KİM YAPTI : Siz olsanız

Siz olsanız iade eder misiniz?

30 Nisan 2017

SEVGİLİ okurlarım, yıllardan beri Fetullah’la yatıyoruz,Fetullah’la kalkıyoruz.
Gazeteleri açıyoruz, karşımızda o!..
Televizyona bakıyoruz, yine o!..
Gece gündüz demeden her zaman ve her yerde karşımızda Fetullah. İsminin geçmediği bir dakika bile yok.
Hani adamın biri karnını doyurmak için lokantaya gidip yemek listesine bakmış…
Patlıcan kebap, imambayıldı, patlıcan musakka, karnıyarık, patlıcan kızartma, patlıcan salatası, hünkar beğendi…
Patlıcansız bir tek yemek bile yok. Garsonu çağırmış:
“Oğlum bana bir bardak su ver ama patlıcansız olsun.”
Bizimki de o hesap!
Bir günümüz, hiç değilse birkaç saatimiz geçsin ama lütfen Fetullah’sız olsun. Sıkıldık artık.

*  *  *

Adamın elinde korkunç bir para ve medya gücü vardı. Türkiye başta olmak üzere dünyanın dört bir yerinde, çulsuz Afrika ülkeleri dahil beş kıtasında örgütlenmişti.
Bugün bile onu bazıları taparcasına seviyor, bazıları nefret ediyor.
Şimdi Türkiye’de nefret edenler arasında onu ve cemaatini palazlandıran, ne istediyse veren, her açıdan güçlenmesini sağlayıp devlete yerleştiren AKP iktidarı ilk sırada.
Günün birinde aralarında çıkar kavgası çıktı, dershaneler olayı patladı, parasal kazançlar paylaşılamadı, işte o zaman tu kaka oldular.
Sonrasını hepimiz biliyoruz, anlatmaya gerek yok.

*  *  *

Kahramanımız (!) 1999 yılından bu yana ABD’de yaşıyor, emrindeki paraları ve özellikle de medya gücünü oradan yönetiyordu. AKP’nin en büyük destekçisi idi.
Bütün amacı, yetiştirdiği kadroları yerleştirip devleti ele geçirmekti.
Özellikle önemsediği yerler şöyleydi:
İçişleri Bakanlığı, askeriye, polis ve yargı. Büyük ölçüde başardı da…
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Fetullah’la AKP iktidarı arasındaki ipler tam anlamıyla koptu, savaş kızıştı.
Oysa her iki kesim de dibine kadar Müslüman! Ya da öyle görünmeye çalışıyorlar.

*  *  *

Şimdi sayın dünya liderimiz, büyük devlet adamı Recep Tayyip Bey’in bir tek amacı var:
ABD yönetimini ikna edip Fetullah’ın Türkiye’ye iadesini sağlamak.
Önceki gün İstanbul’da düzenlen uluslararası bir toplantıda bu isteğini bir kez daha dile getirdi ve şöyle dedi:
“170 ülkede faaliyet gösteren FETÖ liderinin tutuklanması ve yargılanmak üzere Türkiye’ye iade edilmesi, ABD’den temel beklentimizdir.”
Bunu ısrarla istiyorlar. Hükümet bu amaçla yüzlerceFetullah dosyasını ve belgesini ABD’ye verdi.
Adalet Bakanı koltuğunda dosyalarla oraya gidip ABD yetkilileriyle görüştü.
Ancak gelin görün ki, ABD’den tık yok!
Nasıl olsun ki!..

*  *  *

Böyle bir istekte bulunmak elbette ki haklarıdır.
Fakat ABD yönetiminin kafasında da (tahmin ediyorum ki) bazı önemli sorular ve kuşkular var.
Ya günün birinde ABD bunları dünya kamuoyuna açıklarsa, bizim Recep Bey ne diyecektir!
Örneğin şunları söyleyebilir:
– Bu cemaatle zamanında el ele kol kola idiniz. Fetullah’la Recep Bey’in geçmişte çekilmiş ve mutluluk sergileyen yüzlerce fotoğrafı, kasetleri var.
– Cemaat kadrolarını devlete kim yerleştirdi, buna kim göz yumdu?
– Onlar yerleşirken siz hükümet olarak ayakta mı uyuyordunuz?
– Fetullah gazeteler çıkardı, televizyon kanalları kurdu. Zamanında onlar bütün güçleriyle size destek verdi. Cemaat mensupları bütün seçimlerde AKP’ye oy verdi. O zaman iyiydiniz, şimdi niye kötü oldu?
– Cemaat sizin sayenizde bankalar, sendikalar, dershaneler, şirketler, tesisler kurdu. Dünyanın dört bir yanında örgütlenmesini siz sağladınız. O zaman hepiniz cemaate alkış tutuyor, toplantılarında Fetullah’a övgüler düzüyor ve “Hocam gel artık, seni özledik” diye çağrıda bulunuyordunuz.
– Birileri sizi bu konularda ciddi biçimde uyardığı zaman “Alnı secdeye değen insandan zarar gelmez” diye karşılık veriyordunuz.
– Bakanlarınız, milletvekilleriniz ve yandaş gazetecileriniz hemen her gün Pensilvanya ziyaretlerinde bulunup malûm şahısla fotoğraf çektirirdi.
– Darbeyi bahane edip on binlerce suçsuz ve masum insanının hayatını mahvettiniz, hukuku ve adaleti yok ettiniz. Bu durum son bulacak mı?
ABD yönetiminin elinde herhalde bu konularda söylenecek yüzlerce şey, bizimkilere sorulacak yüzlerce soru ve nice bilgiler ve belgeler vardır.

*  *  *

Şimdi gelelim işin en kritik olan püf noktasına… Şu soruyu soralım ve yanıt vermeye çalışalım:
ABD yönetimi Recep Bey istedi diye Fetullah’ı tutuklar, ya da Türkiye’ye iade eder mi?
Bence etmez.
O ülkenin hukuk sistemi ve yasaları bellidir. Birinin tutuklanması için o ülkede, ya da kendi ülkesinde suç işlemiş, suça karışmış olması gerekir.
Türkiye’ye iade edilmesi için çok önemli belgeler mevcut
olmalıdır.
Fetullah olarak adam öldürmüş, dolandırıcılık yapmış, kara para aklamış, küçük çocuklara tacizde bulunmuş olması vesaire gerekir.

*  *  *

Geriye kalıyor en önemli suç iddiası:
Darbeyi Fetullah örgütlemiş, darbe emrini o vermiştir.
Çok merak ediyorum, bizim hükümetin ABD hükümetine sunduğu dosyalarda bu konuda ciddi ve somut kanıtlar var mı?
Mutlaka olması, o takdirde söz konusu şahsın derhal Türkiye’ye iade edilmesi gerekir.
Ama iade edilmiyor.
O halde, acaba verilen dosyalar eksik ve yetersiz mi?
Ya da ABD yönetimi bizim hükümete yukarıda sıraladığım bazı kuşkularını falan sordu da, tutarlı yanıtlar alamadı mı?
Yanılmayı dilerim ama ABD, bu koşullarda Fetullah’ı iade etmez.

ARKADAŞIM ADİL KARCI’DAN “AÇ TAVUK”

1

Neredeyse fısıltı denilebilecek kadar kısık bir sesle ve yere bakarak;

–       Lütfiye, diye kısa bir cevap verdi, kendisine adını soran patronun karısına  ve  uzanıp dallardaki taze fasulyeleri toplamaya devam etti.

Civardaki sera üreticileri arasında en büyüklerden birisi olarak adı geçen patronu Şefik bey üç adam boyu yükseklikteki plastik seralarda sırıklara ve tavana bağlı iplere sarılmış, küçük birer ağacı andıran bitkilerde  taze fasulye yetiştirerek baba mesleğini devam ettiren babacan bir adamdı.  Fasulyelerin toplanma zamanı geldiğinde çok sayıda işçiye ihtiyaç olur,  civar köylerdeki kadın ya da erkek çavuşlar aracılığı ile  çoğunluğu kadınlardan oluşan  ameleler getirtilirdi.   Burdur’un Karamanlı,Tefenni ve Kemer ilçelerinde açık tarlada ve kapalı seralarda tarım yapıldığı için, oradaki işletmelerin işçi ihtiyacı hiç bitmezdi ve bu nedenle de çalışmak isteyen herkese hergün iş vardı.  Üstelik sonbaharda elma hasadı da başladı mı işçi ihtiyacı yörede tavan yapar, işçi ücretleri neredeyse ikiye katlanırdı.

Lütfiye bu işletmede fasulye toplamaya beşinci defadır geliyordu.  Devamlı kocası ile gezen patronun karısını bir kere uzaktan görmüştü ve yakından görebileceğini, hatta sesini duyabileceğini hiç beklemiyordu.  Boyalı olup olmadığı belli olmayan kısa sarı saçları, başındaki beyaz şapkası, beyaz deri ceketi, krem rengi deri çizmeleri, gül kurusu ruj sürülmüş dudakları ve etrafına kalem çekilmiş yemyeşil gözleri ile bir moda mecmuasından çıkıp gelmiş gibi görünen, ve de ileri yaşına göre çok güzel denilebilecek, o minyon tipli kadın şimdi bir kol mesafesi kadar yakınında kendisi ile konuşmaktaydı.

 –       Maşallah ne kadar güzel bir kızsın sen!  dedi Sermin hanım sevecen bir ses tonu ile, kimin kızısın?

 Kadının bakışlarından tedirgin olduğundan dolayı kızaran yanakları ile bir kat daha güzel görünen Lütfiye, günde yüz kere “dalga geçmek, çene çalmak yok!” diye bağıran Ümmühan çavuştan zılgıt yeme korkusu ile yine işine devam ederek, ama bu defa biraz daha yüksek sesle;

 –       Garaların Memet derler bubama…Yüsgek goyden.. dedi.

“Aslında Zındık Memet diye de çığırırlar bubamı” diye ilave etmek istedi ama diyemedi.  Zaten deseydi ne olacaktı ki?  Öyle dese bile, hiç o köye gitmeyen bu kadın yine de tanımazdı ki babasını.

Patron Şefik bey ve eşi Sermin hanım İstanbul’da üniversite yıllarında tanışmış, arkadaş olmuş ve sonunda evlenmişler.  Ama kaderin cilvesi ya; hiç çocukları olmamış. Şefik bey kardeşinin ve ablasının çocukları ile ilgilenip onlarla zaman geçirebildiğinden dolayı kendi çocuğunun olmamasını fazla dert etmemiş ama bu durum Sermin hanımın zaman zaman duyduğu mutsuzluğun yegane sebebi olmuş.

Beyaz  porselen tabak ortasına konmuş nazar boncuğu gibi parlayan mavi gözlü, sadece bir perçemi görünen altın sarısı saçlı, boyasız olduğu halde kiraz kırmızısı dudaklı, Amasya elması gibi al yanaklı güzel Lüfiyeden   gözlerini ayırmadan bakan Sermin hanımın bir an içi cızz etti. Ne var kendisinin de böyle bir kızı olsaydı!  Olsa mutlaka Lütfiye kadar güzel olurdu, bundan emindi.  Ya da….keşke bu Lütfiye’ye onbeş-onaltı yıl önce rastlasaydı da ne yapıp edip onu evlatlık edinseydi!

Lütfiye ana babasının ilk kızlarıydı.  Mehmet ve Hacer önce bir oğlan çocukları olsun istemişler ama uzunca bir müddet çocukları olmayınca bunu “Allah’ın gücüne gitti” diye yorumlamışlar ve  pişmanlık duyup “bir çocuğumuz olsun da isterse  çirkin bi kız olsun” diye dua eder olmuşlar.  Sonunda duaları kabul olmuş.  Bunu  da Allah’ın bir lütfu olarak algılayıp doğan kızlarının adını Lütfiye koymuşlar.   Saçsız, kaşsız, bembeyaz bir bebek olarak dünyaya gelen Lütfiye için kimisi çirkin demiş, kimisi peri kızı demiş, kimisi de büyüyünce kapkara olur merak etmeyin demiş.  Ana babasının esmer olmasına rağmen, ipek gibi altın sarısı lüle lüle saçlı, kaşı gözü yapma bebeğe benzeyen Lütfiye büyümüş, serpilmiş ama hep sarışın kalmış.   Lütfiye’den sonra her defasında erkek çocuk olmasını umut eden çiftin üç kızları daha olmuş.  Doğuştan esmer olan bu kızların isimlerini ise (ölmüş olan aile büyüklerinden esinlenerek) Cemile, Sıdıka ve Emine koymuşlar.   Kardeşleri ile bir araya geldiklerinde kara kargalar arasında rengarenk bir muhabbet kuşu gibi görünen Lütfiye son kardeşinin de esmer doğması üzerine annesine kendisinin neden tek sarışın çocuk olduğunu sormuş.  “Seni evlatlık almış idik” diye dalga geçmiş annesi ve “şaka edeyom..şaka, oğlan dayıya gız halaya neyim çekerimiş, sen herhal halan darafına çekmişindir” dediyse duyduğu bu “evlatlık” lafı Lütfiye’nin belleğinde hep bir şüphe olarak kalmış.

Birkaç metre arkasında kendisi gibi fasulye toplamakta olan annesine dönüp bakan Lütfiye ister istemez “geşkem evlatlık olsa idim  amma şu garşımdaki gözel ve zengin gadının evlatlığı olayıdım” diye düşünmekten kendini alamadı ve gayri ihtiyari uzunca bir iç geçirdi, avucu ile tuttuğu fasulyeyi şiddetle çırparak koparttı.

Babası da seracıydı ama adamcağızın topu topu iki dönümlük bir serası vardı, ki o da  Şefik ağanın seralarının yanında tavuk kümesi bile sayılmazdı. Ama ne yapsındı adam, gücü o kadarına yetmişti.  Dönüşümlü olarak kabak, salatalık, biber ve çilek gibi sebze meyve diker, bütün gün serasında çalışırdı.  Hasat günü geldiğinde karısı ve Lütfiye’yi başka işe göndermez,  hep beraber ürünleri hasat ederler, karton veya tahta kasalara dizerlerdi.  Ertesi gün yine karısı ve kızı başka yerde gündelik çalışmaya gider, baba Mehmet ise bir gün önce paketlenen ürünleri dua gücü ile yürüyen emektar kamyonetinin arkasına atar, civar köylerde kurulan pazarlarda satmaya çalışırdı.  Kendi ürünü olmadığı zamanlarda da boş durmaz, Antalya haline kadar gider muz alır, köylere götürüp pazarlar, birkaç kuruş para kazanırdı. Bazen şansı yaver gitmez, kendisi muzları aldıktan sonra başlayan haftalık yağmurlar dolayısı ile köylerde pazarlar kurulamaz ve kamyonentin arkasında beklemekten karararan muzları (artık tiksinecek noktaya gelinceye kadar)  kendileri yerler, kalanını da konu komşuya dağıtırlardı.

Köyün hemen hemen bütün adetlerine, geleneklerine ve göreneklerine gençliğinden beri muhalif olan baba Mehmet’e “Zındık” lakabını takmıştı köylü, zira Cuma’ya gitmeyi önemsememesi bile bu lakabı hak etmesine yetiyordu.  Onu kendileri gibi bir kalıba sokmak için yaptıkları konuşmaların nafile olduğunun farkına varan herkes ona “deli” gözü ile bakar olmuştu ama bir yandan da bu tuhaf adamdan da çekinmiyor değildiler.  Ya eski köye yeni adet getirirse, gençler onun gibi davranırsa, kendi otoriteleri ne olurdu?  Ayrıca, fazla üstüne varmak de biraz cesaret işiydi, deli bu, hepsini baltayla doğrar mı doğrardı yani!  Bu nedenle köyün tek bakkalı olan kayınbabası Müfit ağa ile de arası bozuktu.

Müfit ağa, sadece kendisine “Hacı Müfit Ağa” desinler diye, “hacıya” gitmiş gelmişti.

Mehmet onun hacca inanarak gitmediğinden emindi zira adamın “faizci” olarak namı her yana yayılmıştı ve de üstelik hacı olduktan sonra ne bakkal dükkanını ne de faizciliği bırakmış değildi.  Öyle ya, hacca gidenin bir daha terazi başına bile  geçmemesi gerekirdi.

Karısını ve kızlarını onun evine yollar ama Mehmet’in kendisi hiç gitmezdi.  Zaten sözü edildiğinde kayınbabası da “Bırakın ya o zındık herifi, canı cehenneme” der, görüşmemiş olmaktan memnun olduğunu söylerdi. Babası hacı olduktan sonra, Mehmetin karısı başındaki örütüyü tuhaf bir şekilde bağlar olmuştu. Mehmet birşeyler sezinlemiş ama hesap sormamıştı.   Bir akşam karısı yer sofrasını kaldırıp Lütfiye’yi çay demlesin diye yanlarından uzaklaştırınca, kocasının kızacağını bile bile;

–       Biliyon mu?  dedi ve sustu.

–       Neyi bileecemiş be gadın, söylesene, dedi ve sorgulayan gözlerle karısına baktı Mehmet.

–       Babam…anamınan habar eder imiş.

–       Ne ister imiş?

–       Heç bişi istemez imiş.  Gendisi hacı olduyudu ya…

–       Eee, bana ney onun hacısından, bacısından?

–       Şey derimiş…  bizim Lütfiye var ya?  Goca gız oldu, dışarılarda başını örtsün dorunum artık derimiş.  Çok geciktiler zati, derimiş.  Ele güne garşı bizi daha fazla irezil etmesinler derimiş.

–       Lan garı, sen ne diyon? Annamadım mı sanıyon?  O fayızcı Müfüt Ağa hacıdan geldiğinden belli sen gafanı çarşafa dolanmış su gabaana benzettin, seslenmedik.  Hinci sıra gızlara mı geldi?  Benim gızlarım istediği gibin geyinir, heç gimse garışamaz, o gader.  Bi daha da bu lafı getirme, gider o sülaleni gıyım gıyım ederim!

–       E al gızlarını başına çal emi Zındık Mehmet Ağa!  Hepsini gendine benzedecen sonunda. Köölü bizi yeteri gader defe goydu yetmedi, hinci de…

–       Ney hinci?  Orusbu mu deyecekler, galtak mı deyecekler saçları görününce?  Desinler lan, gendileri orusbu, beyinleri orusbu!  Sor onlara, neneleri de gafalarını böyle mi gapatır ımış? Onlar müslüman deel miymiş, yoksam hepten orusbumuymuşlar?  Nerden, ne zaman çıkmış bu ecat?

İki arada bir derede kalacağını biliyordu Hacer.  Nitekim öyle de oldu; bir yanda babası bir yanda kocası!  Deli kocasını daha fazla dellendirmemek için sustu.  Çayın gelmesini beklemeden gitti yattı.

Ana ve babası arasındaki  münakaşanın nedenini bilemeyen Lütfiye annesi için getirdiği çayı babasının dizinin dibine oturup kendisi içti ve o da sessizce kardeşleri ile beraber yattıkları odanın yolunu tuttu.  Yer yatağında çoktan uyumuş olan kardeşlerinin üzerinden atlayıp yer yer cilası dökülmüş olan elbise dolabının önüne gitti ve gıcırdayan kapaklarını yavaşça açtı.  İş kıyafetini çıkartıp katladı, yerleştirdi.  Soldaki kapağın içindeki aynada uzun uzun kendisini süzdü.  Acaba televizyonda gördüğü modern kadınlar gibi giyinse Mühendis Soner kendisini beğenir miydi?

Soner stajını yeni bitirmiş bir ziraat mühendisiydi.  Babasının bir arkadaşının aracılığı ile patronu Şefik beyin işletmesinde önce staj yapmış sonra çalışmaya başlamıştı.  Zekası ve çalışkanlığı ile kısa zamanda göze giren Soner, saygılı ve terbiyeli davranışlarıyla patronunun karısından da evlat muamelesi görmeye başlamış ve sonuçta işin tek sorumlusu haline gelmişti.  Ne var ki önünde daha askerlik görevi vardı bitirilecek. Olsundu, kısa dönem askerlik bitince işi yine hazır olacaktı, garanti almıştı bu konuda.

Üniversitede kız arkadaşları olmuştu Sonerin ama hiç birisi ile bir gönül bağı olmamıştı, hepsi ile sadece arkadaştı, o kadar.  Güzel bir karısı olsun istiyordu Soner, öyle ki; bakan bir daha dönüp baksın!  Biraz da görgülü ve kültürlü olsundu ki hayatı tam anlamı ile paylaşabilsinlerdi.  Henüz rastlamamıştı öyle bir kıza.   Ama güzellik açısından ilk defa bir kız dikkatini çekmişti; Lütfiye!  Acaba biraz okumuş muydu?  Bir sözlüsü filan var mıydı?  Son zamanlarda onu bayağı düşünür olmuş, Ümmühan bacının gurubu içinde çalışmaya geldiğinde, onu yakından görebilmek için, gerekli gereksiz seraların içerisinde gezer olmuştu.

Seralarda ve açık tarla tarımında çalışan kadınlar-kızlar güneşten veya soğuktan korunmak için başlarını bağlarlar, üstlerine uzun kollu bluz, kazak veya ceket, alta ise dallı güllü şalvar giyerler.  Ayaklarında ise mutlaka kışın yün çorap ve kauçuk çizme, yazın ise  ince siyah çorap ve kısa konçlu siyah  Ermenek lastiği olur.  Yani yüzlerinden başka bir yerlerini görmek mümkün değildir.  Hatta kışın çalışırken bulaşık eldiveni taktıklarından, ellerini bile göremezsiniz.

Fasulye topladığı seranın kapıdan uzak dip köşesinde çalışırken Mühendis Soner ile karşı karşıya geliverdi Lütfiye.

–       Merhaba, adın ne senin?

Bir başka erkek sorsa “Netçen adımı?” diye çemkirmeye hazır olan Lütfiye bu defa gözlerini yerden kaldırmadan;

–       Lütfiye, dedi, kalbi küt küt atarak.

Son zamanlarda Lütfiye de çaktırmadan Soner’i izler olmuştu.  Köydeki erkeklere hiç benzemiyordu.  Her zaman traşlıydı ve tertemiz giyiniyordu.  Bembeyaz dişlerini gösteren gülümsemesi ile ara sıra seyrettiği Türk filimlerindeki artistlere benzetiyordu onu.

Boy aynasında iyice kendisini inceledi Lütfiye.  Mühendis Soner bey belki kendisini beğenirdi ama cahal bir köylü kızını n’etsindi ki?  Sessizce dolap kapaklarını kapattıktan sonra, ışığı söndürdü, yatakta kendisine ayrılan yere süzüldü.  Uyku tutmadı bir türlü.  Fatma Girik’e benzetirlerdi kendisini.  Bir filim aklına geldi.  Zengin bir şehir oğlanının arabası bozuluyor dağlarda. Eşkıya gibi giyinmiş Fatma Girik onu kurtarıyor, hemen o gece orada evleniyorlar.  Arabası tamir olan oğlan sabah şehire gidiyor bir daha da köye gelmiyor.  Kız da silahı alıp şehire oğlanı bulmaya gidiyor.  O ara zengin babacan bir adam konuyu öğreniyor ve kızın oğlandan intikam alabilmesi için  bir plan yapıyor.  Kıza özel öğretmenler tutuyor.  Çeşit çeşit modern giysiler alıyor.  Kızı prenses gibi yaptıktan sonra kendisini cahil ve kaba diye bırakıp gitmiş olan şehirli kocasının karşısına çıkartıyor.  Onu başkası sanan oğlan deli gibi aşık oluyor.  Yine evleniyorlar ama düğün bitip ikisi yalnız kalınca oğlan ne görsün?  Karşısında köylü kıyafeti ile eski karısı!  Ne kadar heyecanlanmış, ne kadar gülmüş ve ne kadar sevmişti o filimi!  Lütfiye ve kız kardeşleri, babaları yasak etmediğinden, hangi filim oynasa filim bitene kadar televizyon izlerlerdi.  Oradan birçok şey öğrenmişti Lütfiye ama bir türlü konuşmasını düzeltememişti.

 –       Okul bitirdin mi hiç?  diye sordu yine Soner.

–       İlgogul üçten dergettim.

–       Baban mı okutmadı seni?

–       Bubama galsa oguturumuş ama anam garşı gelmiş idi.  Gız gısmısı oguyup da nedecek diye tuttururumuş.  Serada iş de var ya gayrı, babam da boşver oguma isderisen dimiş idi.

 “Ah ulan kader” dedi Soner içinden, “yazık olmuş bu kıza be!   Şehirli olsa çoktan ya filim yıldızı ya da manken olurdu şimdiye kadar!”

 –        Kaç yaşındasın Lütfiye?

–        On yedi.

 Sonerin alkol ile arası pek iyi değildi ama o gece birkaç duble atmaya sonsuz bir istek duydu.  Patronuna ait olan arabaların birisine atladı, geç olmadan kasabaya indi bir markete gidip bir ufak rakı, beyaz peynir vs. aldı, lojmanına döndü.  Odasında balkon olmadığı için balkon niyetine kullandığı dama çıktı, hala ufukta kaybolmamış kızıllığı seyre daldı.  Koyu pembeye bulanmış bulutlar ne kadar da Lütfiyenin yanaklarına benziyordu!  Birinci duble henüz bitmişti ki:

–       Olsun be, dedi olsun!  Herşeyin bir çaresi var.  Kız daha onyedisinde.  Nişanlan, askere git.  Altı ay sonra gel, en geç bir yıl sonra da evlen.  Bir iki yıl içinde ne biliyorsan ona da öğret.  Neden olmasın?  Diploması yoksa yok!  Kızın bir yavuklusu yoksa, babası da razı gelirse, bitti bu iş!

 Antalya’daki yazlıklarının balkonunda çaylarını yudumlarken;

–       Bey, bak ne diyorum, dedi Sermin hanım.

–       Söyle bir tanem.

–       Şu bizim Soner, diyorum, ne var Lütfiye ile evlense ya.

–       Lütfiye de kim?

–       Hani o gün serada konuştuğum o güzel köylü kızı var ya? İşte o.

–       Haa, o kız mı?  Evet, Allah için çok güzel kız.  Ama hanım Soner gibi bir mühendisle o amele kız?  Olmaz be hanım, olmaz.

–       Aaa… neden olmazmış hayatım?  Öyle de bir yakışırlar kiii!  Hem benim elime versinler, altı ayda sosyeteyi kıskançlıktan çatlatacak bir dilber haline getiririm o kızı valla.

–       Sana inanıyorum canım, yaparsın yapmasına da… Soner ne der, kız ne der, kızın babası ne der?

–       Sen parayı bastırırsan hepsi evet der, dedi Sermin hanım, yarı şaka yarı ciddi bir eda ile.

–       Öyle deme be hanım, gönül işi bu para ile olmaz. Hem neden parayı ben bastırıyormuşum?  Kabak neden benim başıma patlıyor? Söyle bakalım, dedi  Şefik bey gülerekten.

–       Bu yaştan sonra iki çocuğun olmuş olacak da ondan Şefik Ağa!

 Patron vekili olan Soner, normalde,  çavuşların guruplar halinde minibüslerle getirdikleri işçileri çalışma sırasında öğlene doğru sayardı.  Bu defa Ümmühan çavuşun minibüsü işletmenin giriş kapısında görünür görünmez yerinden fırladı, her zamanki gibi minibüsten önce kendisi inen çavuşa “kaç kişi getirdin?” diye sordu.  Niyeti işçi saymak filan değil, bir an önce Lütfiyeyi görmekti, ama minübüs boşaldı, Lütfiye yoktu.  Şüphe çekmeden nasıl sorsaydı onu acaba?

–       Bakıyorum en iyi işçini getirmemişsin bugün Ümmühan çavuş?

–       Kim ki o?

–       Hani bir kız vardı ya… sarı bir kız?

–       Haa, sen Lütfiyeyi deyon.  Niye bunnar iyi değel mi mehendis oolum?

–       Yok, tabii iyiler de…o hasta filan mı diye merak ettim.

–       İyi iyi… Babasının serasında çilek işi var bögün.

–       Neyse, işçilerimiz hasta filan olmasın da…

 “Allah, allah”, dedi Ümmihan çavuş içinden, “gaç işçi hasta oldu sormadıyıdı da, yeni mi aglına geldi sormak, ne oldu ki hincik?”

Fasulye hasatına yine üç gün ara verildi ki küçük fasulyeler irileşip standart boya ulaşsın.  Hasat günü yine amele minibüsleri bir bir gelmeye başladı seralara.  Soner bu defa utandı, oturduğu yerden kalkmadan gelenlere bakmaya başladı.  Ohh bee..bu defa Lütfiye gelmişti!  Yine bir fırsat yaratıp birkaç soru daha sorabilecekti demek.  Olmalıydı bu iş olmalıydı.  Tedbirli davrandı Soner, Ümmühanın amele gurubuna hiç yaklaşmadı.  Birkaç saat sonra nasıl olsa bir punduna getirip serada bulurdu Lütfiyesini.  Dikkat çememeliydi zira her serada en az on kız çalışırdı.  Ümmühan onları susturmasa çalışırken kızların çeneleri durmaz, şakalaşırlar, dedikodu yaparlar ve hatta, dolan sandıkları dışarıya taşıyan erkekler yokken,  şarkı bile söylerlerdi. Ulu orta Lütfiye ile konuşup ne kendisini  ne de kızı dile düşürmek istemiyordu.

Beklenmedik bir şey oldu; Şefik Bey’in siyah Mercedes arabası belirdi dış kapıda.  Hayırdır inşallah, dedi Soner kendi kendine, bu kadar erken ve habersiz hiç gelmezlerdi.  Ne oldu acaba?  Yerinden fırladı, onları karşıladı.

 –       Kolay gelsin, dedi Şefik bey, hem ona hem de çok eskiden beri tanıdığı bir erkek çavuşa.  Egeli çavuş, patrona olan yakınlığını ispat ederek hem Soner’e hem de diğer çavuşlara hava atmak için yılışık bir şekilde;

–       Goleyse başına gelsin Şefik Ağa!  Nassın bakem? dedi.

–       Sağol, yuvarlanıp gidiyoruz, diye kısa kesti Şefik bey ve Soner’e dönerek;

–       Soner,evladım, arabada Sermin ablanın yaptığı ayran var.  Bir kız çağır bardaklara doldursun da içelim.  Şu ilk serada sarı bir kız vardı, onu çağır, dedi otoriter bir tavırla.

İçinden “körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz, canıma minnet! diye düşünen Soner;

–       Tabi Şefik Bey, derhal! dedi, komutanına tekmil veren bir asker gibi.

 O ana kadar sesi çıkmayan Sermin hanım “Siz işinize bakın, zaten ben o tarafa yürüyeceğim, Lütfiye’yi beraber getiririm dedi. Demek Sermin hanım onun adını da biliyordu.  İyiye işaretti bu ama Soner bu tesadüfün zaten bir tezgah olduğunu nereden bilecekti.

 –       Bak Zındık Mehmet ağa, bubamın ne didiini bi yannı bırak, gonu gomşunun dedigodusu başladı bilem.  Sen daha gızının gafasını gapattırma tamam mı?

–       Yaa avrat!  Gızın zati her yannı hep kapalı deel mi?  Evde açılır garip, daha ne istersiniz be?

–       Gazın ayaa ööle diyel işte!  Püskül püskül saçları sarkmaz mı?  Onu da gapatsa n’olur sankim?  Eyi kim Estanbolda bi asgerlik yapmışın.  Moderin deyi deyi gavura benzedeceen bizi.

Zaten o gün işi ters giden Zındık Memet bu konuda daha fazla bir münakaşa olsun istemiyordu;

–       İyi, taman,  get gendine sor.  Gendi ister ise gapansın.  Ne halınız varsa görün Allaan cahalları! diye bağırdı.

 Soner bu arada işletmenin önündeki dut ağacının altına bir sehpa ve iki tahta sandalye attırmış, kendisi için de boş bir zirai ilaç tenekesini ters çevirerek tabure haline getirmişti.  Arabadan ayran şişelerini Lütfiye’ye veren Sermin hanım az önceki neşeli halinin aksine çok bozuk bir yüz ifadesiyle geldi oturdu.

 –       Ne oldu canım?  Dutun altına oturduk,  dut yemiş bülbüle döndün.

Bilseydik başka yere otururduk.

–       Şaka etme Allahını seversen Şefik Bey, havamda değilim.

 Ayran bardaklarını tepsiye dizip dolduran Lütfiye, kendisini kız istemeye gelen dünürcülere kahve ikram eden müstakbel bir gelinmiş gibi hayal etti bir an.  Allahın  hikmeti olmalıydı bu.  İster misin onu gerçekten evlatlık alsınlar?   İster misin Soner ile evlendirsinler?  Titreyen elleri ile ayranı ikram etti oturanlara ama nedense hepsinin  neşeleri yitmiş ve suratları allak bullak olmuştu.  Bir şey olmuştu ama neydi?

Soner Lütfiyenin her zaman görünen saç perçemlerinin bebek takkesi gibi bir şey ile kapatılmış olduğu fark etmiş  ve  elektriğe çarpılmış gibi olmuştu, zira daha önce böyle bir şey yoktu.  “Her şeyi düzeltebilirim ama bunu yapamam diye geçirdi içinden”.  İnanç meselesiydi bu ve uyuşamayacakları belliydi.

“Ben demiştim olmaz diye, bak oğlan neredee, kız neredee?” diye düşünüyordu Şefik bey.

“Eyvah ki ne eyvah, az daha büyük bir hata yapacaktım!”, diye düşündü Sermin hanım. “Birisi zeytin yağı diğeri ise su imiş meğer, bir türlü karışmazlar ki!”  Yenilmiş bir takımın kaptanı gibi hissetti kendisini.

“Şu anamın lafını dinneyip nerden daktım gafama bu çaputu, diye düşündü Lütfiye,

gaşıntıdan duramıyom.  Ama daktırdılar bi dafa, bubama da desem çıkattırmazlar ki artık! Evlensem, gızım olsa heç mi heç gafasını gapattırmam.  Kellemi gesseler gapattırmam!

 Bardaklardaki ayranın daha yarısını içmeden Şefik Bey ve Sermin Hanım kalktılar,

tek söz etmeden arabalarına doğru yürüdüler…  Güle güle bile diyemedi Soner, ani bir tokat yemiş gibi sersemlemiş, donmuş kalmıştı.  Zaten konuşamazdı ki güle güle desin, yumruk gibi bir şey sanki boğazını tıkamıştı, yutkunamıyordu bile.

“Hayalı bileme gözeldi”, diye düşünüyordu Lütfiye bardakları toplarken, “ağalara

evlatlık olmak…Mehendisinen evlenmek…” 

Yine bir filimde duyduğu sözü gayri ihtiyari sesli sesli tekrarladı;

 “Ac davuk gendini buğda ambarında görürümüş!”

Elindeki tepsiye düşen birkaç damla dikkatini çekti.  Hayret, yağmur da yağmuyordu halbuki!

Adil Karcı

02.04.2017

 

KİM YAPTI : KONTROLLÜ DARBE GİRİŞİMİ

Rıfat Serdaroğlu

KONTROLLÜ DARBE GİRİŞİMİ

Tek başına AKP İktidarı 14’üncü yılını tamamlayıp, 15 yaşına girdi!

Bu sürede FETÖ, en çok Adalet Bakanlığında örgütlendi. Aynı zamanda

HSYK Başkanlığı ve HSYK Başkan Vekilliği görevlerini yapan Adalet

Bakanlarından ve Müsteşarlarından yargılanan, tutuklanan bir kişi bile

yok!

Var mı? Vallahi de billahi de yok!

Kim bunlar?

Bakanlar; Cemil Çiçek (5 yıl), Mehmet Ali Şahin (2 yıl), Sadullah

Ergin (4 yıl), Bekir Bozdağ (3 yıl)

Müsteşarlar; Kenan İpek-Fahri Kasırga- Ahmet Kahraman

Bu 7 (YEDİ) kişi, 2002 yılından bu yana Adalet Bakanlığının tüm

birimlerindeki özellikle HSYK (Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve

Yüksek Yargıdaki yapılanmalardan, atamalardan, usulsüzlüklerden hem

teker-teker hem de müteselsilen sorumludurlar.

Bugünden 1 yıl kadar önce, cep televizyonlu gazeteci Hande Fırat

Sadullah Ergin ve Bekir Bozdağ’a ayrı-ayrı soruyor;

“Sayın Bakan, kamuoyunda yaygın olarak bir kanaat var! Cemaatin

özellikle Yüksek Yargıyı ele geçirdiği, kararların Cemaatin isteğine

göre verildiği söyleniyor! Siz ne diyorsunuz?”

Ergin ve Bozdağ, yaklaşık olarak aynı şekilde yanıt veriyorlar;

“Yok efendim, hiç öyle şey olur mu? Külliyen yalan. Biz, işe almada ve

atamalarda liyakat esasına göre hareket ederiz!”

1 hafta önce, HSYK eski Başkanvekili Ahmet Hamsici’nin ifadesi

yayınlandı. Yüksek Yargıç olan Hamsici şunları söylüyordu;

“Ben, Fethullah Gülen Cemaati mensupları sayesinde altın bir nesil

yetişeceğini düşünmüştüm. Ama 53 yaşına girdikten sonra, altın nesil

değil, katil nesil yetiştirdiklerini gördüm. Pişmanım, beni de

kandırmışlar!”

2011 yılı Danıştay ve Yargıtay seçimlerini anlatan Hamsici;

“Seçim Sonucu Cemaatin daha önce belirlediği 108 adaydan 107’si

Yargıtay üyesi seçildi. Danıştay’da ise adayların tamamı seçildi.

Bakan Sadullah Ergin ve Müsteşar Ahmet Karaman’ın talimatıyla Genel

Sekreter Mehmet Kaya’nın evinde Cemaat elemanları ile beraber adayları

belirledik!”

Vicdan ve akıl sahibi herkes şu soruya cevap vermelidir;

FETÖ’nün, Adalet Bakanlığı-HSYK ve Yüksek Yargısındaki

örgütlenmesinden, Bakanlık Müsteşarlarının- Adalet Bakanlarının-

dönemin Başbakan’ının haberleri ve izinleri olmaması mümkün müdür?

O zaman, sorumlu bu kişiler yargılanmadan, tutuklanan- işinden atılan

100 binden fazla kişi için verilen kararları hangi hukuk ahlakı, hangi

sağlıklı beyin, hangi dürüst vicdan kabul edebilir ki?

Adalet Bakanlığı bünyesinde yapılan FETÖ-AKP organize suç anlaşmasını

Türk Silahlı Kuvvetlerinde, Emniyet Teşkilatında ve MİT’te

yapılmadığını kim iddia edebilir?

Uzun yıllar Türk Devleti adına yurtiçi ve yurtdışında görev yapmış bir

istihbaratçı dostum ziyaretime geldi. İlerde, belgeleriyle kitap

haline getireceği çalışmasından bahsetti. Onun 15 Temmuz Darbe

Girişimi ile ilgili düşüncelerini sordum. Özetle şunları anlattı;

“İstihbarat dünyasında bu olayın adı “Kontrollü Darbe Girişimidir.”

Büyük çaptaki uyuşturucu operasyonlarında, terör örgütlerinin

çökertilmesinde benzeri olaylar yaratılır ve sonuç alınır.

Kitabımda belgeleriyle yazacağım gibi 15 Temmuz, bizzat devleti

yönetenlerin kontrollü olarak götürdükleri, kamuoyuna “Darbe

Yapıyorlar” görüntüsü verilen, gerçekte ise hem kışkırtılıp darbeye

kalkıştırılanların hem de yönetime karşı olanların tamamının

temizlenmesini sağlayan bir operasyondur.”

Abartmıyor musun, 241 kişi ölmedi mi, diye sordum?

O da bana şunları sordu;

– AKP, Cumhuriyet’in değerlerine karşı olduğunu açıkça söyleyen parti değil mi?

-FETÖ ile, menzilimiz, yolumuz (İslam Devleti) aynıdır, demediler mi?

-Darbe girişiminin hemen ertesinde on binlerce insan ya tutuklandı ya

da işten atıldı. Bu kişilerin sadece isimlerini ve ifadelerini yazmak

için aylar gerekir.

Bu durum listelerin yönetimin elinde önceden hazır olduğunun kanıtı değil mi?

-FETÖ’nün ayak takımının temizlendi, tepe noktalara ve örgütün siyasi

ayaklarına dokunuldu mu?

Tekrardan, kardeşim insanlar öldü, değer mi diye sordum!

Güldü ve şunları söyledi;

“Hedefiniz rejim değişikliği, özellikle dine dayalı bir diktatörlük kurmaksa,

200-300 insan ölmüş, kimin umurunda? Humeyni hareketinin, yönetimi ele

geçirirken, rakiplerini yok ederken neler yaptığını, nasıl çakma

darbeler yarattığını iyice araştırın, gerçeği göreceksiniz!

Son olarak şunu söyleyeyim, MİT bu konuda çok etkin rol oynadı!”

Dostumu yurtdışına yolcu ettim ve çok iyi bildiğim bir kuralı bir daha

hatırladım;

Siyasette iki kişinin bildiği sır değildir ve hiçbir şey gizli kalmaz…

Halkın Filozofu Bergamus’a 15 Temmuz’u sordum! Sen ne diyorsun, diye?

“Darbe haberi enişteden, darbeciler listesi yengeden, kahramanlar

yeğenlerden! Böyle darbe mi olur a üstad?

Sağlık ve başarı dileklerimle 21 Kasım 2016

Rifat Serdaroğlu

BeğenDaha

ADİL KARCI’DAN “BAZILARI SICAK SEVER”

ARKADAŞIM ADİL KARCI’DAN
“BAZILARI SICAK SEVER”

Elinde tutmakta olduğu, yaprakları sararmış ve buruş buruş olmuş eski bir derginin iç sayfalarının birisinde gördüğü bir kadının siyah beyaz resmi dikkatini çekmiş, resmin yanındaki yazıyı dudaklarını kıpırdata kıpırdata okumaya çalışıyordu Yaşar.
“Ba-zı-la-rı sı-cak see-verrr”, “so-me li-ke it hot”.
“Güzel bir kadın” dedi içinden, “kimdir ve şimdi nerededir acaba?”
Diğer resimde, pek de kadına benzemeyen, yine aynı güzel sarışın kadının önünde duran ama aksine uzun ve kapalı elbiseler giyinmiş, tuhaf görünümlü iki kişiye de kısaca baktıktan sonra üçüncü resimde onların erkek olduğunu anlayıp kaldığı yerden okumaya devam etti.
“1959, ko-me-di fi-li-mi”! İçinde bir burukluk hissetti. O güzel kadın şimdiye kadar ya çoktan ölmüştür ya da yaşıyorsa iki büklüm nine olmuştur ve de bir kenarda unutulup gitmiştir diye düşündü.
Hayat ne acımazdı be!

Mahallelerdeki çöp konteynerlerinden kağıt ve naylon torba toplayarak geçimini sağlamaya çalışan gençlerden birisiydi Yaşar. Elindeki eski dergiyi ise karıştırmakta olduğu konteynerde bulmuştu. Aslen Niğdeliymişler. Orada geçimini temin etmekte zorlanan dedesi, haftalar süren yolculuktan sonra yaya olarak Torosları aşmış ve “taşı toprağı altın” diye bilinen Çukurova’ya inmiş. Niyeti bir iş bulup sonra ailesinin geri kalanını da Adana’ya getirmekmiş. Gelmesine gelmiş ama anlatıldığı gibi her tarafı altın dolu değilmiş Çukurovanın. Adana’nın güneyindeki Yüreğir ovasında bolca pamuk ekilirmiş o zamanlar. Pamuk tarlalarında çalışan işçiler aşiret halinde Diyarbakır-Mardin-Urfa civarından getirtildikleri için onların aralarında bir yabancı olarak iş bulmak hiç de kolay olmamış. Başka yörelerde “çavuş”, Çukurovada ise “elçi” denilen işçi başına yaptığı yalvarmalar sonucunda, bir pamuk tarlasında rica-minnet bir iş bulmuş. Görevi kadınların topladığı pamukları çuvallara doldurmakmış. İş bulmanın verdiği coşkuyla ve de kendisini elçiye beğendirmek amacı ile herkesten çok gayret sarf edermiş çalışırken. Yemek paydoslarında herkes bir ağacın altına çekilip zeytin-ekmek-domates ve yoğurttan oluşan yemeklerini yerken kendisi traktör römorkunun gölgesinde peynir-ekmek ve civardaki tarlalarda hasat artığı olarak kalan çatlak-çürük karpuzlardan oluşan azığı ile kendisine ziyafet çekermiş Şerif dede. Önceleri herşey iyi gidiyormuş ama ah şu Çukurova’nın sarı sıcağı da olmasaymış!
Niğde’nin soğuk kışlarına, serin yazlarına alışık olanlara haliyle zor gelir sıcakta çalışmak tabii ki.
Nitekim iki hafta kadar sonra bir gün çalışırken başı dönmüş, gözleri kararmış ve olduğu yere yığılıp kalmış. “Beynine güneş geçti” diye hastaneye kaldırmak istemişlerse de, daha onu hastaneye taşıyacak bir araç bulunamadan çoktan ölmüş gitmiş zavallı!

Şerif dedenin ölümünü Adana’daki bir hemşerisi günler sonra haber edebilmiş Niğde’deki yakınlarına ama gelen akrabalar dedenin biriktirdiği altınları değil ancak mezarını bulmuşlar. Zira, tarlada yatıp kalkan Şerif dedenin evi filan da olmadığı için, daha ailesi gelmeden cenazeyi işçiler kaldırmışlar ve adamcağızı yakındaki bir koyun mezarlığına gömmüşler. Niğde’den gelen aile fertleri ise bir daha geri dönmemişler, elçi aracılığı ile patronun verdiği helallik parasıyla civardaki en büyük şehir Adana’nın kenar mahallelerinin birisinde bir gecekondu kiralamışlar ve eskiciliğe başlamışlar.

Hatıralara dalan Yaşar elindeki mecmuaya bir daha baktı, atmaya kıyamadı, isimlerini hiç duymadığı Marilyn Monroe, Tony Curtis ve Jack Lemmon’un resimlerinin bulunduğu sayfayı özenle yırtarak dergiden ayırdı, katladı, arka cebine koydu.

“Lan bu Suriyelilerden de bıktık be!” diye bağırdı, sanki karşısında birisi varmış gibi, “Çöpleri karıştırıyonuz, bari poşetleri gönteynerin içine geri tokun be, ne lan bu?” Belli ki konteynerin gölgesinde oturmak gelmişti içinden ama temiz bir yer bulamamış olmalıydı, o sebeple gıcık olmuştu. Dayanamadı, etrafa saçılmış çöpleri toplayıp söylene şöyle konteynere doldurdu. Kendisi de naylonunu satmak için çöp torbalarını boşaltıyordu ama içindeki çöpleri yola değil yine konteynere döküyordu!

Kendisinden önce o gün o konteynere uğramış olan başka bir toplayıcının naylon torba, karton kutu gibi para edecek şeyleri alıp götürmüş olduğu anlayınca konteyneri daha fazla eşelemedi. Zaten eskilere daldığı andan beri canı bir sigara istemişti. Dersanenin önüne sigara içmeye çıkmış olan iki öğrencinin biraz önce vermiş oldukları ve gömlek cebine özenle koyup sakladığı iki yabancı sigaradan bir tanesini çıkarttı, haftalar önce çöpte bulduğu, içinde yarısından az gazi kalmış olan plastik çakmakla sigarasını yaktı. Az önce temizlediği kaldırıma, konteynerin gölgesinin düştüğü tarafa oturdu, sırtını bahçe duvarına dayadı ve yorgun ayaklarını uzatabildiği kadar uzattı.

Yaşar doğduğunda çelimsiz bir bebekmiş. “Yasamaz, olur” demiş konu komşu. Kulağına ezan okutup adını Yaşar koymuşlar yaşasın diye, yaşamış. Anası, babası ve kız kardeşi ile yuvarlanıp gidiyorlarmış kendisi ilk okulda öğrenciyken. Eskiciliği çoktan bırakan babası Adıyaman’ın ilçe ve köylerinden getirdiği beyaz peynirleri satma işine girişmiş. Hem bakkalara toptan verdiği, hem de mahalle mahalle el arabası ile dolaşarak perakende sattığı peynirler oldukça beğenilmiş. Diğer gecekondu komşularını kıskandıran buz dolaplarını, televizonlarını ve de koltuk kanepe takımlarını o sıralar alabilmişler. “Ben daha kamyon da alaçam, tamamen toptana çalışaçam, paraya para demeyecem, bekleyin görün” diyen babasının maalesef ömrü vefa etmemiş. Güneşin kafaları kelle gibi ütülemekte olduğu bir gün Cuma’dan çıkıp yolu karşıdan karşıya geçerken başı dönüp bir kamyonun altına düşmüş. “Baba oldu” diye haber gelmiş eve. Olayın ciddiyetini kavrayamayan Yaşar arkadaşlarının serinlemek için girdiği kanalete ayaklarını sarkıtmış, kötü haberi duyduğu halde elindeki macun şekeri bitene kadar yerinden kalkmamış.
Ağıtlarla geçen bir geceden sonra, ertesi gün öğlen namazı bitince, yine sarı sıcağın altında terleye terleye gömmüşler babasını.

Annesinin okumasını istemesine rağmen, zaten hiç sevemediği okulu bırakmış Yaşar. Evlere temizliğe giderek geçimlerini sağlamaya çalışan annesi onu bir kaynakçı ustasının yanına çırak vermiş önce. Elektrik kaynağı yaparken çok parlak ışık çıkartan elektrodun (kaynak çubuğunun) ucuna gözlüksüz olarak (ustasının tabiri ile “öküz gibi”) bakarken geçici olarak görme yetişini kaybetmiş. Neyse ki haftalar sonra gözleri normale dönmüş. Kaynak yapmanın inceliklerini orada öğrenip tam kalfa olacak ve hatırı sayılır bir haftalık alacakken ustası dükkanı kapatmak zorunda kalmış. Ustanın ifadesine göre eski işler yokmuş ve zarar ediyormuş artık. Zar zor kaynakçı olarak bir iş bulmuş bir atölyede. Sahibi elektrik mühendisi olan, elektrik panoları imal eden bir firmaymış bu. Elektrik işlerinden de biraz anlar olmuş ama bu defa da patron sıcaktan kaçıp yaylaya giderken trafik kazası geçirmiş ve böylece atölye kapanmış. Saygı duyduğu ve sevdiği mühendis patronunu da yine sarı sıcağın beyinlere işlediği bir yaz günü toprağa vermişler. Zaten askerlik çağı geldiğinden dolayı yeni bir iş aramaya gerek duymamış, gidip şubeye “teslim” olmuş. Burdur’a Er Eğitim Tugayı’na postalamışlar onu. Kendisini askere uğurlamaya gelen ve askerlik tecrübesi olan mahalle erkeklerinin akıl verdikleri gibi davranmış. Daha ilk gün “mesleğin ne?” diye sormuş komutan, o da kendisine ezberletildiği şekilde, ve de bağıra bağıra, “Gaynakçılıııık ve elettirikçiliiik…Emret Komutanıııımmm!” diye karşılık vermiş. “Sen kademeye, yallah” demiş komutan,”tamirhanede ustaya ihtiyaç var.” Hakikaten rahat etmiş askerlikte, eski ustalarından öğrendiği pratik ölçme-biçme ve hesaplama teknikleri saygınlık kazandırmış kendisine.

Askerlik bitiminde iş bulamamış. Mahalle arkadaşlarının yapmakta olduğu gibi kağıt toplayıcılığına başlamış o da. Bu arada kız kardeşine bir talip çıkmış, kısa zamanda evlendirmişler ve kızı Mersin’e gelin vermişler. Yapmakta olduğu işten birkaç kuruş kazanmaya başlayınca Yaşar annesinin artık temizlik işine gitmemesini ve evde dinlenmesini istemiş. Ama anadir bu, “Daha seni everemedik oğlum, Yaşarım, biraz daha işe gidem de seni baş-göz edek” demiş kendisine. Öyle ya, kendisi de Yaşarı’ın annesi gibi dul olan komşu Hayriye teyzenin kızı Gülcan ne olacak? Sözlü gibi bir durum var arada ve kız tarafı bir hareket beklemekte. “Tamam ana”, demiş hem kızarak hem de için için sevinerek, “ben evlenince sana iyi bakarık, hemi rahat eden hemi de namazını niyazını gacirman bundan kelli”.

Bunları düşünürken Yaşar’ın önünden hoparlöründen kulakları sağır edercesine bir oyun havası fışkıran minibüs geçti. Uykudan aniden uyanıp yataktan fırlamış gibi korku ile kendine geldi. Yine birileri seçim için yaygara kopartıyor olmalıydı ama neyin seçimiydi bu? Daha geçenlerde birkaç seçim olmamış mıydı? Aklı ermiyordu Yaşar’ın bu işlere. Ateşi yana yana filtreye dayanmış sigarasından son bir nefes daha çekti. Sigarayı kaldırım taşına bastırıp söndürürken ister istemez düşündü; acaba okusaydı kendisi de minibüsün üstünde kocaman fotoğrafı olan adam gibi bir devlet adamı olabilir miydi ya da zengin? Kaçmış bir fırsata hayıflanmaya başlarken toparlandı ve “Yök beee, dedi sesli sesli “onların babaları-dedeleri okumuşturlar ya da zengindirler bidayetinden, benimkiler gibi bir sarı sıcağa dayanamayacak kadar zayıf herifler değillerdir ki! Hem bana ne bu seçimden meçimden yaaa… kim isterse seçilsin, kime ilazımsa da onnar getsin seçsin!”

Kalktı sağına soluna pat pat vurarak pantolonunu çırptı, sanki daha önce temizmiş de oturunca tozlanmışmış gibi. Güneş daha da fazla yakıyordu sanki bugün. “Yine yaz geliyor, yine pişeceez” diye düşündü, “sarı sıcaklar gelecek yakında…”

Gayri ihtiyari eli arka cebine gitti, katladığı dergi sayfasını açıp baktı, bu defa daha hızlı okudu; “Bazıları sıcak sever.”

“Ben o bazılarından deelim tamam mı? Sıcaada heç sevmiyom! Başımıza ne geldiyse bu sıcaklardan geldi!” dedi nefret dolu bir haykırışla.
Biraz önce itina ile katlayıp cebine koymuş olduğu sayfayı bu defa avucunda hışımla buruşturup çöp konteynerine fırlattı.
“Gaçmalı” dedi “gaçmalı, bu diyardan tümden gaçmalı! Ne seçimi biter ne sıcağı biter, gaçmalııı!”

Adil Karcı
30.03.2017

KİM YAPTI : HAYDİ HAYIRLI İŞLER

HAYDİ HAYIRLI İŞLER
Geliştirici: Rifat Serdaroglu
“Siyasette hiçbir sır ilelebet gizli kalmaz” sözünün halk dilindeki söylenişi şudur; “Gizli-gizli tenhalarda sevişen, aşikâr olarak doğurur!”
20-21-22 Eylül 2016 tarihlerinde “Darbe Var Darbecik Var” başlıklı üç yazı yayınlamıştım. Daha sonra 21. Kasım 2016 tarihinde “Kontrollü Darbe Girişimi” başlıklı bir yazı daha yazdım.
Bunları yazmaktaki amacım 15 Temmuz Darbe Girişiminin bize anlatıldığı gibi olmadığını, bazı olayların yerine oturmadığını, bu işte büyük bir “Yamuk” olduğunu anlatabilmek idi…
Bu görüşüm, Ulusal Basında yazan çok az sayıdaki yazarlar tarafından da desteklenmişti.
İlk kez Uluslararası bir yayın kuruluşu, 15 Temmuz’un bir darbe olmadığını yazdı!
AldriMer.no adlı dergide yayınlanan bir yazıda, NATO yetkilileri düzenli olarak kullandıkları bir danışma kuruluşuna 15 Temmuz’u araştırma konusunda görev verirler!
Bu araştırma raporu, NATO yetkililerinde, NATO üyesi ülkelerde, NATO İstihbarat Füzyon Merkezinde (NIFCA) mevcuttur. Yani tüm NATO ülkeleri bu raporu biliyor, ama bir tek biz bilmiyoruz!
Bu raporu Türk Kamuoyuna açıklamak, varsa itirazlarını yanlışlarını anlatmak, TC. Hükümetinin birinci görevidir. NATO doğruyu mu söylüyor, yoksa bizim koç gibi 15 Temmuzumuzu kıskandığı için
iftira mı atıyor? Bunun açıklığa kavuşması lazımdır.
Raporda öz olarak, Erdoğan’ın hazırlıklara 1 yıl önceden başladığı, kendisine muhalif olanların listelerini çok önceden hazırladığı, FETÖ’nün darbe girişiminde bulunmasına, kontrol altında bilerek izin verildiği, bu sebepten 15 Temmuz’un hemen ertesi günlerinde on binlerce kişinin tutuklandığı ve işten atıldığı anlatılmaktadır…
Biz, Türkiye’de yapılmış tüm darbelerin mağduru bir aileyiz.
Bu yüzden “Darbe” nasıl olur, “Darbecik veya Çakma Darbe” nasıl olur iyi biliriz.
Baştan beri 15 Temmuz’un Şahan Özbakar’ın Recep İvedik filmi gibi olduğunu söyledik durduk.
Darbe girişimini eniştesinden öğrenen bir Cumhurbaşkanı!
Darbeyi bastıracaklarına, düğünde halay çeken Kuvvet Komutanları!
Darbe girişimi günü bir odaya kapanıp, saatlerce başbaşa kalan ve telaştan Cumhurbaşkanını ve Başbakan’ı aramayı unutan Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı!
Hande’nin cep telefonundan konuşan ve halkı sokağa çağıran ama kendisi sokağa çıkmayan bir Cumhurbaşkanı!
Saatlerce tünelde saklanıp, telefonla darbecileri korkutmaya çalışan bir adet seçilmemiş Başbakan!
Kimden emir aldığı bilinmeyen ve halkın üzerine ateş açan sapık askerler!
Emir Subayları tarafından yere yatırılıp kafalarına basılan Orgeneraller!
Şeytanî bir plan uğruna, sokağa çıkartılıp yaşamlarını kaybeden zavallı insanlar!
Üzerinden 6,5 ay geçmesine rağmen hala lider kadrosu belli olmayan sözüm ona bir darbe!
Halkın filozofu Bergamus’a “Sence 15 Temmuz bir darbe mi” diye sordum!
“Eğer bu darbe ise, ben de filozof değil astronotum” dedi…
“Su akar darbe olursa Hulusi bakar ve Öcalan’ın hısım derecesinde yakını olan Fidan” bu yüzden mi TBMM ye gidip hesap vermekten kaçtılar? TBMM’ye hesap vermeye gitmeyen bu ikili, koşa-koşa İslamcı yazar Nuri Pakdil’i ziyaret edip, önünde el pençe durdular!
Nuri Pakdil; “1923 tamamıyla bir yabancılaştırma, değerlerimizden kopma dönemidir. 1923’ten 1950’ye kadarki dönem çok haşin bir şekilde yaşandı. ‘Allah’ demenin bile yasak olduğu bir dönemdi” diye yalan söylebilen biridir! Hulusi Akar’a da böyle bir dostluk yakışır! Nasılsa Cübbeli ile tokalaşmıştı! Sırada Menzilciler ve Hizbullah var!
Kim nereye kaçarsa kaçsın, nerede isterse saklansın, 15 Temmuz bir kumpas ise, Türk Milleti olarak bunun hesabını mutlaka soracağız…
İlk hesap sorulacak 3 Devlet Memuru;
Genelkurmay Başkanı-MİT Müsteşarı-Emniyet Genel Müdürüdür.
Bunlara emir veren siyasetçiler az sonra…
Sağlık ve başarı dileklerimle 31 Ocak 2017
Rifat Serdaroğlu
Rifat Serdaroglu | 31 Ocak 2017, 4:32 am

URL: http://wp.me/p3DAx3-lw

TÜRKIYE’NIN SEKIZ YILI

Obama’dan Trump’a Türkiye’nin sekiz yılı
22 Ocak 2017
Yazarlar
740
PAYLAŞIM

2009 ocak…
Obama koltuğa oturdu.
*
Van münüts şovu yapıldı. Keriz Feneri’nde sanıklar tanık, savcılar sanık oldu. Seçimlerde parmak boyası kaldırıldı, mezardan seçmen fışkırdı. Akp’ye oy vermeyenlere kanı bozuk denildi. DGM’lerin yerine kurulan özel yetkili mahkemelerle kumpaslar kuruldu, Ergenekon, Balyoz, Casusluk iftiralarıyla Atatürkçü komutanlar esir alındı, pkk tanık TSK sanık yapıldı, genelkurmay başkanı terörist ilan edildi, Türkiye bağırsaklarını temizliyor denildi. Fenerbahçe hapse atıldı. CIA ajanının “Yeni Türkiye” kitabı piyasaya sürüldü. Muhsin Yazıcıoğlu öldürüldü. Pkk açılımı yapıldı, üniformalı teröristler Habur’da törenle karşılandı, itiraz edene iki cihanda lekeli denildi, 2002’de sıfıra inen terör hortlatıldı, pkk’yla masaya oturduğumuzu söyleyenler şerefsizdir denildi, pkk’yla masaya oturuldu, Kandil’den canlı yayın yapıldı, Trt Kürtçe yayına başladı, akiller heyeti kuruldu, Barzani akp’nin onur konuğu yapıldı, Türkiye seninle gurur duyuyor sloganları atıldı. Arınç’a suikast dümeniyle kozmik odaya girildi, devlet sırları çalındı. Yetmez ama evet’le yargı komple feto’ya verildi, evet demeyene darbeci denildi. Baykal’a kaset komplosu kuruldu, yeni chp dizayn edildi. Mavi Marmara basıldı. Mezar evlerle tanınan Hizbullahçılar serbest bırakıldı. Mehmet Ali Ağca tahliye edildi. İnsanlık anıtına ucube denildi, yıkıldı. Bedri Baykam’ı bıçakladılar. İnek ithal edildi, saman ithal edildi. Ha nükleer santral kurmuşsun, ha evine tüp bağlatmışsın, ikisi de aynı denildi. Cephanelik patladı, Hindistan’da Pakistan’da olur böyle şeyler denildi, akp valisi akp generaline sucuk hediye etti. TBMM’de Vahdettin anıldı. Abdülhamid’e onursal doktora verildi. 19 Mayıs yasaklandı, iki ayyaş denildi, Nutuk suç delili sayıldı, TC silindi. 600 yıllık imparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi denildi. İzmir belediye başkanına 400 yıl hapis istendi. Dersim için özür dilendi, Seyid Rıza şehit ilan edildi. Kürecik’e İsrail radarı yerleştirildi. Uludere F16’larla bombalandı. Kindar nesil yetiştireceğiz denildi. Türban ilkokula girdi. Madımak zamanaşımına uğratıldı. Suriye’deki iç savaşı körükledik, Esad Eset oldu, Mit tırları yakalandı, Fantomumuz düşürüldü, dört milyon Suriyeli bize girdi. Süleyman Şah’ın sandukaları sırtlandı, götün götün kaçıldı. Gezi Parkı direnişinde çocuklar öldürüldü, camide içki içtiler yalanı söylendi, başörtülü bacıma saldırdılar yalanı söylendi. Hazreti Muhammed’e akp amblemli nüfus cüzdanı çıkarıldı. Ayakkabı kutusu yakalandı, yatak odasında para kasaları yakalandı, paraları sıfırladın mı yakalandı, günah işleme özgürlüğüne müdahale ediliyor denildi, bakanlar istifa ettirildi, paralar faiziyle iade edildi. Muhterem hocaefendi diyorlardı, aniden sülük, haşhaşi oldu. Ne istediniz de vermedik diyorlardı, terör örgütü oldu. Özel yetkili mahkemeler lağvedildi. Milletin orasına koyacağız diyen yandaş müteahhide plaket verildi. Andımız kaldırıldı. Türk yok denildi. Öğrenciler zorla imam hatipe kaydedildi. “Tayyip Erdoğan Allahu tealanın bütün vasıflarını üzerinde toplamış bir lider” denildi. Camide seçim propagandası yapıldı, mitingde Kuran’ı Kerim’le oy istendi, belediyenin önüne Kabe maketi konuldu. Twitter kapatıldı, youtube kapatıldı, internet komple kesildi. Taşeronla köle düzeni kuruldu, Zonguldak’ta grizu patladı, çalışma bakanı “güzel öldüler” dedi, Soma’da tarihin en büyük maden faciası yaşandı, olağandır, fıtratında var denildi, taziyeye gidip cenaze sahibine tokat atıldı, yerlerde tekmelendi, Ermenek’te şehit madencinin babası Recep amcanın yırtık cızlavetleri manşetlerdeyken, bin 150 küsur odalı Ak Saray’ın açılışı yapıldı, 185 milyon dolara yeni makam uçağı alındı. Şehit babası Tayyip Erdoğan’ı eleştirdi diye, hapse mahkum edildi. Kürdistan silahlı kuvvetleri, tam Cumhuriyet bayramımızda, 29 Ekim’de, topraklarımızda resmi geçit yaptı. Atatürk heykelleri yıkıldı. Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi denildi. Her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık denildi. Libya’da iç savaş çıktı, bizimkiler durumu kavrayamadı, 25 bin vatandaşımız mahsur kaldı, Kaddafi’yi linç edenlere para yardımı yapıldı. Musul konsolosluğumuz basıldı, konsolos dahil, tüm personel kaçırıldı. Kürtaja katliam, sezaryene cinayet denildi. Hamilelere terbiyesiz, kahkaha atan kadınlara iffetsiz denildi. Bankalar, telefonlar, fabrikalar ne varsa satıldı, 58 başbakanın 80 senede yaptığı borcun, dört misli borç yapıldı. Analar ağlamasın derken, ne mutlu şehit analarına denildi. Üniversite sınavında cevap şıklarına şifre yerleştirildiği ortaya çıktı. Genelkurmay başkanı, kara, hava, deniz kuvvetleri komutanı istifa etti. Mit’le pkk’nın Oslo görüşmeleri internete düştü. Van’da deprem oldu, 604 insanımız gitti, şehircilik bakanı “fay kırıldı, artık en güvenli yer burasıdır, deprem olan yerde bir daha deprem olmaz” dedi, ahaliyi zorla evlerine soktular, 17 gün sonra gene deprem oldu, gene insanlarımız öldü. Bedelli çıktı, temel eğitim bile kaldırıldı, ensen kalınsa canın sağolsun, garibansan vatan sağolsun oldu. Özal’ın mezarı açıldı, zehir arandı. Mısır’da darbe oldu, bizimkilerin desteklediği şeriatçı Mursi kafese konuldu. Türban TBMM’de serbest bırakıldı. Tarihte ilk kez Tüsiad başkanı istifa etti. Yeni sazan türü keşfedildi, Recepi adı verildi. Duşakabinoğulları devleti ve Bornozoğulları devleti Ak Saray’da muhafız oldu. Asrın liderimiz Amerika’yı Kolomb’un keşfetmediğini açıkladı. Sur, Cizre, Yüksekova adeta içsavaş manzaraları vardı, sırf orada 249 şehit verdik. Düne kadar ağabey dedikleri Bülent Arınç “Manisalı Lawrence” oldu. Sabahattin Zaim Üniversitesi rektör yardımcısı profesör “ben bu ülkede cahil kesime güveniyorum, ülkeyi ayakta tutacak olan cahil halktır, okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” dedi, bu herifi Yök’e yönetici yaptılar. Hayırsever Rıza ABD’de tutuklandı. Akp yandaşı tarikat vakfının yurdunda oğlan çocuklarına tecavüz edildiği ortaya çıktı, kadın aile bakanı “bi kerecik” dedi. Tarikat yurdunda kız çocukları yanarak can verdi. Diyanet’in Çanakkale Zaferi hutbesinde Atatürk’e yer verilmedi. TBMM külliye oldu. Asrın liderimiz Latin Amerika’ya gezmeye gitti, zırhlı makam mercedesini de askeri uçakla götürdüler. Orman bakanı “Biz NASA’dan ileriyiz” dedi. Stratejik derinlik Ahmet Kiziroğlu başbakan olmuştu, zart diye görevden alındı, bir hışımla geldi geçti, peh peh peh peh… Binali beyin oğlu Singapur’da kumar oynarken yakalandı, Binali bey başbakan yapıldı. Can Dündar’a adliye önünde ateş edildi. Sümeyye Erdoğan evlendi, sekiz şehidimizi toprağa verdiğimiz gün, hulusi bey nikah şahidi oldu. İsrail tiko para 20 milyon dolar verdi, van münüts bitti, asrın liderimiz Mavi Marmaracılara “giderken bana mı sordunuz” dedi. Rus uçağını düşürdük, Rusya’yla savaşın eşiğine geldik, turizm çöktü, özür diledik. 15 Temmuz darbe girişimi yaşandı, Akp’nin iktidara geldiği günden beri koruyup kolladığı fetocular devlete millete saldırdı, meclis bombalandı. Asrın liderimiz “kandırıldım, rabbim affetsin” dedi. Olağanüstü hal ilan edildi. 42 bin kişi tutuklandı, 120 bin kişi devletten atıldı. Kuleli, Heybeliada deniz lisesi kapatıldı. Gata, Abdülhamid oldu. İçişleri bakanı Efkan Ala görevden alındı, nedeni hâlâ muamma… Asrın liderimiz “Lozan zafer mafer değil” dedi. Suriye’ye girdik, şimdilik 14 tankımız vuruldu, şimdilik 54 şehidimiz var. Cumhuriyet gazetesi polis tarafından basıldı, yazarları hapse atıldı. Dolar 4 liraya dayandı, başbakan “dolsa ne olur, dolmasa ne olur” dedi. HDP komple içeri atıldı. Asrın liderimiz ben çobanım dedi. Neredeyse her 20 günde bir canlı bomba patlıyor, bombayla hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sayısı yüzde 7 bin 682 oranında arttı. Rus elçisi Ankara’da fetocu polis tarafından öldürüldü. Reina basıldı.
*
2017 ocak…
Amerikan halkı Obama’yı öylesine başarısız buldu ki, Obama dönemiyle birlikte Demokrat Parti’nin iktidarına da son verdiler, Trump’ı, yani Cumhuriyetçi Parti’yi göreve getirdiler.
*
Türkiye ise, memlekette yaşananlardan o kadar memnun ki, iktidardaki partiyi öylesine başarılı buluyor ki, iktidarı değiştirmeyip, rejimi değiştirmeye çalışıyor!

OBAMA SCANDALS

Obama’s ‘Scandal-Free Administration’ Is a Myth
Even a prominent Trump adviser accepts the false premise that there has been no ‘ethical shadiness.’
bn-ro053_1farew_gr_20170109163105
Jan. 16, 2017 7:06 p.m. ET

You often hear that the Obama administration, whatever its other failings, has been “scandal-free.” Valerie Jarrett, the president’s closest adviser, has said he “prides himself on the fact that his administration hasn’t had a scandal and he hasn’t done something to embarrass himself.”

Even Trump adviser Peter Thiel seems to agree. When the New York Times’s Maureen Dowd observed during an interview that Mr. Obama’s administration was “without any ethical shadiness,” Mr. Thiel accepted the premise, saying: “But there’s a point where no corruption can be a bad thing. It can mean that things are too boring.”

In reality, Mr. Obama has presided over some of the worst scandals of any president in recent decades. Here’s a partial list:

• State Department email. In an effort to evade federal open-records laws, Mr. Obama’s first secretary of state set up a private server, which she used exclusively to conduct official business, including communications with the president and the transmission of classified material. A federal criminal investigation produced no charges, but FBI Director James Comey reported that the secretary and her colleagues “were extremely careless” in handling national secrets.

• Operation Fast and Furious. The Obama Justice Department lost track of thousands of guns it had allowed to pass into the hands of suspected smugglers, in the hope of tracing them to Mexican drug cartels. One of the guns was used in the fatal 2010 shooting of Border Patrol Agent Brian Terry. Congress held then-Attorney General Eric Holder in contempt when he refused to turn over documents about the operation.

• IRS abuses. Mr. Obama’s Internal Revenue Service did something Richard Nixon only dreamed of doing: It successfully targeted political opponents. The Justice Department then refused to enforce Congress’s contempt citation against the IRS’s Lois Lerner, who refused to answer questions about her agency’s misconduct.

• Benghazi. Ambassador Chris Stevens and three others were killed in the attack on a U.S. diplomatic compound in Libya. With less than two months to go before the 2012 election, the State Department falsely claimed the attack was not a terrorist attack but a reaction to an anti-Muslim film. Emails from the secretary later showed that she knew the attack was terrorism. Justice Department prosecutors even convinced a magistrate judge to jail the filmmaker.

• Hacking. Mr. Obama presided over the biggest data breach in the federal government’s history, at the Office of Personnel Management. The hack exposed the personnel files of millions of federal employees and may end up being used for everything from identity theft to blackmail and espionage. OPM Director Katherine Archuleta, the president’s former political director, had been warned repeatedly about security deficiencies but took no steps to fix them.

• Veterans Affairs. At least 40 U.S. veterans died waiting for appointments at a Phoenix VA facility, many of whom had been on a secret waiting list—part of an effort to conceal that between 1,400 and 1,600 veterans were forced to wait months for appointments. A 2014 internal VA audit found “57,436 newly enrolled veterans facing a minimum 90-day wait for medical care; 63,869 veterans who enrolled over the past decade requesting an appointment that never happened.” Even Mr. Obama admitted, in a November 2016 press conference, that “it was scandalous what happened”—though minutes earlier he boasted that “we will—knock on wood—leave this administration without significant scandal.”
All of these scandals were accompanied by a lack of transparency so severe that 47 of Mr. Obama’s 73 inspectors general signed an open letter in 2014 decrying the administration’s stonewalling of their investigations.

One reason for Mr. Obama’s penchant for secrecy is his habit of breaking rules—from not informing Congress of the dubious prisoner swap involving Sgt. Bowe Bergdahl and the Taliban, to violating restrictions on cash transfers to Iran as part of a hostage-release deal.

The president’s journalistic allies are happily echoing the “scandal-free” myth. Time’s Joe Klein claims Mr. Obama has had “absolutely no hint of scandal” in his presidency. The media’s failure to cover the Obama administration critically has been a scandal in itself—but at least the president can’t be blamed for that one.

Mr. Fund is a columnist for National Review. Mr. von Spakovsky is a senior legal fellow at the Heritage Foundation. They are co-authors of “Obama’s Enforcer: Eric Holder’s Justice Department” (Broadside, 2014).

OBAMA EXECUTIVE ORDERS

Five Ways to Restore the Separation of Powers
It isn’t enough for Trump to quickly rescind Obama’s executive orders. Congress also needs to act.

By DAVID B. RIVKIN JR. and ELIZABETH PRICE FOLEY
Updated Dec. 19, 2016 7:09 p.m. ET
276 COMMENTS
The worst legacy of the Obama administration may be disdain for the Constitution’s separation of powers. President Obama’s actions have created dangerous stress fractures in our constitutional architecture, making it imperative that the Trump administration and Republican Congress commence immediate repairs.

The Constitution separates power in two ways: among the three branches of the federal government and between the federal government and states. As James Madison wrote in the Federalist Papers, separation creates “a double security” for liberty because “different governments will control each other, at the same time that each will be controlled by itself.”

The Obama administration has spurned this core constitutional principle, aggrandizing executive power at the expense of Congress and states. It has rewritten laws, disregarding its constitutional duty to faithfully execute them.

ObamaCare’s implementation provides multiple examples: delaying statutory deadlines, extending tax credits to groups Congress never included, exempting unions from fees, expanding hardship waivers beyond recognition and granting “transition relief” for preferred employers.

Mr. Obama even usurped Congress’s power of the purse, spending billions for “cost-sharing subsidies” that pay ObamaCare insurers for subsidizing deductibles and copays. Congress never appropriated money for these subsidies, so the administration shifted money appropriated for other purposes. The House sued to defend its constitutional prerogative, and in May a federal court ruled against the administration, which has appealed.

Mr. Obama also exempted five million illegal immigrants from deportation, though Congress had unambiguously declared them deportable. He waived the mandatory work requirement of the 1996 welfare reform. He redefined sexual discrimination under Title IX, forcing schools to allow transgender students to use bathrooms of their non-biological gender, and threatening to withdraw funds if colleges refuse to reduce due process protections for individuals accused of sexual assault.

The president has exhibited particular antipathy toward the Senate’s advice-and-consent duty. In Noel Canning v. NLRB (2014), the Supreme Court unanimously ruled that the administration violated separation of powers by making unilateral appointments to the National Labor Relations Board while the Senate was in session. And the president unilaterally committed the nation to an unpopular nuclear deal with Iran, bypassing the Senate’s treaty ratification power.

Mr. Obama’s actions have also shattered federalism. The administration rewrote the 1970 Clean Air Act, commanding states to revamp their electricity generation and distribution infrastructure. It rewrote the 1972 Clean Water Act, claiming vast new power to regulate ditches and streams under the risible notion that they are “navigable waters.” It has refused to enforce existing federal drug laws, emboldening states to legalize marijuana.
The media and academy enabled the administration’s unconstitutional behavior because they support its policy agenda. But the Framers expected members of Congress to jealously defend congressional power against executive encroachment—even from a president of the same political party. As Madison observed, “Ambition must be made to counteract ambition. The interest of the man must be connected with the constitutional rights of the place.”

This principle disappeared during the past eight years. In his 2014 State of the Union address, the president vowed to implement his agenda “wherever and whenever I can” without congressional involvement—to thunderous applause by Democrats. In November 2014, Democratic Senators urged the president to vastly expand his unilateral amnesty for illegal immigrants.

The Trump administration and GOP Congress should resist the temptation to follow this Constitution-be-damned playbook. The greatest gift Republicans could give Americans is a restored separation of powers. But this cannot be accomplished by merely rescinding the Obama administration’s unconstitutional executive orders. While this is a necessary step, Congress should enact additional reforms.

First, Congress can amend the 1996 Congressional Review Act to require affirmative approval of major executive-branch regulations. The law now allows regulations to go into effect automatically if Congress does not disapprove them. The act has been used only once to overturn a regulation because it requires passage of a joint resolution of disapproval—which must be signed by the president. This requirement should be inverted: If Congress does not affirmatively approve a regulation, it never goes into effect.

Second, Congress could prohibit “ Chevron deference,” in which federal courts defer to executive branch interpretations of ambiguous statutes. Chevron deference is a judge-made doctrine that has aggrandized executive power, ostensibly to implement Congress’s intent. If Congress denounces such deference, it can simultaneously reduce executive power and encourage itself to legislate with greater specificity.

Third, Congress can augment its institutional authority by expanding its contempt power. The criminal contempt statute should require the U.S. attorney to convene a grand jury upon referral by the House or Senate without exercising prosecutorial discretion. Congress should also extend the civil contempt statute to the House, not merely the Senate, and enact a new law specifying a process for using Congress’s longstanding (but rarely invoked) inherent contempt authority.

Fourth, Congress can require that all major international commitments be ratified by treaty. A statute defining the proper dividing line between treaties and executive agreements would reassert the Senate’s constitutional role, provide clarification to the judiciary, and encourage communication and negotiation between Congress and the president.

Fifth, Congress can enact a law further restricting its ability to coerce states into adopting federal policies or commanding state officials to carry them out. While the courts have ultimate say on the contours of these federalism doctrines, a law could force greater consensus and debate, provide guidelines on Congress’s use of its powers, and signal to the judiciary a reinvigorated commitment to federalism.

Restoring separation of powers is necessary and possible. It should be the highest priority of the Trump administration and Congress.

Mr. Rivkin and Ms. Foley practice appellate and constitutional law in Washington, D.C. Ms. Foley is also a professor of constitutional law at Florida International University College of Law.

KIM YAPTI (4)?

Orhan Bursalı
obursali@cumhuriyet.com.tr Son YazısıTüm Yazıları
Darbe girişiminin karanlık sayfası

Bunlarla da ilgilenebilirsiniz
Darbe girişiminin karanlık sayfası
AKP’li vekil ‘açıklanınca yer yerinden oynayacak’ dedi, CHP’li Erdoğdu açıkladı
CHP’li vekillerden cinsel istismar düzenlemesine karşı destek talebi
Paylaş
Kaydet Kaydettiklerim Zaman Tüneli Tünel amblem
Bunlarla da ilgilenebilirsiniz
Darbe girişiminin karanlık sayfası
AKP’li vekil ‘açıklanınca yer yerinden oynayacak’ dedi, CHP’li Erdoğdu açıkladı
CHP’li vekillerden cinsel istismar düzenlemesine karşı destek talebi
29 Kasım 2016 Salı
O gece ne oldu.. Bunu az çok biliyoruz. FETÖ çetesi darbe girişiminde bulundu.
Hepimizin bildiği başka bir şey daha var:
MİT, darbe gününü-saatini en azından o gün, yani 15 Temmuz günü haber aldı. En azından o gün diyorum. Bunu bize sunulan haberlerden, yazılardan biliyoruz. Böyle önemli bir girişim üzerinde, iktidar cephesinin elinde çok çok daha farklı bilgiler olduğunu, biz iktidar cenahının bize sunduğu kısıtlı bilgi ile olay hakkında senaryolar çizdiğimizi unutmayalım. Bu bakımdan, MİT ve iktidarın “darbe olacak” bilgisine daha önce sahip olabileceğini kabul etmemiz gerekir. Fakat “bir gün önce” bilgileri var mıydı bilmiyoruz.
İktidarın FETÖ çetesinin darbe girişiminde bulunabileceğini, darbenin çapı, boyutu vb. hakkında o kadar bilgi sahibi olamayabileceğini de düşünmeliyiz.
Kronolojilere göre, bir binbaşı 14.45’te MİT’e geliyor ve darbeyi haber veriyor. 16.00’da MİT Müsteşarı bilgilendiriliyor; o da hemen Genelkurmay 2. Başkanı’na bilgi aktarıyor. Yarım saat sonra Hulusi Akar bilgi sahibi oluyor. Bu arada “muhbir” binbaşının sorgusu sürüyor. 18.00’de MİT Müsteşarı, Hulusi Akar’a gidiyor. Söylentiye göre, Hakan Fidan Cumhurbaşkanı’nın koruma müdürünü arıyor ama bilgi iletmiyor. Akar, hava kuvvetlerine bazı talimatlar veriyor..
Neyse buraya kadar, bildiğiniz şeylerle kafa ütüledim, özür dilerim.

İnanılmayacak iddia
Bize inandırılmak istenenlere gelelim: Cumhurbaşkanı’na bilgi aktarılmadı! Hatta Başbakan’a da!
Buna inanacak salak varsa ne diyeyim.
Bir darbe girişimi tezgâhta, MİTGenelkurmay Başkanı toplanıyor, en az 2 saat konuşuyorlar. Ama Cumhurbaşkanı’na haber verilmiyor. Kime? Darbenin hedef aldığı 1 No’lu kişiye!
Bu olasılık 1000 kez 0’dır.
Burada sorulacak soru şudur: Fidan ve Akar, Cumhurbaşkanı ile neler konuştular? Kaç saat haberleştiler ve hangi önlemleri kararlaştırdılar?
Bizi anlatılmayan “karanlık saatler” veya darbe kronolojisinde gizlenen sayfalar burasıdır.

‘Başlarını kaldırdıkları anda ezilecekler..’
Tabii bir de darbenin kaç gün önceden bilindiği de bir sorudur. Çünkü darbecilerin haberleşme uygulaması ByLock, darbeden çok önce epey çözülmüştü ve “40 bin üyenin isimleri, yerleri, telefon numaralarına varıncaya kadar” tasnif edilmişti. MİT ve siyasi iktidar yapılanmadan haberli. Bilgiler Cumhurbaşkanı’na aktarılıyordu, taa mayıs ayında! Darbeye kalkışabilecekleri de, çok daha önce; mesela Fuat Uğur’un iki makalesinden de biliniyordu. Devlet, “Başlarını kaldırdıkları anda ezilecekler..” diyordu.
Fuat Uğur’un devletten aldığı duyumların tıpkısının aynısı gerçekleşti.
Başlarını kaldırmaları bekleniyordu ve ezildiler.
Burada, “kontrol altında darbe girişimi” yüzde 99 gerçek durum olarak ortaya çıkıyor.
15 Temmuz günü harekete geçecekleri haber alınınca, MİT-Genelkurmay ve Cumhurbaşkanlığı (belki de Başbakan) o bilmediğimiz karanlık saatlerde, durumu gözden geçirmiş olmalılar. Birinci Ordu diğer ordular, kolordular vb. Hiyerarşi büyük ölçüde korunuyordu.

‘Çıksınlar ortaya toplayalım’
Ordu içinde hiyerarşi korunuyorsa, bir darbenin başarıya ulaşma olasılığı sıfıra yakındır ülkemizde. Bunu sonra yazacağım.
O karanlık saatlerde “ortaya çıksınlar, toplayalım hepsini ve ezelim” kararının alınmış olması büyük olasılıktır.
Bu karar ne kadar riskliydi? Riski azdı ve bu nedenle üstlenilebilir bir risk olarak görülmüş olabilir. Bu girişim bastırıldığında ise risk, getireceği siyasi kazançlarla karşılaştırılamazdı bile.
Şüphesiz, darbe girişiminin başından sona denetimli olduğunu söylemiyoruz. Hele hele darbe tamamen tezgâhtı gibi komplo teorilerine sığınmanın da olayı aydınlatmaktan çok, kararttığını bilmeliyiz.
Meclis’te kurulan Darbe Soruşturma Komisyonu’nun gidişatına bakıyorum da, CHP milletvekili ve komisyon üyesi Aytun Çıray’a çok hak veriyorum. Komisyon, darbenin bütün boyutlarıyla ortaya çıkmasını önlemek için çalışıyor. Yani karanlık sayfaları gizli tutuyor. Fidan ve Akar’ı komisyon şefi çağırmıyor. Darbecilerin ifade vermesini istemiyor.
Aytun Bey çok haklı bir istekte bulundu: Fidan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın o gece yaptıkları telefon görüşmelerinin dökümlerinin ve içeriklerinin istenmesi..
Çıray da yani, en saklı tuttukları bilgileri istiyor!

KİM YAPTI 3 : KONTROLLÜ DARBE GİRİŞİMİ

Rıfat Serdaroğlu
serdaroglupng
KONTROLLÜ DARBE GİRİŞİMİ

Tek başına AKP İktidarı 14’üncü yılını tamamlayıp, 15 yaşına girdi!
Bu sürede FETÖ, en çok Adalet Bakanlığında örgütlendi. Aynı zamanda HSYK Başkanlığı ve HSYK Başkan Vekilliği görevlerini yapan Adalet Bakanlarından ve Müsteşarlarından yargılanan, tutuklanan bir kişi bile yok!
Var mı? Vallahi de billahi de yok!

Kim bunlar?
Bakanlar; Cemil Çiçek (5 yıl), Mehmet Ali Şahin (2 yıl), Sadullah Ergin (4 yıl), Bekir Bozdağ (3 yıl)
Müsteşarlar; Kenan İpek-Fahri Kasırga- Ahmet Kahraman

Bu 7 (YEDİ) kişi, 2002 yılından bu yana Adalet Bakanlığının tüm birimlerindeki özellikle HSYK (Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve Yüksek Yargıdaki yapılanmalardan, atamalardan, usulsüzlüklerden hem teker-teker hem de müteselsilen sorumludurlar.

Bugünden 1 yıl kadar önce, cep televizyonlu gazeteci Hande Fırat Sadullah Ergin ve Bekir Bozdağ’a ayrı-ayrı soruyor;
“Sayın Bakan, kamuoyunda yaygın olarak bir kanaat var! Cemaatin özellikle Yüksek Yargıyı ele geçirdiği, kararların Cemaatin isteğine göre verildiği söyleniyor! Siz ne diyorsunuz?”
Ergin ve Bozdağ, yaklaşık olarak aynı şekilde yanıt veriyorlar;
“Yok efendim, hiç öyle şey olur mu? Külliyen yalan. Biz, işe almada ve atamalarda liyakat esasına göre hareket ederiz!”

1 hafta önce, HSYK eski Başkanvekili Ahmet Hamsici’nin ifadesi yayınlandı. Yüksek Yargıç olan Hamsici şunları söylüyordu;
“Ben, Fethullah Gülen Cemaati mensupları sayesinde altın bir nesil yetişeceğini düşünmüştüm. Ama 53 yaşına girdikten sonra, altın nesil değil, katil nesil yetiştirdiklerini gördüm. Pişmanım, beni de kandırmışlar!”

2011 yılı Danıştay ve Yargıtay seçimlerini anlatan Hamsici;
“Seçim Sonucu Cemaatin daha önce belirlediği 108 adaydan 107’si Yargıtay üyesi seçildi. Danıştay’da ise adayların tamamı seçildi. Bakan Sadullah Ergin ve Müsteşar Ahmet Karaman’ın talimatıyla Genel Sekreter Mehmet Kaya’nın evinde Cemaat elemanları ile beraber adayları belirledik!”

Vicdan ve akıl sahibi herkes şu soruya cevap vermelidir;
FETÖ’nün, Adalet Bakanlığı-HSYK ve Yüksek Yargısındaki örgütlenmesinden, Bakanlık Müsteşarlarının- Adalet Bakanlarının- dönemin Başbakan’ının haberleri ve izinleri olmaması mümkün müdür?

O zaman, sorumlu bu kişiler yargılanmadan, tutuklanan- işinden atılan
100 binden fazla kişi için verilen kararları hangi hukuk ahlakı, hangi sağlıklı beyin, hangi dürüst vicdan kabul edebilir ki?

Adalet Bakanlığı bünyesinde yapılan FETÖ-AKP organize suç anlaşmasını
Türk Silahlı Kuvvetlerinde, Emniyet Teşkilatında ve MİT’te yapılmadığını kim iddia edebilir?

Uzun yıllar Türk Devleti adına yurtiçi ve yurtdışında görev yapmış bir istihbaratçı dostum ziyaretime geldi. İlerde, belgeleriyle kitap haline getireceği çalışmasından bahsetti. Onun 15 Temmuz Darbe Girişimi ile ilgili düşüncelerini sordum. Özetle şunları anlattı;
“İstihbarat dünyasında bu olayın adı “Kontrollü Darbe Girişimidir.” Büyük çaptaki uyuşturucu operasyonlarında, terör örgütlerinin çökertilmesinde benzeri olaylar yaratılır ve sonuç alınır.
Kitabımda belgeleriyle yazacağım gibi 15 Temmuz, bizzat devleti yönetenlerin kontrollü olarak götürdükleri, kamuoyuna “Darbe Yapıyorlar” görüntüsü verilen, gerçekte ise hem kışkırtılıp darbeye kalkıştırılanların hem de yönetime karşı olanların tamamının temizlenmesini sağlayan bir operasyondur.”

Abartmıyor musun, 241 kişi ölmedi mi, diye sordum?
O da bana şunları sordu;
-AKP, Cumhuriyet’in değerlerine karşı olduğunu açıkça söyleyen parti değil mi?
-FETÖ ile, menzilimiz, yolumuz (İslam Devleti) aynıdır, demediler mi?
-Darbe girişiminin hemen ertesinde on binlerce insan ya tutuklandı ya da işten atıldı. Bu kişilerin sadece isimlerini ve ifadelerini yazmak için aylar gerekir.
Bu durum listelerin yönetimin elinde önceden hazır olduğunun kanıtı değil mi?
-FETÖ’nün ayak takımının temizlendi, tepe noktalara ve örgütün siyasi ayaklarına dokunuldu mu?

Tekrardan, kardeşim insanlar öldü, değer mi diye sordum!
Güldü ve şunları söyledi;
“Hedefiniz rejim değişikliği, özellikle dine dayalı bir diktatörlük kurmaksa,
200-300 insan ölmüş, kimin umurunda? Humeyni hareketinin, yönetimi ele geçirirken, rakiplerini yok ederken neler yaptığını, nasıl çakma darbeler yarattığını iyice araştırın, gerçeği göreceksiniz!
Son olarak şunu söyleyeyim, MİT bu konuda çok etkin rol oynadı!”

Dostumu yurtdışına yolcu ettim ve çok iyi bildiğim bir kuralı bir daha hatırladım;
Siyasette iki kişinin bildiği sır değildir ve hiçbir şey gizli kalmaz…

Halkın Filozofu Bergamus’a 15 Temmuz’u sordum! Sen ne diyorsun, diye?
“Darbe haberi enişteden, darbeciler listesi yengeden, kahramanlar yeğenlerden! Böyle darbe mi olur a üstad?

Sağlık ve başarı dileklerimle 21 Kasım 2016
Rifat Serdaroğlu

KİM YAPTI 2

jean-leon_gerome_-_diogenes_-_walters_37131

MARMARİS’TEN
TAYYİP DEĞİL, TAYYİP’İN DUBLÖRÜ
KAÇIRILMIŞ
MİT elemanı bana soruyor:
“Tayyip, oğlu Bilal’le, damadı
Berat’la Marmaris’e tatile gitti de, neden karılarını
götürmediler? Tatile giden adam yanında karısını
götürmez mi?”
Ben de soruyorum:
Neden götürmedi?
“Tayyip
Marmaris’e gitmedi ki karısını götürsün…”
Nasıl yani?
“Tayyip Marmaris’e gitmedi. Hem
darbe tezgahlayacaksın, hem kendini ateşe atacaksın…
Aptal mı bu adam?”
Tayyip’i Marmaris’ten helikopterle kaçırmışlar… Ben görmedim
de öyle diyorlar yani…
“Bir kare fotoğraf var mı?”
Bilmiyorum, ben hiç görmedim. Sadece
CNN’e telefonla 4,5 G canlı bağlanıp milleti
kışkırttığını gördüm…
“Tayyip’i helikopterle
kaçıranlar uçağa nasıl bindiriyor? Atatürk hava
limanına uçakla gelmedi mi?”
Ben görmedim, öyle diyorlar…
“Yanında bir sürü adamla birlikte
oğlu ve damadı var. Helikoptere binerken, helikopterden
inerken, suikastten kaçarken, uçağa binerken,
İstanbul’a gelince uçaktan inerken delil olsun diye adam
bir kare fotoğraf çekmez mi? Hepsinin yanında son model
telefon var. Fotoğraf makinesi gerekmez ki. Yanında bir
düzine adam var. Her haltı yiyen bu salakların aklına
fotoğraf çekmek gelmez mi?”
Yani?
“Yani Tayyip, Marmaris’e hiç gitmedi ki helikopterle, uçakla
İstanbul’a gelsin…”
Biraz açsak konuyu, anlayamadım:
“Tayyip, oğlu, damadı ve akıl
hocaları, 15 Temmuz akşam üzeri siyah bir minibüs
içinde gizlice Atatürk Hava limanına geldiler ve
Müdürün odasından darbeyi canlı canlı
yönettiler.”
Yani Marmaris kısmı sahte miydi?
“Hayır, sahte değil, senaryo gereği Tayyip’in dublörünü,
Tayyip’in korumaları Marmaris’ten helikopterle
kaçırdılar. Sonrası Marmaris’te yok… Sonrası
Atatürk Hava limanında var…”
Emin misiniz? Tayyip uçaktan cep
telefonuyla kuleyi arıyor, koruma istiyor…
“Ben de telefonla ararım kuleyi…
Kule, benim nereden aradığımı ne bilecek? Tayyip kuleyi
telefonla arıyor, telsizle değil. Kule ile Tayyip
arasında telsizle konuşma geçse mutlaka kayıt altına
alınır…Tayyip, uçaktaki telsizle kuleyi aramıyor, cep
telefonuyla arıyor. Buna aptallar inanır.”
Yani diyorsun ki Tayyip cep
telefonuyla uçaktan değil de kuleyi, Hava Limanı
Müdürünün odasından aradı, olayların içinde bir de
dublör var ve Tayyip o akşam Marmaris’te değildi…
“Evet, değildi… Tezgahladığı
darbeyi Atatürk Hava Limanı’nın müdür odasından
canlı canlı yönetti…Eğer bu anlattıklarım ortaya
çıkarsa, Tayyip de, oğlu da, damadı da vatana ihanetten
idamla yargılanır ve asılır.”
Ortaya çıkar mı?
“Elbette çıkar. Bu Tayyip’in
sonu olur. Baştan sona aptalca ve acemice tezgahlanmış bu
çakma darbeyi halka inandırmaya çalışıyorlar fakat
inanan yok. AKP’liler keyfi inanıyorlar, çünkü
işlerine öyle geliyor.”

1776: Would You Like to Reconsider?

OPINION COMMENTARY
1776: Would You Like to Reconsider?
There’s a competition in the world between state corporatism and democracy, and the American political system needs to shape up or lose.

By ANDREW ROBERTS
Updated Oct. 28, 2016 7:13 p.m. ET

The American primary system, which has thrown up two presidential candidates who are despised by 60% of Americans, is broken and urgently needs to be reformed. The only rational response to the choice of Hillary Clinton or Donald Trump is that of Henry Kissinger on the Iran-Iraq War: “A pity they both can’t lose.” For a non-American who defends the U.S. at every opportunity, I must ask: Are you deliberately trying to make it more difficult for me this year?

For all the undoubted genius of your Constitution, in 2016 it is no longer sustainable for Americans to say they have the best democratic system in the world. There have been many types of democracy—the Athenian agora model of direct participation, the Westminster-based constitutional monarchy, the Swiss referendum and cantonal model, Indian mass democracy, and so on. But it is impossible any more to suggest that the finest one is that which has thrown up Mrs. Clinton and Mr. Trump as the final choice for 320 million Americans.

When Chinese GDP is overtaking America’s, we are engaged in a vital ideological struggle over which political system delivers the best results: the state corporatism of the Beijing model, where there is no free speech and no democracy, or the democratic model of the West, whose leading democracy today presents its people with a choice between a preposterous, petulant monster of self-regard with deep, dark psychological flaws on one side, and on the other a proven failure whose views float with the polling data and whose word of honor cannot be relied upon.

I’m not for a moment suggesting that democracy is under threat in America. With your Constitution, Bill of Rights, First Amendment, Congress, separation of powers—and the sublime instincts of the American people—democracy is under no threat whatsoever here, for all your president’s absurd hyperbole. But the concept of democratic values as worthy aspirations for modern society certainly is under serious threat globally from a totalitarian state-capitalist model that is dangerously attractive in what it is producing for its populations, while American democracy is offering a choice between a crook and a clown.

So what is to be done?

First, the Republicans need party leaders and candidates who confront people like Mr. Trump seriously from the start and do not coddle him in the vain hope that if you’re nice you inherit his supporters when he collapses. Second, it is ludicrous to have debates controlled by TV channels that want the GOP to split and the Democrats to win, and which frame their questions accordingly.

Third, the talking down of America, even in an election year, has gone too far and is likely to be misinterpreted abroad. Newt Gingrich has said that if Mrs. Clinton wins, America will go the way of Venezuela. No it won’t. When Adam Smith was brought the news of Burgoyne’s surrender at Saratoga, and was told that Britain was ruined forever, he replied. “There’s a great deal of ruin in a nation.”

If we in Britain got over losing America and went on to become the largest empire in history, you can get over four years of Mrs. Clinton. The word “again” in “Make America great again” is a terrible libel on your country, which is still great on any objective criterion, albeit clearly going in the wrong direction. Self-pity is not a part of the American national character—however emotionally and rhetorically alluring it might be during election time—and you must not permit Mr. Trump’s sloganizing to allow it to find a place there.

Fourth, the percentages of support that guarantee a candidate a place in the debate should be drastically higher so that you don’t have a dozen or more people taking part and thus sometimes given no more than 30 seconds in which to try to sum up complex issues, leading to a moronically low standard of debate. If Abraham Lincoln and Stephen Douglas were forced to debate each other in 30-second bursts, answering politically loaded questions from CNN and ABC and CBS intended to embarrass them, you probably wouldn’t have got a much better outcome.

That Donald Trump has held no public office also ought to have been an automatic disqualification. I know you like the idea in America that anyone can be president, but you are really testing that dictum this year. You’ve had plenty of presidential candidates who have not previously held elected office, including William Howard Taft, Herbert Hoover, Wendell Willkie and Dwight Eisenhower. But they all held high offices or served their country outside politics: Taft was governor of the Philippines, Hoover was head of the Belgian Relief Agency during World War I, Willkie fought the Ku Klux Klan and headed his local bar association, and Eisenhower was Supreme Allied Commander during World War II. These were all honorable positions of importance and responsibility. Mr. Trump has been head of Miss Universe and star of “The Apprentice,” both businesses in which he owned an interest.

The Republican Party should not have allowed itself to be hijacked by a man with so minute a record of contribution to the nation, and it needs to alter its rules to prevent a similar demagogue with deep pockets and no conscience from doing it again. The Republicans need a superdelegate system of sane party elders who want to see the party win. If there hadn’t been superdelegates in the Democratic Party, Bernie Sanders would be within a hair’s breadth of the White House right now.

So my sixth reform is for the Republican Party machine to have the last say on who is or is not a Republican, and who can therefore stand under the Republican banner. It ought to demand a relatively longstanding commitment to the party. In October 1999, Mr. Trump left the Republicans and in August 2001 he enrolled as a Democrat. In September 2009 he rejoined the Republicans. In December 2011 he wrote on his registration form, “I do not wish to enroll in a party.” Then in April 2012 he rejoined the Republicans. If he doesn’t walk, talk or think like a Republican, then the chances are he isn’t one and shouldn’t be allowed to stand as one.

Winston Churchill, after crossing the floor of the House of Commons for the second time, joked that, “Anyone can rat but it takes a certain amount of ingenuity to re-rat.” What the Republican Party has moronically allowed Mr. Trump to do is to re-re-rat. That might have been understandable if he had been promoting traditional Republican policies and values, but he never has and is certainly not doing so now. Today he should have been a maverick third-party candidate ranting into the wind, instead of enjoying the formal imprimatur of one of the great political parties of the Western world.

Great presidential leadership has not been a prerequisite for American success. America threw up no truly great president in the 36 years between Lincoln’s assassination in 1865 and Teddy Roosevelt’s accession in 1901, but she threw up leaders aplenty. Those were also the years of America’s greatest economic growth, and the leaders of that period weren’t politicians, who had the sense to stand back from government interference. They were the great business leaders of those days, the Vanderbilts, Rockefellers, Morgans, Fricks and so on, who built the enterprises that allowed the U.S. to burst onto the world stage as the Great White Fleet circumnavigated the globe in 1909. But in the present era of anemic growth, we do need political leadership of an abnormally high order.

Can the ideals of 1776 still work in the modern world? I believe they can, indeed they are the best ones to cleave to. I’ve been rereading the Federalist Papers. Of course they are very good on how to prevent tyranny in the U.S. but for all they say about preventing vulgarity and corruption, the authors tended to assume that the people could be trusted to vote against vulgarity and corruption. They didn’t foresee a situation when there is only a binary choice, between vulgarity on one side and corruption on the other. Madison’s answer was that if people he called “fit characters” acted, then “It will be more difficult for unworthy candidates to practice.”

Just because an idea is bad, it doesn’t mean it can’t last a long time—look at Communism. Your primary system has only been around for 120 years—almost exactly half the Republic’s existence—and is ripe for reform, not least because the leaders it has thrown up are not noticeably better than the ones from before the Progressives changed the voting rules. Luckily, the Constitution makes no mention of parties or primaries, so instead we may be guided by common sense in changing the way candidates are chosen.

Very often when someone says he’s a candid friend, it’s a precursor to him saying something rude and unpleasant. Well, I’m a candid friend of America who goes on TV and radio and writes books and articles in defense of America. So I hope you won’t blame the messenger if I tell you straight that your selling point as a nation—democracy—is not cutting it in the modern world, largely because you are not selling it properly. With the one exception of female franchise in 1920 you haven’t bothered to modernize it significantly since the Progressivist era of the 1890s.

If you really want government of, for and by the people to survive and prosper when you are no longer the largest income-generator on the planet, you are going to have to raise your game. It won’t be done internally without a fight, because no politician ever genuinely thinks that a system that has had the perspicacity to put him there is broken.

But it’s no longer enough for America to navel-gaze and worry about its president’s gender or skin-pigmentation or even his ludicrous haircut. You need to look at what is happening to democracy globally. As a political system it’s on trial, and right now it’s losing across huge swaths of Asia and Africa—losing out to the ideas of totalitarian state-directed corporatism that seems to be delivering much higher growth and much better leaders.

America needs to double down on the concepts that made her great and modernize the political system that gave her global hegemony in the first place. These abysmal presidential candidates are a depressing symptom of a larger problem with American politics—but now you have four years to change the system. You owe it to the American people never again to give them such a putrid choice as the one they face the Tuesday after next.

Mr. Roberts, a historian, is a professor of war studies at King’s College London and the author of many books, including “Napoleon: A Life” (Viking, 2014). This article is adapted from the Manhattan Institute’s Wriston Lecture, which he delivered in New York City on Thursday evening.

%d bloggers like this: