dermanı
Bir dost bulup dem sürmekti amacım
Gam kasavet çevreledi her yanı
Son sözü Yunus söylesin:
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
Dostlarım, bizler çok şanslıyız; Aşık Veysel gibi dost mahrumu değiliz; birbirini seven canlardan oluşan bir dostluk grubumuz var. Bizi birleştiren de aramızdaki sevgi değil mi?
O halde “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz”. Zaten ömür kısa, ancak sevmeye yeter…
“Dur, daha bitmedi” dedi eşim “yaz, bir kilo dolmalık patlıcan, yarım kilo dolmalık biber, bir kilo da bostan patlıcanı, iki deste maydanoz, bir taze nane, bir yeşil soğan, varsa taze sarımsak…”
“Biraz ifrata kaçmıyor muyuz hanım?” diye sordum . “Zirâ” diye devam ettim “hem balık, hem rosto, hem güveç-pilav, hem patlıcan dolması, hem biber dolması hem de bir sürü meze, üstüne de meyve ve tatlı?”
“Niye ifrat olsun bey? Bizde yedikleri son yemekte bunların hepsini yapmıştım ve misafirlerin hepsi bayıla bayıla yemişlerdi. Şimdi aynı yemekleri bekleyeceklerdir benden. Hem kalan fazla yemekleri buzdolabınakoyarım, yarın temizliğe gelecek olan yardımcı kadın ile paylaşırız, yenen yenir, yenmeyeni evine götürür.”
“Hatırla, “ diye ilâve etti “kadınların hepsi yaptığım yemeklerin tarifini istemediler mi benden? Aradan beş yıldan fazla zaman geçti, özlemişlerdir benim yemeklerimi.”
“Öyle olsun” dedim, “hadi istediğin malzemeyi yazdırmaya devam et de şu alışveriş listesini tamamlayalım.”
Uzun yıllar önce oluşmuş bir arkadaş gurubumuz vardı; ben, emekli edebiyat öğretmeni Cezmi hoca, mâlimüşâvir Mahir, diş doktoru Serdar, manifaturacı Nevzat ve tuhafiyeci Fuat, (Bu son iki arkadaşım ayrıdükkânların sahibi gibi görünürlerdi ama hem manifatura hem de tuhafiye dükkânına ikisi de ortaktı.) Birbirimizle tanışıklığımız otuz yıldan eskiydi. Onlarca yıl hep beraber haftada üç gün sabah saat altıda buluşup altı kilometre yürüyüş yapardık. Spor yapma amacımızın yanı sıra, sabah sohbetlerinin zevki de gecenin köründesıcak yataklarımızdan kalkmamıza, yağmur-çamur demeden yollara düşmemize neden olurdu.
Altı yıl kadar önceydi. “Yâhu arkadaşlar” dedim “sabahları buluşmamız iyi de, neden eşlerimizle birlikteara sıra yemeğe çıkmıyoruz? Zaten bayram-seyran, nişan-düğün gibi toplantılarda onlar da tanışmış durumdalar ve birbirleri ile daha sık görüşmeyi arzu ediyorlar. Ha, ne dersiniz?”
Benden beş yaş kadar küçük olan mâli müşâvir Mahir “Neden olmasın âbi? Çok iyi bir fikir. Hatta altın günü yapalım ki bu toplantılara katılmak mecburi hâle gelsin” dedi.
“Nasıl yâni?” diye sordu Cezmi Hoca. (Öğretmen emeklisi olduğu için ona sadece “Hoca” diye de hitap ederdik).
“Nasıl olacak hocam, her ay bir defa birimizin evinde akşam çayı için toplanırız, gelenler ev sahibine birertüm altın verirler. Böylece zorunluluk hasıl olur ve de hiç kimse bahaneler uydurarak gelmemezlik edemez”.
“Niye” dedi tuhafiyeci Fuat “çay yerine yemek olsa olmuyor mu? Hem bir iki kadeh de atarız belki”.
“Âbi kadınlara zahmet olur diye yemekte buluşalım diyemedim, yoksa iyi değil iyinin iyisi olur!”.
“Tamam” dedim, ağırlama sırası için kur’a çekelim. Her ayın son Cumartesi günü akşamı birimizin evinde yemekli altın günü toplantısı yapıyoruz bundan sonra. Elimizden geldiğince yemek konusunda eşlerimize yardım ederiz artık.”
Kararımızı uyguladık. Çok da güzel ve neş’eli oluyordu birlikteliğimiz. Şarkılar, türküler, fıkralar gırla gidiyordu. Ev sahibesinin yapmış olduğu yemekler övgüler alıyor, ilginç bulunan yemeklerin tarifleri alınıyordu misafir hanımlar tarafından. Hepimiz ayın son haftasını dört gözle bekler olmuştuk. Ancak, daha ilk turu yeni tamamlamıştık ki Covid-19 belâsı geldi çattı ve mecburen son verdik bu güzel toplantılarımıza. Artık görüşmelerimize ancak telefon konuşmaları ile devam edebiliyorduk ve konu dönüp dolaşıp yine eski günlerdeki altın gününe geliyordu.
Birkaç ay önceki bir telefon sohbetinde “Kovit geçti gitti, neden yeniden altın günü yapmıyoruz?” diye sordu Cezmi hoca. “Diğerleri ile konuşalım, kabul ederlerse tekrar başlayalım” dedim. Benim muhasebeme de bakan mâli müşâvir Mahir’i aradım. “Âbi çok iyi olur, vallâ çok da özledik o günleri” dedi ve ilâve etti “ilk başta her ne kadar benim önerimle başlatmış olsak da, altın alıp vermenin bir manası yok artık, önce dört altını sana versinler, sonra sen birer birer hepsini geriye ver, neredebunun mantığı?”
“O zaman” dedim, diğer arkadaşlar da uygun görürlerse ilk bizim evde başlıyoruz.
İşte eşimle beraber yazmakta olduğumuz alışveriş listesi tekrardan başlatacağımız “altınsız altın günü”nün hazırlığı içindi.
Ayın son Cumartesi günü akşam saat yedi gibi ilk misafirlerimiz geldi. Diğerlerinin gelmesi de yarım saat sürmedi. Tekrar beraber olmanın heyecanı hepimizi öylesine sarmıştı ki herkes yüksek sesle konuşuyor, birbirine sarılıyor, kimse bir türlü sofraya gelmiyordu. Neyse, zorla oturttuktuk hepsini.
İlk ikramımız mantar kremalı tavuk çorbasıydı. Alkol almayan kadınlar çorba servisini geri çevirmediler ama erkeklerin gözü rakıda ve mezelerde olduğundan onlarçorbaya burun kıvırdılar.
Daha ilk kaşıktan sonra kadınlardan birisi eşime “Bu tavuk çorbası değil mi? Hani nerede tavuk?” diye sordu. Eşim izah etti “tavuk da var, mantar da var ama mikserden geçirdiğim için taneli değil. Arzu edenlerin çorbasına ilâve etmesi için ayıklanmış tavuk paçaları ayırdım, bakın şuradaki kâsede, isteyen alabilir.”
“Olur mu ama? Tavuk çorbası dedin mi içinde tiftik tiftiketi görülmeli. Sonradan ilâve olmaz.”
Bir başka kadın atıldı “Hayır! Doğrusu bu. Zira çorba yenmez, içilir. Yâni tümü sıvı olmalıdır”.
“Evet, dedi, lafa henüz karışmayan bir tanesi, “pirinç, mantar ve tavuk taneleri mikserle ezilmemiş olsaydı tavuklu pilav olurdu bu, çorba olmazdı.”
“Hiç de değil, kusura bakmayın ama ben beğenmedim.”
Bir soğuk rüzgâr esti sanki sofrada ve bu konuda başkaca fikir beyan etmeye devam edilmedi. Bu konuşmaların ardından gelen uzunca sessizliğin fırtına öncesi oluşan sessizlik olduğunu nereden bilecektik?
Dileyen istediğini alsın diye, eşim ve ben diğer yemekleri ve salatayı servis tabakları ile getirip masanın ortasına dizdik.
Tabağına bir parça rosto ve bir kaşık patates püresi alan Mahir’in karısı daha ilk lokmasını yemeden “Bu rosto mu yâni şimdi?” deyiverdi “alınmayın ama ben yemeyeceğim zirâ iyi pişmemiş!”.
Bir diğeri “Nasıl olur şekerim” dedi, “bana göre fazla bile kızarmış.”
“Patlıcan dolması da çok diri duruyor” diye atıldı bir diğeri “pirinç tanelerine bakın.”
“Hiç de değil” dedi Fuat’ın eşi, “pirinçte sorun yok ama tuzsuz olmuş ve ekşisi eksik”.
Birden bire bu eleştiri salvosu ile karşılaşan eşim sapsarı bir benizle ve nutku tutulmuş olarak bana bakmaya başladı. Kaş göz işareti ile “boşver, takma kafana” mesajı vermeye çalıştım.
“Siz güveci böyle mi yapıyorsunuz?” deyiverdi Nevzat’ın karısı “hani bunun soğanı?”
“Canım, güvece soğan konmaz ama sarımsağı az olmuşdersen tamam, o gerçekten çok az az olmuş. Vallahi ben sarımsağı bol olmayan güveci yiyemem. Kısacası ben de beğenemedim”.
Sonunda tabaklarda sadece kılçıkları kalan güzelim levrekler bile eleştirilerden nasibini aldı; kimisi “az pişmiş”, kimisi “bunlar yanmış” dedi.
Öyle bir an geldi ki, kadınların hepsi birden konuşuyordu ve kimin ne dediği anlaşılamaz olmuştu. Seslerini duyurup baskın çıkabilmek için olabildiğince üst perdeden bağırıyorlardı.
Erkekleri meze tabaklarını ve içkilerini alarak salona gelmeye davet ettim. Onlar da bu kakofoniden bıkmış olmalıydılar ki duraksamadan içki dolu kadehlerini ve tabaklarını alıp koltuklara yerleştiler.
Kadınların oturmaya devam ettikleri masada beğenilmediği söylenen yemekler aslında silip süpürülünceye kadar yeniyordu ama eleştiriler hiçdinmek bilmiyordu.
Sonunda tatlıları ikram eden eşim kibarlığı bir yana bırakarak, dayanamadı ve “Hadi bakalım, revâniye ne kulp takacaksınız merak ediyorum, buyurun” dedi, burnundan soluyarak. Anında eleştiriler gelmeye başlamış olmalı ki yine kadınlar hep bir ağızdan bağrışmaya giriştiler. Sonunda kahveye içmeye başladıklarında sesleri biraz kesildi ve sohbet sırası biz erkeklere geldi.
“Eee, ne var ne yok?” diye hâl-hatıra başlayacağı sandığım Cezmi hoca bana dönerek “Bu rakıyı nereden aldın yâhu?” dedi.
“Valla hoca” dedim,“marketten aldım, ben imâl etmedim.”
“Yok, hayır, mesele o değil” dedi “niye soruyorum biliyor musun?
“Hayır bilmiyorum, söyle de öğrenelim.”
“Alırken şişeyi çevirip altına baktın mı?”
“Haydaa, niye ki?”
“Niye olacak, bir ve üç rakamı yazıyorsa iyidir, başka numara yazılı ise boşver, yaramaz”.
“Niye canıımm? Bizim mahallede küçük bir dükkân var, adamda eskide kalma rakılar var, ben oradan alıyorum. İkram edilen bu rakı onların yanından bile geçemez!”
Fuat atıldı “Hoca, hoca, o senin dediğin efsane eskidendi. Şimdi öyle bir şey yok”.
Sessizce bizi dinlemekte olan Nevzat “Yaaa bırakın rakının tadını bir yana da, bu rakı bardakları çok kalın be, içerken zevk vermiyor adama!” diye ünnedi. Allah Allah! Kulaklarıma inanamadım, zira beş yıl önceki bir toplantımızda ev sahibesine “Rakı bardağınız yoksa çay bardağınız da mı yok? O da yoksa şu iri salatalığı oyup bardak yaparız, içine rakı doldurup yine de rakımızı içeriz” diyen Nevzat’a ne olmuştu böyle?
Eleştirilme sırası mezelere gelmiş olmalıydı ki, kimisi hummusa, kimisi taratora, kimisi beyaz peynire ve hattâbazıları bal gibi tatlı olan kavuna bile hata buldular.
“Hoş görülü ve güler yüzlü ev sahibi” maskesini takarak misafirleri yolcu ettikten sonra eşim “Bu ne yaaa?” dedi “Söz birliği etmişler gibi hiçbir şeyi beğenmediler, yoksa bize yapılan bir şaka mı bu?”
“Ben olayı çözdüm galiba” dedim, “televizyon kanallarında şu senin ve benim nefret ettiğimiz ve birkaç sahnesinden fazlasına dayanamayıp kapattığımız yemek yarışmaları var ya, hani o kavga, gürültü, hakaret, aşağılama ve kalleşlik üzerine kurgulanan ve de halkımız tarafından heyecanla izlenen güyâ yemek yarışmaları? İşte bu arkadaşlarım ve eşleri son yıllarda o programları seyrede seyrede bu hâle gelmiş olmalılar!”
“Yâhu anlayamadığı ne biliyor musun?” dedi, “Bir yandan her yemeği hapır-hupur yerken diğer yandan eleştiriyor ve yemeği beğenmediklerini söylüyorlardı. Bak, senin ifrat dediğin yemeklerden ne kadar kaldı, gel de gör! Dün akşam yaptığım zeytinyağlı yaprak sarması buzdolabında bir günde bozulur mu yaa? “Bu bayat vebozulmuş” dediler, iyi mi? Hakikaten bozulmuş olabilir mi, tadına bak şunun. Bozulmuş dersen kalanı çöpe atacağım.”
“Hanım” dedim, “kalan ne varsa çöpe at gitsin, zira yemeklerin bozulup bozulmadığı önemli değil, önemli ve üzücü olan, maalesef, insanlarımızın bozulmuş olması!”
Ben çok gençken edindiğim arkadaşlarımı sık sık ikaz ediyorum: ” Lan kızım/ oğlum, ölüverip kafamı bozmayın. Ergenlik sivilcelerinizi biliyorum, yaşlılık tipsizliğinizi de görmek isterim, beni bu merakta bırakmayın” diyorum. Kimisi dinlemedi öldü. Hele şu 50 yaşında durup dururken aramızdan ayrılan Aydan’ımızın 65 yaşında ne şekillere gireceğini bütün arkadaşlarım ile birlikte merak ediyoruz. Bir araya gelince, yaşasaydı ne şekil olacaktı acaba diye üzüntülü fikirler yürütüyoruz. Sarışındı, derisi inceydi çok fazla kırışırdı, yok be fazla kırışmazdı, yaşlansaydı daha komik tecrübeleri olur, bizi güldürürdü vs. gibilerden fikir teatisinde bulunuyoruz. Onu dilimize dolayıp, bir gülüp bir ağlayarak hatırlıyoruz. Onun yaşlanmış halini görüp merakımızı gidermek için teknolojiden yararlanmaya karar verdik.Birisi fotoğrafından bunu çalışacak. [00:42, 08/09/2023] birnur,orcan koral: Ama ölmeyip yaşlanabilseydi, ne kadar daha komik ve renkli bir kişilik haline dönüşeceğini tespit edecek bir teknoloji henüz yok. Onu da hayal gücümüze teslim ettik.😥😅
Aydan, Çıkrıkçılar Yokuşu eteklerindeki geleneksel Cumartesi buluşmamıza her daim olduğu gibi gecikmişti. Kendisi ile paylaşmak üzere aldığım simidin ona ayırdığım parçasını da yiyerek beklemeye devam ettim. Biraz sonra sebze hali yönünden çıkıp geldi. Payına düşen çeyrek simidi eline tutuşturup hesap sordum. Elindeki dört kilo üç yüz elli gram ağırlığındaki lahana, gecikmesinin mazeretini teşkil etmekteydi. Dediğine göre Allaha bin şükür lahanacının gözü Aydan’ı tutmuştu fakat tenzilat yapması vakit almıştı. Aralarında geçen pazarlık sohbetini ayaküstü anlattı: “Birnur’cuğum lahanacıya, lahananız fevkaladenin fevkinde görünüyor. Ancak biraz indirim yaparsanız, dolma sarmayı düşünüyorum” dedim. Lahanacının asabiyetten bıyığı seğirdi ancak dolma yapmayı tasarladığımı ve lahanasının hakkını vereceğimi öğrenince çok sevindi. Yine de biraz ısrar etmek zorunda kaldım. “Bak ben bir kamu kurumunda çalışıyorum, bu lahanayı sarmak için bana üç saat vakit lazım. Üstelik bu meşakkatli iş, sadece sizin bu lahana ile bitmiyor. Nerede bunun kıyması, hani bunun soğanı, maydanozu ve pirinci ve dahi nanesi? Tencereyi ateşe vurana kadar bu lahana kim bilir ne merhalelerden geçecek. Ha? Nerede bunun suyu, hava gazı? Bunca masrafı edeceğime göre beni müşkül durumda bırakmayınız ve istirham ederim şu lahanada 1-2 Yeni Türk Lirası indirim yapınız” deyip, ricada bulundum. Bütün bu açıklamalarım neticesinde o da bana “Vay be yengem hem çalışıyorsun, hem de dolma saracak mecalin var. Sana bravo ve aynı zamanda helal olsun diyorum. Senin canını yerim al da git lahana senin olsun” dedi. Aydan’ın Selanik dolaylarından saman sarısı saçları ve kaşları, oğlunun tabiri ile sümük yeşili gözleri ve çalışan bir kişi olduğunu ayan beyan belli eden spor ceketli, makosen ayakkabılı medeni görünümü, lahanacının cenahından bakılınca “dolmayı asla saramayacağına” delalet etmekte idi. İster inansın ister inanmasındı ama Aydan o lahanayı sarardı da, ortasından çıkan yaprakları turşu bile yapardı. Aydan’dı be o! Lahanasını kolunun altına sıkıştırarak, diğer kolu ile koluma girdi ve Çıkrıkçılar Yokuşu’nu tırmanmaya başladık. Her daim böyle kol kola yürümekte, kafa kafaya verip düşünmekteydik. Aynı lakırdıyı söyler, aynı lafa güler, aynı kişileri sayar sever, aynı kişilere sayıp söverdik. Bir münasip yere konuşlanıp, aynı istikamete bakaraktan lafa dalardık. Orta Oyunu kıvamındaki muhabbetlerimize kulak veren tanıdık veya tanımadık ahali gayet güler, gayet eğlenirdi. İki çift lafımızın belini kırarken bizi tanımayanlar bıyıklarının altından, tanıdıklar ise bıyık üstünden ağız dolusu gülerlerdi.Sanki Kavuklu ve Pişekar’dık da, vatandaş bizi biletsiz seyrederdi. Dükkanmış, asansörmüş, sokakmış veya iş yerimizmiş pek fark etmez, dereden tepeden eğri oturur doğru konuşur, o esnada yanımızda yöremizde bulunan seyircilerden fevkalade reyting alırdık. Müşterek dostlarımız “aman kaçırmayalım Aydan ve Birnur sohbete oturdular ki, bakalım ne diyecekler” merakı ile yanı başımızdaki yerlerini alırlardı.
…/… BULVAR DÖ ÇIKRIKÇILAR Yetmiş beş derecelik açı arz eden Çıkrıkçılar Yokuşu’nun trafik asayişi de Aydan’ın üzerine vazifeydi. Bu nedenle lafımızı balla kesti ve yokuşun tepesinden baş aşağı inmeye çalışan bir kamyona yardım etmeye hazırlandı. Şoföre, hooop sağ yap tamam tamam, topla gel topla da geeel hayırseverliğini yaparak, kamyonun selametle yola devam etmesini temin etti ve bana dönüp izahatta bulundu: -Bu bir sosyal sorumluluktur mirim. Bak şu çengelli iğne satan sorumsuz adamın hiç umurunda mı? İki metre don lastiği satmak uğruna kamyon devrilse haberi olmayacak. Sonra lastik ve çengelli iğne ticareti yapan mesuliyetsiz vatandaşa seslendi:
Şu horoz bağırsağı rengindeki makaralardan bir tane verir misiniz. Sana da alayım mı Birnur’cuğum, gerekli olabilir. Bu kısa alışverişi de yaptıktan sonra, ileride oğullarımıza almayı düşündüğümüz kına gecesi sepetlerine hayranlıkla bakaraktan yokuşu tırmanmaya devam ettik. Aydan’a birdenbire bir kasavet gelmişti. Bağrına bastığı lahanasına kederle bakıp; -Yahu Birnur’cuğum, bu hafta çok işim var. Ya lahana dolması yapmaya fırsat bulamayıp da, kapuska yapmak zorunda kalırsam? Lahanayı kapuska vaziyetine getirmesinin benim açımdan bir sakıncası yoktu. Kaygısızca sordum; –Bakayım, lahananın üstünde bu lahana katiyen kapuska yapılamaz, mutlaka dolma sarılmalıdır mı yazıyor. Kafayı mı sıyırdın hemşire? Lahana artık senin. İstediğini yaparsın. Aydan mı geldin sen Aydan? Bu gamsız kasavetsiz cevabım Aydan’ın asabını bozdu ve;
Lahanacıya dolma yapacağımı beyan ettim ve indirim yaptırdım. Yapamazsam o adama haksızlık yapmış olmaz mıyım? Ayıp değil mi? Bu bana yakışır mı? Dolma yapacağım deyip de kapuska yapmak etik olur mu? Bu kızın çağımıza hiç uymayan lüzumsuz dürüstlüğü ne idi ve ne işe yarardı? Şimdi durup dururken aramızda “Kıymalı Kapuska Konulu Çıkrıkçılar Yokuşu Meydan Muharebesi” çıkacaktı. Aydan’ın Avrupa Kıtasının orta göbeğinden kopmuş da gelmiş Fransız matmazel eşkali, Orta Anadolu Bölgesinin Çıkrıkçılar Yokuşu’nu Bulvar Dö Çıkrıkçılar vaziyetine getirmekte idi. Kılık kıyafetine ve tipine uymayan lahanasına hafif bir tükürük fırlattım. Ya sabır ya selamet vaziyetimi takınıp; -Şimdi lahananı alıp lahanacıya geri götüreceğim ve bak kardeşim, bu sahtekar kadın seni kandırmış. Dolma sarmaya vakti yok, lahanayı kapuska olarak pişirecek diyeceğim. Bütün sebze hali esnafı, seni ahlaksız kadın dolma yapmamaya utanmıyor musun deyip suratına tükürecek diye söylendim.
DÜRÜST KOPEK Aydan’ın ne işe yaradığı belli olmayan dürüstlüğünün tanımı, yıllar önce bir belediye otobüsünde yapılmış ve adı konmuştu. Yıllar önce başından geçen şu hadiseyi dürüstçe anlatmıştı: -Yahu Birnur, dün bir hasta ziyareti için yola koyularak 325 numaralı belediye otobüsüne bindim. İkinci durakta ön kapı açıldı ve otobüse fevkalade korkunç bir kadın bindi. Kadının üst tarafı çanak anten, alt tarafı pekmez kazanı ebadında idi. Rabbiyesiri silinmiş suratındaki et benleri, biraz sonra bir çalı süpürgesine binip uçacağı hissini veriyordu. Kaşları, Külkedisi’nin üvey annesininki gibi beynine kadar kavis yapmıştı. Her an şoförün dikiz aynasına bakıp, “söyle bakalım ulan ayna ben mi güzelim, şu otobüsteki ahali mi?“ diye sual edecek vaziyette idi. Gövdesinin pekmez kazanı bölümüne, Manisa Lalesi şeklinde bir etek giymişti. Karadeniz takasını andıran pabuçlarını sana başka bir oturumda daha tafsilatlı anlatacağım. İşte mesleğini tahmin etmeye çalıştığım bu kadın, otobüse adımını atar atmaz bilet atmayacağını şoföre beyan etti. Buna sinirlenen kaptan şoför otobüsü yolun kenarına çekip, biletsiz otobüse binilemeyeceği hususunda kendisine brifing verdi. Ben de gideceğimiz yere geç kalınmamasını teminen arka koltuktan lafa karışıp, “şu bilet atılacaksa atılsın da, gideceğimiz yere vasıl olalım” diye seslenmek gafletinde bulundum ki, bulunmaz olaydım. Kadın bütün otobüse beni rezil etmek muradıyla, mercimek çorbası rengindeki çantasını havada sallayarak, “hööööyt kim o Dürüst Kopek?” diye nara atıp, korkudan koltuğun altına saklanmama vesile oldu. Bu sıfatımı kullanışlı bulup kullanacaksan nazar-ı dikkatini celb ederim ki, “Kopek” in “Ö” süne nokta koymadan telaffuz edeceksin, haberin olsun. O gün bu gündür, Aydan’ın adı “Dürüst Kopek” olarak kalmıştı. Üzerine yafta gibi yapışan ve arkadaşlarımızca gayet benimsenen bu sıfat sayesinde dürüstlüğü iyice azıtmıştı. Trafik polisi onu çevireceğine o trafik polisini çevirir, kendi kendini ihbar ederdi. Vaktinin kıymetini bilen bir insan olarak oturma odası haline getirdiği arabasında bütün işlerini yoluna koymakta idi. Yine bir gün, kaküllerini insan içine çıkabilecek hale getirmek muradı ile yirmi beş santimlik yuvarlak bir fırçaya sarmış vaziyette araba kullanmaktaydı. Kendisine geçtiğimiz sene doğum gününde hediye ettiğim gül desenli porselen fincanındaki çayın son yudumunu içip, fincanı çantasına koydu ve;
Dün akşam evde bakmam için verdiğin kahve falını getirdim hemşire. Maalesef falın bu sefer pek iç açıcı gözükmüyor. Adıyaman sürgünü mahkemen üç vakte kadar bitmeyecek.Fincanın arka koltuktaki torbanın içinde al istersen bak. dedi. Bir gün önce içtiğim kahvenin falına bakması için kendisine ev ödevi olarak verdiğim fincanımı teessür içinde torbadan aldım. Bu da gül desenli bir fincandı ve Aydan’ın bana verdiği yeni yıl hediyesi idi. Birbirimize yirmi yıldan beri gül mevzulu hediyeler verirdik. Bu sebepten, evlerimizin görünümü güllük gülistanlık vaziyete gelmişti.
Acı gerçeğe inanmak istemezsin, gözünle gör diye fincanı yıkamadan getirdim dedi ve gözünü trafikten ayırmadan, fincanın sap tarafındaki kurumuş kahve telvelerini işaret edip;
Bak işte 4. İdare Mahkemesi Hakimleri tam orada cascavlak görünüyor. Duruşmanı iki ay sonraya erteleyecekler ve sen bu baharı Adıyaman’da karşılayacaksın. dedi. Ona her konuda itimadım sonsuzdu. Fala bile dürüstçe bakardı. -Deme yahu Aydanım bak bu çok fena. Şurada bir yerde park etsen de, ben yine bir kahve içsem. İlk kırmızı ışıkta tekrar bir falıma bakıversen ha? Belki bu sefer bir Yürütmeyi Durdurma Kararı görürsün diye sızlandım. Aydan bu talebime şiddetle itiraz ederek;
Şimdi bu sana yakıştı mı mirim? Dün gece fincanına gayet dikkatli baktım. Şimdi başka bir kahve içip yüce adaletin kararına karşı mı çıkacaksın? Hile ve hurda ile yürütmeyi filan durduramazsın. Adaletin kestiği parmak kanamaz. Aslanlar gibi Adıyaman’a git ve Türk bayrağının dalgalandığı her yerde dürüstçe çalış. Görürsen ünlü türkücü Kahtalı Mıçı’ya da benden selam et. dedi ve kahkülüne doladığı saç fırçasına hayretle bakan trafik polisine gayet nazik bir selam vererek arabanın camını açıp;-İyi günler memur bey. Ben dün farkında olmadan yanlış bir yere park etmişim ama kimse görmemiş.Cezam ne ise ödemek isterim. Vallahi olmaz darılırım, Allah aşkına cezamı kesip beni bu vicdan muhasebesinden kurtarın ricasında bulundu. Geçen gün Arka Taşım Aydan’ı rüyamda gördüm. Üç-beş dostumuz da yanımızda idi. Kederli bir merakla sorduk: -Aydan’cığım, seni şu anda sadece biz mi görüyoruz? Başkaları seni görmüyor mu? Bu iş böyle mi oluyor? -Aynen öyle oluyor diye cevap verdi. Sadece çok sevdiğim insanlar beni görebiliyor. Başka hiç kimse artık beni göremiyor arkadaşlar. Ne ilginç değil mi?
Hep bir ağızdan;
Vay be! çok enteresan. Yani sen şimdi buradasın ve civardaki insanlar seni göremiyor öyle mi? Görünmez adam gibi desene, dedik. Hüznümü muziplikle örterek ortaya dahiyane bir fikir attım: -Bak ne diyeceğim Aydan. Dört ay geçmesine rağmen belki senin öldüğünü duyup bilmeyen insanlar vardır. Onların yanına gidip sanki ölmemişsin gibi davranarak, hiçbir şey belli etmeden konuşsana. Biraz eğlenir ve güleriz. Sensiz hayata alışmak çok güç de, o bakımdan söylüyorum. Arka taşımın güleç yüzü birden ciddileşti ve; -Sana teessüf ederim, böyle bir davranış hiç etik olmaz. Bu bana hiç yakışır mı? Ölüp de ölmemiş gibi davranmak hiç ahlaklı bir davranış değil Birnur’cuğum dedi. Bugün 2 Mayıs, Aydan’ın 51.doğum günü. Geçen yıllardan birinde ona güllük gülistanlık uykular temennisi ile gül desenli bir battaniye almıştım. Bu doğum gününde ise yepyeni toprak battaniyesine gül fidesi dikeceğim.
Modern doomsayers have been predicting climate and environmental disaster since the 1960s. They continue to do so today.
None of the apocalyptic predictions with due dates as of today have come true.
What follows is a collection of notably wild predictions from notable people in government and science.
More than merely spotlighting the failed predictions, this collection shows that the makers of failed apocalyptic predictions often are individuals holding respected positions in government and science.
While such predictions have been and continue to be enthusiastically reported by a media eager for sensational headlines, the failures are typically not revisited.
Bu gözlerinizi açacak! Sonuna kadar okuyun ve ardından listenizdeki herkese gönderin. Az önce yaptım ! Dr Stephen Mak, ölümcül kanser hastalarını bir şekilde tedavi ediyor ve birçok hasta iyileşiyor. Hastalarının hastalıklarını temizlemek için güneş enerjisini kullanmadan önce, hastalıklara karşı vücuttaki doğal şifaya inanır. Aşağıdaki makalesine bakın. Kanseri iyileştirme stratejilerinden biridir. Son zamanlarda kanseri tedavi etmedeki başarı oranım yaklaşık %80’dir. Kanser hastaları ölmemeli. Kanserin tedavisi zaten bulundu, meyve yeme şeklimizde. İnanıp inanmama meselesi. Geleneksel tedaviler altında ölen yüzlerce kanser hastası için üzgünüm.
MEYVE YEMEK Hepimiz meyve yemenin sadece meyve almak, kesmek ve ağzımıza atmak olduğunu düşünürüz.Düşündüğün kadar kolay değil. Meyveleri nasıl ve ne zaman yiyeceğinizi bilmek önemlidir. Meyve yemenin doğru yolu nedir? YEMEKLERDEN SONRA MEYVE YEMEMEK DEMEKTİR! MEYVELER MİDE BOŞ İKEN YENİLMELİDİR Meyveleri aç karnına yerseniz, sisteminizi detoksifiye etmede önemli bir rol oynayacak, size kilo verme ve diğer yaşam aktiviteleri için büyük miktarda enerji sağlayacaktır. MEYVE EN ÖNEMLİ GIDADIR. Diyelim ki iki dilim ekmek ve ardından bir dilim meyve yiyorsunuz. Meyve dilimi doğrudan mideden bağırsaklara gitmeye hazırdır, ancak meyveden önce alınan ekmek nedeniyle bunu yapması engellenir. Bu arada bütün öğün ekmek ve meyve çürür, fermente olur ve asitleşir. Meyvenin midedeki yiyeceklerle ve sindirim sıvılarıyla temas ettiği anda tüm yiyecek kütlesi bozulmaya başlar. Bu yüzden lütfen meyvelerinizi aç karnına veya yemeklerden önce yiyin! İnsanların şikayet ettiğini duydunuz: Ne zaman karpuz yesem geğiriyorum, muz yediğimde tuvalete koşuyor gibi hissediyorum vs.. Meyveyi aç karnına yerseniz, aslında tüm bunlar ortaya çıkmayacak. Meyve, diğer yiyeceklerin çürümesiyle karışır ve gaz üretir ve dolayısıyla şişkinlik yaparsınız! Ağarmış saçlar, kellik, sinir patlamaları ve göz altı morlukları tüm bunlar aç karnına meyve yerseniz olmaz. Bu konuda araştırma yapan Dr. Herbert Shelton’a göre portakal ve limon gibi bazı meyveler asidik diye bir şey yoktur çünkü tüm meyveler vücudumuzda alkali hale gelir. Meyve yemenin doğru yolunda ustalaştıysanız, Güzelliğin, uzun ömürlülüğün, sağlığın, enerjinin, mutluluğun ve normal kilonun SIRRI sizdedir. Meyve suyu içmeniz gerektiğinde sadece taze meyve suyu için, kutulardan, paketlerden veya şişelerden DEĞİL. Isıtılmış meyve suyu içmeyin. Pişmiş meyve yemeyin çünkü besinlerini hiç almıyorsunuz. Sadece onun tadına varırsın. tüm vitaminleri yok eder. Ancak bütün bir meyveyi yemek, suyunu içmekten daha iyidir. Taze meyve suyunu içmeniz gerekiyorsa, ağız dolusu yavaş yavaş içiniz çünkü yutmadan önce tükürüğünüzle karışmasını sağlamalısınız. Vücudunuzu temizlemek veya detoksifiye etmek için 3 günlük meyve orucuna devam edebilirsiniz. 3 gün boyunca sadece meyve yiyin ve taze meyve suyu için. Ve arkadaşların sana ne kadar ışıltılı göründüğünü söylediğinde şaşıracaksın! Kivi meyvesi: Küçük ama güçlü. Bu iyi bir potasyum, magnezyum, E vitamini ve lif kaynağıdır. C vitamini içeriği portakalın iki katıdır.
ELMA: Elma yiyen insan doktor yüzü görmez? Bir elmanın C vitamini içeriği düşük olmasına rağmen, C vitamininin aktivitesini artıran antioksidanlar ve flavonoidler içerir, böylece kolon kanseri, kalp krizi ve felç riskini azaltmaya yardımcı olur.
ÇİLEK: Koruyucu Meyve. Çilek, ana meyveler arasında en yüksek toplam antioksidan güce sahiptir ve vücudu kansere neden olan, kan damarı tıkanması ve serbest radikallerden korur.
TURUNÇ😗 En tatlı ilaç. Günde 2-4 portakal almak soğuk algınlığını önlemeye, kolesterolü düşürmeye, böbrek taşlarını önlemeye ve çözmeye yardımcı olabilir ve ayrıca kolon kanseri riskini azaltabilir.
KARPUZ: En havalı susuzluk giderici. %92’si sudan oluşur ve aynı zamanda bağışıklık sistemimizi güçlendirmeye yardımcı olan dev dozda glutasyon ile doludur.
Aynı zamanda kanserle savaşan oksidan olan likopenin önemli bir kaynağıdır. Karpuzda bulunan diğer besinler C vitamini ve Potasyumdur.
GUAVA & PAPAYA: Yüksek C vitamini içeriği en iyi olanıdır. Guava ayrıca kabızlığı önlemeye yardımcı olan lif açısından da zengindir. Papaya karoten açısından zengindir; bu gözlerin için iyidir.
Yemekten sonra SOĞUK su veya içecekler içmek KANSER’e davetiye çıkarmak demektir. Böbrekler hasar görür. Soğuk su veya soğuk içecekler içmeyi sevenler için bu yazımız tam size göre. Yemekten sonra bir bardak soğuk su veya soğuk içecek içmek güzel zannedilir. Ancak, soğuk su veya içecekler az önce yediğiniz yağlı şeyleri katılaştıracaktır. Sindirimi yavaşlatır. Bu parçalanmış yiyecekler asitle reaksiyona girdiğinde, katı gıdadan daha hızlı parçalanacak ve bağırsak tarafından emilecektir. Çok yakında bu durum YAĞLARa dönüşecek ve KANSER’e yol açacaktır ! Yemekten sonra ılık su içmek en iyisidir. Dikkatli olalım ve farkında olalım. Ne kadar çok bilirsek hayatta kalma şansımız o kadar artar. Bir kardiyolog diyor ki: Bu maili alan herkes 10 kişiye gönderirse en az bir hayat kurtaracağımızdan emin olabilirsiniz. Öyleyse yapalım 🍏🍓🍊🍉🍇🍍🍎🍈🍑🍒🍌
You must be logged in to post a comment.