HAYDAR GÖFER

10 Şubat 2018 Cumartesi

SAYGIN BİR CUMHURİYET ÖĞRETMENİNİN 100. DOĞUM GÜNÜNÜ KUTLARKEN …

HAYDAR GÖFER

Eşim Faruk Bozbey’in 1964 yılı mezunu olduğu Tarsus Amerikan Koleji’ne, birlikte  yaptığımız ilk ziyarette, birçoğunu, yurt içinde ve yurt dışında başarılı çalışmalarından veya basından,  tanıdığım önemli isimlerin bir öğretmenin etrafında toplanmış olduğunu gördüm.

Sohbet ve muhabbet o kadar koyu ve güzeldi ki, kahkahalar havada uçuşmasına ve çok neşeli bir “mavra”   olmasına rağmen,  saygın  ortam insanı etkiliyordu.
İşte bu saygın Cumhuriyet Öğretmeni ile böyle bir günde tanıştım. Kendisi Tarsus Amerikan Kolejinin efsane edebiyat öğretmeni Haydar Göfer  idi.

HAYDAR GÖFER’İN GAZETECİ – YAZAR OLAN ÜÇ ÖĞRENCİSİ
CENGİZ ÇANDAR, METE AKYOL VE ULUÇ GÜRKAN
TAC 1965 MEZUNLARI ADINA PROF. DR. SİNAN BAYRAKTAROĞLU KONUŞMA YAPARKEN.
GEÇMİŞ YILLARDA  TC DEVLET ÜSTÜN HİZMET MADALYASI İLE ÖDÜLLENDİRİLEN SİNAN BAYRAKTAROĞLU İÇİN, HAYDAR HOCA’NIN ELİNDEN ALDIĞI 50. YIL PLAKETİ DE EN AZ O MADALYA KADAR DEĞERLİ  VE ANLAMLI OLMALI….
2015 MEZUNLAR TOPLANTISI
ANILARLA YÜKLÜ BİR DERS

Haydar Hoca’nın öğrencileriyle samimi ve seviyeli ilişkisi okulda olduğu gibi, okul dışında da devam ediyor. Mezun olan öğrencileri ondan hiç kopmadı ve hayat içinde temaslarını hiç kesmedi. Ona her yerden  ve  her ortamda, tarihi değeri olan mektuplar yazdılar. Cevaplar aldılar. Öğrencisi olan tanınmış gazeteci Mete Akyol, hepsi de “sevgili hocam” diye başlayan  bu mektupları “ “SEVGİLİ HOCAM “ isimli bir kitapta topladı.

Bu kitap, herhalde,  yazarı mektup sahibi öğrenciler olan, dünyadaki ilk kitap idi.

Bu kitapta yer alan mektupların asılları ve Haydar hoca’nın anı yüklü fotoğraflarını biriktirdiği albümleri, Tarsus Amerikan Koleji’nde  açılan  “Haydar Göfer”  müzesinde  sergileniyor….

Ünlü gazeteci Mete Akyol 1992 senesinde kütüphanelerimizin baş köşesine konuk olan ve üçüncü baskısını yapan “Sevgili Hocam”kitabının önsözünde şöyle diyor; 

“….SEVGİLİ HOCAM KİTABININ BİR BAŞKA ÖZELLİĞİ DE REKORLAR KİTABI’NA GEÇEBİLECEK DENLİ İLGİNÇ ÖZELLİKLER TAŞIYAN BİR KİTAP OLMASIDIR.

ELİNİZDEKİ BU KİTAP, BİLİR MİSİNİZ, YERYÜZÜNÜN EN UZUN SÜREDE YAZILAN KİTABIDIR.
BİRİNCİ SAYFASI 1953 YILINDA, SON SAYFASI 1985 YILINDA YAZILMIŞTIR. YAZAR AÇISINDAN DA ÖZEL BİR REKORUN SAHİBİDİR BU KİTAP..

DÜNYADA TAM 60 KİŞİ TARAFINDAN KALEME ALINAN İLK VE TEK KİTAPTIR.

ADI AÇISINDAN İSE KİTABIMIZ , BİR REKORUN DEĞİL AMA , KESİNLİKLE KENDİNE ÖZGÜ BİR ÖZELLİĞİN SAHİBİDİR.

“SEVGİLİ HOCAM” ADINI VERDİK. BU ADI RAHATLIKLA “SEVGİLİ AĞABEYİM” DE YAPABİLİRDİK, “SEVGİLİ AMCAM” DA HATTA “SEVGİLİ BABACIĞIM” DA YAPABİLİRDİK.

HATTA VE HATTA “SEVGİLİ SIRDAŞ” BİLE OLABİLİRDİ BU KİTABIN ADI..”

Mersin’de bir öğretmenler günü kutlamasında, Kurucu Başkanı olduğum  Türk Kadınlar Konseyi  Mersin Şubesi’nin bir faaliyeti olarak düzenlediğimiz, Mersin Kültür Merkezi’ndeki “Sevgili Hocam” temalı  program ve imza gününde, öğrencisi Mete Akyol ile Haydar Göfer’in sahnedeki duygu yüklü sohbeti herkesi duygulandırmış ve ilgi ile izlenmişti…

MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ’NDE “SEVGİLİ HOCAM” TEMALI ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLAMASI
“Mersin Üniversitesi kurucu rektörü Prof. Vural Ülkü, Mete Akyol, İl Milli Eğitim Müdürü, Haydar Göfer ve yılın öğretmenleri
MERSİN KÜLTÜR MERKEZİ’NDE ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLAMASI
MERSİN ÜNİVERSİTESİ KURUCU REKTÖRÜ PROF. DR. VURAL ÜLKÜ, DERNEĞİMİZİN KURUCU ÜYELERİNDEN İLHAN SAĞLAR, İL MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ, HAYDAR GÖFER VE YILIN ÖĞRETMENİ SEÇİLEN ÖĞRETMENLERİMİZ

Mersin İl Kültür Müdürü olduğum dönemde, Tarsus Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir onur gecesinde gerçekleştirilen törende, öğrencilerinden, dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın elinden aldığı plaketin üstündeki mesaj onu çok duygulandırmış, sahnede sesi titremiş, gözleri dolmuştu…

“TAC’yi  TAÇ’landıran öğretmenimiz”.

Ne acıdır ki,  bu değerli ve saygın hoca, öğrencilerinin  daha çok okuması ve  öğrenmesi maksadıyla, evindeki değerli kitapları edebiyat sınıfına  taşıyarak  kurduğu  sınıf kütüphanesinin, bir kendini bilmez tarafından, camlarının kırılıp da  kitapları parçalandığı zaman, 1975  yılında, artık bir dönemin kapanmakta olduğu düşüncesine kapılarak  “Cumhuriyet  öğretmenliği”ni emeklilik ile noktalamak zorunda kalmıştı.

Ama,   öğrencileri Haydar Hoca’yı simgelemek ve ölümsüzleştirmek için, okulun tarihi binası olan Stickler  önüne bir çınar fidanı  diktiler.
Her yıl, daha da  büyüyen o çınarın altında toplanarak, sevgili hocaları ile, yine tatlı muhabbet ve “mavra” larına devam ediyorlar.

O, ÇINAR’LA, O ÇINARIN ALTINDA….

“Arşivindeki fotoğrafları benimle paylaşan, Haydar Göfer’in öğrencisi, Tarsus Amerikan Koleji’nin çok değerli öğretmeni, Erdoğan Kaynak’a sonsuz teşekkürler….”

Tarsus Amerikan Koleji 1964 mezunları sevgili hocaları ile..

 

Gönderen NURAY SOMER BOZBEY zaman: 14:13

Bunu E-postayla GönderBlogThis!Twitter’da PaylaşFacebook’ta PaylaşPinterest’te Paylaş

Etiketler: Sevgili hocam

1 yorum:

İsrâ Ve Mi’râc Yolculuğu

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Mî’râc’a götürldüğü mübârek geceyi, yolculuğa nasıl hazırlandığını, seyâhat öncesi ve seyâhat esnâsında neler görüp yaşadığını Eshâbına şöyle haber vermişlerdir.

Hazret-i Enes (r.a.) ile Mâlik bin Sa’saa (r.a.) dan gelen rivâyet ile Buharî ve Müslim sahihlerinde kaydettiklerine göre, Rasûl-i Ekrem ve Nebiy-yi Muhterem (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır.

“Ben, (Receb ayı’nın 27. gecesi) Ka’be’nin Hatim kısınında duvara yaslanmış uyku ile uyanıklık arasında bulunuyordum. Cebrâil (a.s.) geldi. Yanında, Mîkâîl ve İsrâfîl aleyhimes-selâm ve çok sayıda Melek vardı.
(Bu susta farklı bir rivâyette şu ziyâde vardır. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) o gece Halası Ümmü Hânî (radıyallâhü anhâ)’nın evinde kalmış, iki rek’at gece Namazı kıldıktan sonra yanı üzerine yatmış uyku ile uyanıklık arasında bulunduğu bir sırada birden evin çatısı açılmış, Cebrâil, Mîkâîl ve İsrâfîl aleyhimüsselâm yanlarında çok sayıda Melek ile gelmişlerdir.)
Kardeşim Cebrâil’e “Ne oldu, niye geldiniz?” diye sorduğumda: ‘Yâ Muhammed! Allâh-ü Teâlâ beni sana gönderdi. Bu gece, bundan önce hiç kimseye yapmadığı ve bundan sonra da hiç kimseye yapmayacağı ikrâmı sana lütuf ve ihsanda bulunmak üzere, seni O’na götürmemi emir buyurdu. Çünkü sen, Rabb’inle konuşmak ve onu görmek istiyorsun. Bu gece Rabb’inin pek çok acâibâtını, azamet ve kudretini müşâhede edeceksin.’ dedi.
Abdest aldım ve iki rek’at Namaz kıldım. Sonra, Cebrâil (a.s.) boğazımdan karnıma kadar göğsümü yarıp, beni ameliyât etti.
(Bu ameliyat, mâ’nevî bir ameliyât olduğu için herhangi bir âlet ile olmadığı ve kan akmadığı gibi, Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) herhangi bir acı da hissetmemiştir. Zîrâ bu bir mû’cizedir.)
İçi zemzem dolu bir büyük kap getirildi. Kalbimi çıkarıp bu zemzemle üç defa yıkadılar. Sonra içi îmân ve hikmetle dolu başka bir büyük kap getirdiler ve kalbime doldurdular. Kalbime ayrıca sekînet koyduktan sonra yerine tekrar yerleştirdiler.”
(Râvî der ki; Fahr-i Kâinât Efendimizin (s.a.v.) göğsü o anda iyileşmiştir. Fakat bakanlar göğsünde bu mânevî ameliyatın izini görürlerdi.)
Cebrâil aleyhisselam, berâberinde “Burak” adında beyaz bir binek getirmişti. (Beyazlığı ve parlaklığı sebebiyle veya şimşek kadar hızlı olduğu için bu bineğe “Burak” denilmiştir.)
Cebrâil aleyhisselam “Haydi gidelim” dedi. “Nereye?” diye sordum, “Rabb’ine ve Rabb’inin dilediği yerlere.” dedi ve Burağa bindirilerek yola çıkarıldım.

Merkeb’den biraz büyük, katırdan küçük ve beyaz renkli olan Burak, ön ayağını gözünün gittiği en son noktaya koyarak yol alıyordu.
Burak üzerinde, Cibril aleyhisselam’ın refâkatında önce, Mescid-i Aksâ’ya götürüldüm.
Sonra, Cibril aleyhisselâm ile dünyâ semâsına kadar yükseltildim, bir kapıya geldik.
Cibril aleyhisselâm, kapının açılmasını istedi.
İçerden: “Gelen kim?” denildi. Ben “Cibril’im” dedi. “Beraberindeki kim?” denildi. “Muhammed (s.a.v.)!” dedi. “O’na Mi’râc dâ’veti gönderildi mi?” denildi. “Evet!” dedi.
İçerden; “Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!” denildi. Derken kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem aleyhiselam’ı gördüm. Cibril aleyhisselam; “Bu babanız Âdem’dir! Selâm ver O’na!” dedi. Ben de selâm verdim. Âdem aleyhisselâm, selâmıma mukâbele etti. Sonra bana: “Sâlih evlad hoş gelmiş, sâlih Peygamber hoş gelmiş!” dedi.
Sonra Hazreti Cebrail beni yükseltti ve ikinci kat semâya geldik. Kapıyı çaldı. “İçerden gelen kim?” denildi. “Ben Cibril’im!” dedi. “Beraberindeki kim?” denildi. “Muhammed!” dedi. “O’na Mi’râc dâ’veti gönderildi mi?” denildi. “Evet!” dedi. “Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!” dediler.
Derken bize kapı açıldı. İçeri girince, Hazret-i Yahya ve Hazret-i İsa aleyhimasselam ile karşılaştım. Onlar teyze oğullarıydı.
Hazret-i Cebrâıl: “Bunlar Hazret-i Yahya ve Hazret-i İsa’dırlar, onlara selâm ver!” dedi. Ben de selâm verdim. Onlar da selâmıma mukâbelede bulundular. Sonra: “Hoş geldin sâlih kardeş, hoş geldin sâlih Peygamber” dediler.
Sonra Cebrâil beni üçüncü kat semâya çıkardı. Kapıyı çaldı. “Bu gelen kim ?” denildi. “Cibril’im!” dedi. “Yanındaki kim?” denildi. “Muhammed’dir!” dedi. “O’na Mi’râc dâ’veti gitti mi?” denildi. “Evet!” dedi. “Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!, ne büyük saâdet!” denildi. Kapı bize açıldı. İçeri girince Hazret-i Yusuf aleyhiselam’la karşılaştık. Cebrâîl: “Bu Yusuf tur! O’na selâm ver!” dedi. Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra: “Sâlih kardeş hoş gelmiş, sâlih Peygamber hoş gelmiş!” dedi.
Sonra Cebrâîl beni dördüncü kat semâya çıkardı. Kapıyı çaldı. “Bu gelen kim ?” denildi. “Cibril’im!” dedi. “Beraberindeki kim?” denildi. “Muhammed!” dedi. “Ona Mi’rac davetiyesi indi mi?” denildi. “Evet!” dedi. “Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!” dediler.
Kapı açıldı, içeri girdiğimizde, Hazret-i  İdris aleyhisselam ile karşılaştık. Hazret-i Cebrâîl: “Bu İdris’tir, O’na selâm ver!” dedi. Ben selâm verdim. O da selâmma mukâbele etti. Sonra bana: “Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih Peygamber hoş geldin!” dedi.
Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti. Beşinci kat semâya geldik. Kapıyı çaldı. “Kim bu gelen ?” denildi. “Ben Cibril’im!” dedi. “Beraberindeki kim ?” denildi. “Muhammed!” dedi. “O’na Mi’râc  dâ’veti indirildi mi?” denildi. “Evet!” dedi. “Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!” denildi. Kapı açıldı, içeri girince, Hârûn aleyhisselam ile karşılaştık. Cebrâîl aleyhisselam: “Bu Hârûn aleyhisselam’dır. O’na selâm veri” dedi. Ben selâm verdim, o da selâmıma mukabelede bulundu ve: “Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih Peygamber hoş geldin!” dedi.
Sonra Cebrâîl aleyhisselam beni yükseltti ve altıncı semâya geldik. Kapıyı çaldı. “Bu gelen kim?” denildi. “Ben Cibril’im!” dedi. “Beraberindeki kim?” denildi. “Muhammed!” dedi. “O’na Mi’râc dâ’veti indirildi mi?” denildi. “Evet!” dedi. “Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliş!” denildi, içeri girince, Hazret-i Mûsâ aleyhisselam ile karşılaştık. Cibril aleyhisselam: “Bu Kelîm-ullah Mûsâ Peygamberdir, O’na selâm ver!” dedi. Ben selâm verdim. O da selâmıma mukâbele etti. Hoş geldin ey sâlih amelli Peygamber, ne hoş teşrif bu! ey aziz kardeş! dedi.
Yanından ayrılınca ağlamaya başladı. Kendisine niçin ağlıyorsun? diye soruldu. (Cevâben): “Benden sonra bir genç Peygamber (Muhammed a.s.) gönderildi. Ümmetimden daha fazla kişi, O’nun ümmetinden Cennete girecek, bunun için ağlıyorum” dedi.
Sonra Cebrâîl aleyhisselam beni yedinci kat semâya çıkardı ve kapının açılmasını istedi. (İçerden): Kim o? denildi. Cebrâil: Cibril’im dedi. Yanında kim var? diye soruldu. Cebrâîl: Muhammed (s.a.v.) dedi. Kendisine mi’râc dâ’vetiyesi indirildi mi? diye soruldu. Cebrâîl, evet dedi. İçerden. “Hoş geldi, ne mes’ûd bir teşrif bu! dendi. Kapı açıldı. İçeri girince İbrahim Peygamber ile karşılaştım. Cebrâîl aleyhisselam, “Bu Senin atan İbrahim Peygamberdir” dedi ve O’na selâm verdi. Ben de arkasından selâm verdim. Selâmımı aldı ve “Hoş geldin, ey hayırlı oğul ve sâlih amelli Nebi” dedi.
Sonra Sidretü’l-Münteha’ya çıkarıldım. Bunun (Sidre ağacının) meyveleri (Yemen’in) hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.
Cebrâîl aleyhisselam bana: “İşte bu Sidretü’l-Münteha’dır!” dedi. Burada ikisi alttan, ikisi de üstten (görülecek şekilde) akan dört nehir gördüm. Ey Cibril! “Bunlar nedir? dedim.
Hazret-i Cebrâîl: “Alttan akanlar, Cennette bulunan iki nehir, üstten akanlar da Nil ve Fırat nehirleridir” dedi. Sonra bana Beytü’l-Ma’mûr gösterildi.
Ey Cebrâîl ! bu nedir? dedim. Burası Melekler’in ziyaretgâhı olan “Beyt-ül Mâ’mûr’dur” dedi. Her gün buraya yetmiş bin Melek girer ve çıktıktan sonra da oraya bir daha dönmezler (girmezler). Yani her gün başka bir yetmiş bin Melek kâfilesi ziyâret eder, bir ziyâret edene bir daha sıra gelmez!”dedi.
Sonra biri bana üç kap getirdi. Kaplardan birinde şarâb-ı tahur, (cennet şarabı) bir kapta süt, bir kapta da bal var idi.
Ben sütü aldım. Bunun üzerine Cebrâîl aleyhisselam: “Yâ Muhammed! Bu (aldığın), fıtrat (a uygun olan) dır. Senin ve ümmetinin İslâm Dini üzerinde olan fıtratının alâmetidir” dedi.
Rasûlüllah (s.a.v.) devâmla; “Bana günde elli vakit olmak üzere Namaz Farz kılındı”.
Oradan döndüm, giderken. Mûsâ aleyhisselam’a uğradım. Bana: “Ne ile emrolundun?” dedi. “Günde elli vakit Namazla emrolundum” dedim.
Yâ Muhammed! Senin ümmetin, her gün elli vakit Namaz’a muktedir olamaz.Vallahi ben, senden önce insanları tecrübe ettim. İsrail oğulları (yahudiler) arasında çok mücâdele ettim; (muvaffak olamadım).
Sen, Rabbine dön ve ümmetin için bu Namaz hakkında hafifletme talep et!, Namaz vakitlerini azaltmasını iste” dedi. Bunun üzerine, Rabbim’in (c.c.) huzûruna döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden on vakit Namazı indirdi.
Dönüşte Mûsâ aleyhisselam’a tekrar uğradım. Yine: “Ne ile emrolundun ?” dedi. “Ben de on vakit Namazı kaldırdı!” dedim. Mûsâ aleyhisselam, bana “Rabbine dön! Ümmetin için daha da azaltmasını iste!” dedi. Döndüm. Rabbim benden on vakit daha kaldırdı. Dönüşte yine Mûsâ aleyhisselam’a uğradım. Yine ilk seferinde söylediklerini söyledi.
Tekrar Rabbim’e döndüm. On vakit daha indirdi. Ben, beş vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hazret-i Mûsâ ile Rabbim arasında gidip gelmeye devâm ettim.
Bu sonuncu defa da, Hazret-i Mûsâ’ya uğradım. Yine: “Ne ile emrolundun?” dedi. “Her gün beş vakit Namazla!” dedim. Mûsâ aleyhisselam bana tekrar,”Senin ümmetin her gün beş vakit Namazı kılamaz, Ben, insanları Senden önce denedim. Allah’a dön ve ümmetin için bu Namaz Farîzasını hafifletmesini iste!” dedi.
Bunun üzerine: “Rabbim’den bu Namaz vakitlerinin indirilmesini o kadar çok istedim ki, artık utanıdım. Ben beş vakit Namaz’a râzıyım, kabul ediyorum. Allah’ın emrine teslim oluyorum!” dedim.
Mûsâ’nın (a.s.) yanından ayrılınca, bana şöyle nidâ olundu: “Farzımı kesinleştirdim ve kullarımdan da hafiflettim. Namazlar (günde) beş vakit’tir. Ve onlara (beş vakti kılanlara) elli (vakit kılmış) sevâbı vardır” de. İndim’de hüküm değişmez artık!” buyuruldu.
(Sadaka Rasûlüllahi sallAllahü aleyhi ve sellem: Salat ve selâmların en güzeli Allah’ın Rasûlü’nün üzerine olsun. O (s.a.v.) muhakkak doğru söylemiş, doğruyu bildirmiştir).
Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin elfe elfin…

RASÛLÜLLAH’IN (S.A.V.) Mİ’RÂC YOLCULUĞUNU KUREYŞLİLERE HABER VERMESİ

Hazret-i Peygamber (s.a.v.) İsrâ ve Mî’râc yolculuğuna götürülüp döndürüldüğü gecenin sabahında Mescid’e çıkıp Kureyş’e haber verdi. Şaşkınlık ve inkârdan kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu.
Îmân etmiş (nasipsiz sûrî îman sâhibi) olanlardan bazıları, Din’den bile dönmüşlerdir…
İçlerinden bir kısmı doğruca Hazret-i Ebûbekr’e (r.a.) koşmuşlar, “senin arkadaşın iyice sapıttı. Dün gece Kudus’e oradan da semâlara gidip geldiğini söylüyor!” demişlet. Hazret-i Ebûbekir: “Eğer bunu O (s.a.v.) söylediyse şüphesiz doğrudur.” dedi. Kureyşleler: O’nu bunda da mı tasdik ediyorsun?” dediler. “Ben O’nu bundan daha ötesinde de yani Peygamberliğini tasdik ediyorum!” dedi. Bunun üzerine; Hazret-i Ebûbekir (r.a.), bizzat Yüce Allah tarafından “Sıddîk” diye isimlendirildi.
Kureyşlilerden Mescid-i Aksâ’yı bilenler Peygamber Efendimize (s.a.v.) onunla alâkalı sualler sordular, orayı târif etmesini istediler.
Kâdir-i Mutlak olan Allâh-ü Teâlâ, Rasûlü’ne arzı dürmüş, Mescid-i Aksâ’yı Rasûlüllah’a (s.a.v) göstermiş, ona bakıp târif ediyordu.
Müşrikler, “Târifinde doğru söyledi.” dediler. Sonra da “Haydi bakalım, bizim kervanı haber ver. O, bizce daha mühimdir. Onlardan bir şeye rast geldin mi?” dediler.
“Evet, filanların kervanına rast geldim, Revha’da idi. Bir deve yitirmişler, arıyorlardı. Yüklerinde bir su kırbası vardı. Susadım, onu alıp su içtim ve yine yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım, kırbada suyu bulmuşlar mı?” buyurdu. “Bu da diğer bir delildir.” dediler. Sonra sayılarını, yüklerini, şekillerini sordular. Bu defa da Rasûlüllah’a (s.a.v.) kervan gösteriliverdi ve sorduklarının hepsini haber verdi:
“İçlerinde falan ve filân, önde karamtık beyaz bir deve, üzerinde dikilmiş iki büyük çuval olduğu halde filân gün güneşin doğuşuyla beraber gelirler.” buyurdu.
Kendilerine göre açık bulmaya çalışan Kureyşliler, “Bu da diğer bir delildir.” dediler.
Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) haber verdiği gün hızla tepeye doğru çıktılar. “Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız” diye bakıyorlardı.
Derken içlerinden birisi “Gün doğdu.” diye haykırdı, diğer birisi de “İşte kervan geliyor, önünde karamtık beyaz deve ve içlerinde falan ve filan da var, tıpkı dediği gibi.” dedi.
Böyle iken o nasipsizler, Allah’ın Rasûlü’ne yine îmân etmediler. Nasipsizler yine inkârı seçtiler ve “ bu apaçık bir sihirdir.” dediler.
.. HasbünAllahi ve ni’mel vekîl…

Mİ‘RÂC’IN HİKMETLERİNDEN BİRİ DE ULVÎ ÂLEMLER VE ORALARDA BULUNANLARIN HABÎBULLAH İLE MÜŞERREF OLMA ARZULARININ KARŞILANMASIDIR

Ulemâ’nın ekserine göre Rasûlüllah Efendimiz’in (sallAllahü aleyhi ve sellem) Mu’cizelerle dolu İsrâ ve Mi‘râc yolculuğu, ruh-maal cesed, (cesediyle birlikte) ve uyanık iken olmuştur.
Bunun hikmeti yedi kat gök, sekiz Cennet, Arş, Kürsî, Levh, Kalem ve Peygamberimizin mi’râc’da teşrîf buyurmuş olduğu her mekân ve oranın sâkinleri, dilleriyle ve lisân-ı halleriyle Cenâb-ı Hakk’a niyâz etmişler ve hakkında (meâlen) “Ve seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ Sûresi, âyet 107) buyurulan Muhammed Mustafâ’yı (s.a.v.) görmek, onun ayağının tozunu gözlerine sürme ederek şereflenmek istemişlerdir. Cenâb-ı Hak onların bu ilticâlarını kabul eylemiş ve Habîbini İsrâ ve Mi’râc yolculuğuna çıkarmıştır.

EY MUHAMMED! NA’LİNLERİNİ ÇIKARMA’DAN YÜRÜ

Ebî Hüreyre’den (r.a.) rivâyet olunan Hadis-i Şeriflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır.  “Mi‘râc gecesi ayağımı Arş-ı A‘lâ’ya basacağım zaman nâ’linimini çıkarmak istedim. Allâh-ü Teâlâ tarafından şöyle nidâ olundu:
‘Ey Muhammed, Arş ve Kürsî nâ’linlerinin altında olmakla şereflenmeleri için nâ’linlerini (terliklerini) çıkarma.”
“Yâ Rabbi, kardeşim Mûsâ’ya: ‘Şimdi nâ’linlerini çıkar, çünkü sen mukaddes bir vâdîde; Tuvâ’dasın’ buyurmuş idin” dedim.
Buyurdu ki: “Sen benim indimde Mûsâ gibi değilsin. O benim kelîmimdir, sen ise Habîbim’sin. O, rü’yetimi (beni görmeyi) istedi, kendisine: Sen beni Habîbim’den önce göremezsin, buyurdum”.

ABDİYYET VE HABÎBİYET ARASINDA TERCİH HAKKI

İrfan ve hikmet ehli âlimlerden Şeyh Sühreverdî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallAllahü aleyhi ve sellem) Mi‘râc gecesi abdiyyet (kulluk) ve habîbiyyet arasında tercih hakkı verildi, o abdiyyeti seçti, Allâh- Teâlâ:
“Yâ Muhammed! Sen edebi gözeterek kulluğumu seçtin, Ben de bütün kerâmet ve fazîletleri ihsan ederek seni seçtim” buyurdu. Çünkü Allâh’a kulluk bütün fazîletleri kendinde toplar. Bu sebeple Kelime-i Şehâdet’de önce abdühû sonra Rasûlühü deriz. Kulluk, bütün makamların en kâmili, derecelerin en yükseğidir. Diğer bütün kemâlât kulluğun meyvesidir.”
Eşhedü en lâ İlâhe illAllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlühü…

Orta Şark’ta yalan mübahtır : EGE CANSEN

Orta Şark’ta yalan mübahtır

Orta Doğu, bir coğrafi adrestir. Orta Şark ise bir kültür türünün adıdır. Osmanlı Devleti gerileyince, Batılılar tarafından “Avrupa’nın Hasta Adamı” diye isimlendirilmiştir. Doğrudur, Osmanlı Devleti aynı zamanda bir Doğu Avrupa ülkesiydi. Daha doğrusu Doğu Avrupa’da özellikle Balkanlar’da askeri ve siyasi hâkimiyeti vardı. Ama Osmanlı hep “Oryantal” yani Orta Şarklı olmuştur. Orta Şark kültürünün en büyük özelliği, yalanın mübah ve yaygın olmasıdır. Orta Şark insanı yalan söylerken, yalan söylüyorum diye düşünmez. Çünkü ona göre her sorunun birden fazla doğru cevabı vardır. O da kendince yalan değil, işine gelen doğrulardan birini söylüyordur. Belki takiye belki de tevriye yapıyordur. Bu da onun en doğal hakkıdır. Yalan makinesine bağlansa; yalan söylerken beyin ve vücut tepkileri değişmeyeceği için makine, Orta Şarklının yalan söylediğini algılayamaz.

GERÇEĞİ DOĞRU OLARAK SÖYLEMENİN ÜÇ ŞARTI

Amerikan mahkemelerinde sanık ve tanıklardan gerçeği söyleyeceğine dair yemin etmeleri istenir. Bu yemin, üç şarttan oluşur.

1. Gerçeği söylemek (to tell the truth)

2. Sadece gerçeği söylemek (nothing but the truth). Yani, gerçek ama soruyla doğrudan ilgisi bulunmayan şeyler anlatarak konuyu dağıtıp kafa karıştırmamak.

3. Gerçeğin tamamını söylemek (and the whole truth). Bildiği gerçeklerin hepsini söylemek, kasten eksik bilgi vermemek.

Türkçe dublajlı yüzlerce Amerikan mahkeme filmi seyretmişsinizdir. Usta mütercimler, bu filmlerdeki konuşmaları Türkçeye çeviriyorlar. Ama hiçbiri mahkeme yemininin üçüncü şartını çevirmiyor. “Doğruyu ve sadece doğruyu söyleyeceğime yemin ederim” deyip kesiyorlar. Çünkü bu çevirmenler de Orta Şarklıdır. Harslarında “eksik konuşmak, yalancılıktır” kavramı yoktur. Bu yazıyı son günlerde çok tartışılan UBER ve sair konularda yazanların, (kendilerince iyi bir amaca hizmet etmek için) ne kadar çok yalancılık yaptıklarını görünce yazmaya karar verdim.

DAHA İYİ YARGI

Orta Şark’ta yalan kurumsaldır. Bir grup hukukçu “Daha İyi Yargı” adında bir dernek kurmuş. İki yıl önceki basın toplantılarına ben de katılmıştım. Toplantıda verilen bilgilerden, hukuk sistemimizin (siyasetin yarattığı baskı ve kirlenme dışında da) yalancılık konusunda tam bir Orta Şarklı olduğu kafama dank etmişti. “Daha İyi Yargı Derneği“ çırpınıyor ve diyordu ki:

1. Yargıdaki sorunların ve şikâyetlerin tümünün kök sebebi uyuşmazlık çözümünde dürüstlük ilkesinin hayata geçmemiş olmasıdır.

2. Çaresi, “avukatlara, tam ve doğru ifşa ve ibraz mecburiyeti”getirilmesidir. (Yukarıdaki yemin bölümünü lütfen tekrar okuyun)

3. Bu yapılırsa yargı güçlenir, yargılama süresi kısalır, adalet sistemi çok daha ekonomik hale gelir.

Ben de saf, saf “Bundan doğal ne olabilir? Tabii bu mecburiyet olmalı; uymayan avukat cezalandırılmalıdır” dedim. Meğer ülkemiz hukuk hocaları, “tam ve doğru ibraz ve ifşada bulunma mecburiyeti” olamaz. Böyle bir mecburiyet avukatın elini koluna bağlar tezini savunuyormuş.

Son söz: Yalancılık haksa, haklılık yalandır.

ADİL KARCI’DAN “GOLF KİTABI”


GOLF KİTABI

“Sabah kalkar kalkmaz yürüyüş yapmak faydadan çok zarar getirir, vücudun ısındıktan sonra, hatta tercihen öğlenden sonra yürüyüş yap” diyen bir doktor arkadaşımın tavsiyesine uymuş, Adana’nın güneşli bir Şubat günü öğlenden sonra bulvar kenarındaki geniş kaldırımda yürüyordum. Sol ayakkabımın bağının çözülmüş olduğunu fark ettim, yol kenarındaki beton çiçekliğe ayağımı dayadım, çözülmüş ipi bağlamaya koyuldum.

–       Bu yaşda ipli gundura neyim geymeyeceng, en iyisi çarık hemşerim!

Ses arkamdan geliyordu.  Döndüm baktım; görüntüsü benden daha yaşlı olan bir adam iki elini üst üste bastonun sapına, çenesini de ellerinin üstüne dayamış, iki büklüm bir halde arkamdaki bankta oturuyor ve beni seyrediyordu.  Onu  cevapsız bırakmamak için, ip bağlama işime devam ederken alakasız bir cevap verdim;

–       Haklısın be gardaş, dedim, ne edersin?  Yaşlılık başa bela işte!

İşim bitince tekrar dönüp ona baktım.  Başındaki sekiz köşeli gri kasketi, yakasına kadar düğmeleri kapalı buruşuk beyaz gömleği, onun üzerindeki siyah  yeleği, onun da üzerindeki kareli-damalı ceketi,  bacağındaki siyah  şalvarı  ve ayağındaki Ermenek lastiği pabuçları hiç de yabancı gelmemişti bana.  Bir yerlerden hatırlıyordum ben bu kıyafeti, ama nereden? Hafızamı yokladım; yok hayır, olamazdı!  Altmış yıl öncesindeki Köylü Memed Emmi olamazdı bu adam; imkansızdı!

–       Ne o bey, daldın gettin? O gader mı tohafım?  İliş hele şuraya, dedi ve sanki oraya sığmayacakmışım gibi (ama aslında saygı gösterisi olarak), zaten kenarına yakın oturmakta olduğu bankın tam ucuna kadar kaydı ve başı ile boş tarafı işaret ederek beni oturmaya davet etti.  Onu kırmadım.  Öyle ya, birkaç dakika otursam yürüyüşüme zarar mı gelecekti sanki?

–       Kusura bakma yaa, dedim, seni uzun yıllar öncesinden birisine benzettim de.  Bir Köylü Mehmet amcamız vardı biz çocukken…

–       Dur heleee, dedi, sen nerden tanıyon Köölü Memmediii?

–       İstiklal Mahallesinden, dedim, bir de oğlu vardı Kadir.

–       Senin adın ney? diye sordu,   Kimlerdensin de hele bi yol…

Kendimi tanıttım, çocukluğumda oturduğumuz evi, mahalleyi, arkadaşları anlattım kısaca.  Camları şişe dibine benzeyen kara çerçeveli kocaman gözlüğünü düzelterek bana daha da dikkatle baktı ve:

–       Bura bah hele!  dedi, sen o kolf kitabını yazan oğlan olmayasın?

– – – – – – – – – – – – – – – –

Şimdi size “İnce Memed’in  yazarı kim?” diye sorsam, eminim, duraksamadan “Yaşar Kemal!” dersiniz. Ve hatta bırakın yerli bir romanı ve yazarını bir yana, Anna Karenina’nın, İki Şehrin Hikayesi’nin, Babalar ve Oğulları’nın yazarlarını anında söyler, içeriğini hayat hikayeniz gibi anlatıverirsiniz.  Ama, size “Türkiyede ilk olarak

Golf Kitabı’nı kim yazdı diye sorsam?  Tıssss…. cevap yok değil mi?

Neyse, boşuna internette aramaya filan kalkmayın.  Size zahmet ettirmeden ben söyleyeyim;  Ben yazdım!

“Hadi be!”, “Amma da attın haaa!” gibi nidalar duyar gibiyim.  Ama durun, bir dinleyin hele yahu

– – – – – – – – – – – – – – – – –

Yanılmıyorsam sene 1956 idi.  Bahriyeli olarak askere alınan dayımın oğlu Akif ağabeyim, satın alınan bir savaş gemisinde hem eğitim görmek hem de onu Türkiye’ye getirmek için gittikleri İngiltere’nin Portsmouth limanında altı ay kadar kalmış ve  orada biraz da İngilizce öğrenip dönmüştü.  Çat pat lisan bilenlerin “Abdurrahman Çelebi” sayıldığı o günlerde Adana’daki İncirlik Hava üssünde işe girmiş ve Amerikalılara ait golf kulübünde doğrudan idare amiri oluvermişti.

Tek halası olan annemi ziyaret etmek üzere bize geldiği bir gün, cebinden çıkarttığı beyaz bir nesneyi bana doğru fırlattı;

–       Tut!

Gerektiği kadar atik davranamamış olmalıyım ki tutamadım ve üzeri çopur çopur, güvercin yurmurtası benzeri beyaz şey küt diye kafama çarptı.  Resmen taş gibi birşeydi.  Canımın yandığını belli etmemeye çalışarak;

–       Ne bu Akif abi? diye sordum.

–       Golf topu..  Eski topları çöpe atıyorlar, bir tanesini sana getirdim.

–       Golf ne ki?

–       Hani sopa ile vurarak oynarlar ya, işte onun topu.

Golf diye bir şeyi hiç duymamıştım.  Topu ile tanışmam da hiç hoş olmamıştı zaten!

Uzun uzun anlattırdım nasıl oynandığını.  Baston benzeri bir sopa ile, ama el tutacak geniş yeri ile topa vurularak oynanırmış.  Sahadaki deliklere sıra ile sokulurmuş toplar.  En az vuruş yaparak deliklere sokan oyunu kazanırmış.

Hemen ertesi gün onun anlattığı  şekilde bahçeye küçücük bir çukur kazdım.  Bulabildiğim bir değnekle topa vurmaya çalışarak (güya) golf oynamaya başladım.  Tek başına oynamak sıkıcı oluyordu.  Mahalledeki arkadaşlarla oynamak zevkli olacaktı ama önce ben elimi iyice alıştırmalıydım ki kazara onlara yenilmeyeyim.

Cumartesi günü okul yoktu.  Arkadaşlarım mahallenin arka tarafında toplanmış, paçavralardan kestikleri şeritleri yumak şeklinde sararak yaptıkları top ile futbol oynuyorlardı.  Elimdeki değneği ve golf topunu onlara göstere göstere saha olarak kullandığımız boş arsanın kenarına geldim, dikkatlerini çekmek için kendi kendime oynamaya başladım.  Bu acayip topu ilk fark eden Malak Macit kalesini boşaltıp yanıma geldi;

–       O ney lan?

–       Golf topu!

–       Kaleyi bırakıp nereye gittin lan Malak!  Salih’ti bu.  Boş kaleye gol yemişlerdi ve Macitle kavgaya geliyordu.  Ama, olağaüstü bir şeyin olduğunu fark etmiş olmalıydılar ki, gol konusunun üzerinde durmadan iki takımın oyuncuları da oyunu bırakıp etrafımı sardılar. Avucumu açıp topu ortaya uzattım.  Hemen kapıp incelemeye başladılar.

–       Hiç golf topu görmediniz mi be? dedim, küçümser bir tavırla ve sustum.  Onlar başladı:

–       Golluf da ney ki?

–       Golluf deel lan, sen de hiç bişi bilmiyon be!  Kolf olum kolf!

–       Ben biliyom lan, kolf topu işte, çook gördüm bunnardan.

–       Hee, gördün!  Deden de zati kolluf oynardı deel mi?

Sonunda bir tanesi akıl edip nihayet sordu;

–       Valla ben heç görmedim argadaş!  Nasıl oynanıyo bu?

Tam da aradığım soru buydu işte.  Uzun uzun anlattım, küçük bir çukur kazdırdım ve elimdeki sopa ile topu deliğe soktum.  Kim daha az vuruşla topu deliğe sokarsa o kazanır dedim.  İlgilerini çekmiş olmalı ki, futbolu unutup golf oynamayı denemeye başladılar.  Ertesi gün için sözleştik, toplanıp golf sahası yapacaktık.

Florida’da bir Golf alanı

Mahalledeki evlerin bittiği yer ile çok gerilerdeki portakal bahçesinin arasında kocaman boş bir arsa vardı.  Bir kenarını başlangıç, yüz adım ötedeki kenarını da bitiş olarak planlayıp küçük çukuru oraya kazdık.  Aklı evvel bir arkadaşımız, çukur düzgün olsun diye, evden yürüttüğü yoğurt kasesini getirip çukura gömdü.  Hakikaten yaptığımızı beğendik ve hemen turnuvaya başladık.  Bu defa herkes kendi sopasını kendisi yapıp getirmişti  ama hiçbirisinin deneyimi olmadığından, sopayı topa rast getirmeyi bile beceremiyorlardı.  Bu iyiye işaretti; biraz deneyimli olan bendeniz kesin şampiyon olacaktım!  Yedi vuruşta topu deliğe soktum.   Benden sonra gelen onbir vuruşta yapabilmişti aynı işi.  Açık ara birinciydim, taa ki….

–       Ben de furam mı?

Babası ile aynı lakaba sahip olan, yani “Köylü Mehmet”in tek oğlu “Köylü Kadir” bana soruyordu bu soruyu?  Hepimiz hayret ettik, zira Kadir hemen hemen hiç konuşmaz,

çömelmiş bir şekilde bir kenarda saatlerce oturur,  gülümsek bir suratla bizi izlerdi hep.  Okul önlüğü haricinde giydiği  tek tip kıyafeti ile babasının kopyasıydı sanki.  Başta kasket, beyaz gömlek (tabi boğazına kadar kapalı), yelek, şalvar ve siyah lastik pabuçlar! Kısacası;  “Köylü Memed”in maketi!

–       Eh,  hadi gel sen de oyna bakalım, dedim.

Değneği aldı, kalın tarafı aşağıya gelecek şekilde elinde döndürdü ve hiç duraksamadan yerdeki topa “çaattt” diye vuruverdi.  Top havalandı, gitti, gitti deliğin yirmi adım kadar önüne düştü!  Bir daha, bir daha derken beş vuruşta top deliğe girdi!  Hepimiz donmuş kalmıştık.  Acemi şansı da bu kadar olamazdı yani.

–       Geç oldu, haftaya yeniden yarışacağız dedim, topu alıp cebime koydum ve arkama bakmadan evin yolunu tuttum.

Bozulmuştum.  Nasıl olurdu da benden iki yaş küçük olan Köylü Kadir beni geçebilirdi?  Mahallede tek golf ustası bendim halbuki.  Hemen Akif abime sormalıydım; topu insan boyundan daha yükseğe havalandırmak yasak mı diye.

.

“Yoo”, dedi Akif abim, “ilk vuruşlarda topu havadan göndermezsen çukura yakın düşüremezsin ki.  Aslı bu zaten!”  Cebinden yepyeni bir golf topu çıkartıp bana verdi,

“Al bakalım, bu daha güzel ve yeni, öncekinin yazıları bile silinmişti”.

İki topum olduğu için hafta arası hergün bolca vuruş çalıştım.  Hepsini yenecektim, emindim artık. Kadir de kimdi ki be?   Havam olsun diye ortaya karşılıksız bir iddia bile koyabilirdim.   Ama bu işin kuralları da olmalıydı ve o kuralları ben koymalıydım.

Derhal işe koyuldum ve golf kitabını yazmaya başladım.  Ne kadar lafı uzatsam da benim kitap bir sayfayı geçemedi.  Turnuvaya katılacak olanlar kopyalasın diye

elden ele dolaştırttım.  Kısa mısa, kitap kitaptı işte ve ilk golf kitabını da ben yazmıştım!  (İlk ve son baskısı değişik el yazıları ile yazılmış olup sanırım toplam on adet kadardı).

Tek delikli turnuva devam ederken, cebinden hiç eksik etmediği siyah çakısı ile, Kadir hala sopasına şekil vermeye çalışıyordu.  Kalınca bir dal kesmiş, orasını burasını yontup duruyordu. Sıra kendisine geldi.  Yine duraksamadan vurdu topa.  Top bu defa daha da uzağa uçtu ve çukura daha yakın düştü.  Üçüncü vuruşta top çanaktaydı!

–       Helal sana lan Gadir!

–       Nası vuruyon lan öyle?  Bize de ööretsene olum!

Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.  Yenildiğim yetmiyor gibi üzerine bir de yepyeni golf topumu ödül olarak verecektim!  Ama, dönüşü yoktu, mecburdum.

–       Al Kadir, hakkıynan kazandın, diyerek, ama içimden istemeye istemeye, topu verdim.  Sormalıydım  Kadir’e; nereden öğrenmişti bu vuruşları?

Herkes dağıldıktan sonra, galibiyet sevinci göstermeyen ve hiçbirşey olmamış gibi gidip kenarda çömelmiş olan Kadir’in yanına gittim.  Ayağa kalktı, cebindeki topu çıkarttı ve daha ben hiç bir şey söylemeden;

–       İsterisen al bunu geri, gıymatlı bi şey bu, bana vermesen de olur, dedi.

–       Olur mu öyle şey Kadir, o senin hakkın, dedim.  Ve sordum;

–       Kadir sen bu vuruşları nasıl öğrendin.

–       Biliyon, dedi, ben her okul datil oluncı köye gider davar güderim.  Yazıda yabanda yapacak bi şey yoh, zabahtan akşama elimdeki zoppaynan yerdeki daşlara furur vakıt geçiririm.  Öyle işte…

– – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – –

–       Sen O’sun deel mi? dedi Kadir.  “Evet” manasına sadece gülümsedim.

–       Biliyon mu? dedi, ben o kolf topunu hala saklarım; bohçada durup durur.

–       Sen de biliyon mu? dedim, senin çakıyı da ben hala saklıyorum.

Kadir ile karşılaşmadan birkaç ay önce yabancı bir spor kanalında dünyanın en fazla para kazanan oyuncularını anlatan bir programa rastlamıştım.   Basketbolcu Michael Jordan’dan sonra, listenin ikinci, üçüncü ve dördüncü sıralarını, hepsi Amerikalı golf oyuncuları olan, Tiger Woods, Arnold Palmer ve Jack Nicklaus alıyordu.  Bu adamlar ne yapıyorlardı ki bu kadar para kazanıyorlardı?  Hem zevkini tatmin et, hem de uçuk miktarlarda para kazan!  İyi iş valla!   O programı izlerken benim golf maceram aklıma gelmiş ve Kadir’e yenildiğimi hatırlamıştım.  Kadir resmen harcanmıştı!  Kısır bir döngü içerisinde yaşayan, dar çevrenin isimsiz bir çocuğuydu o.  Belki onun gibi daha binlercesi vardı ülkemizde ama yaşadıkları bile bilinmiyordu ki keşfedilsinlerdi.

—————————————

Kalın camlı gözlüklerinin ardındaki feri sönmüş kara zeytin tanesi gözlerine bir ışıltı geldi.  Şimdi yüzünde yine o çocukuğundaki gülümseme vardı. Küçükken neredeyse “ahraz”  damgasını yiyecek kadar az konuşan Kadir nefes almadan hayat hikayesini özetleme başladı bana. Coşkuyla anlatıyordu; İlkokul bitince tümden köye taşınmışlar.  Askerliğini Isparta’da yapmış.  Dönünce köyünden bir kızla evermişler onu.  Bir oğlan iki kız çocukları olmuş.  Babası öldükten sonra hayvan yetiştiriciliğine kendisi devam etmiş.  Bir ara sütçülük de denemiş ama kar edememiş.  Sonuca yem borçlarını ödemek için tüm hayvanları bir celebe satmış.

–       Çok sıkıntı çektik ama Allaha şükür muhannata mohtaç olmadık.  Bayaktan (biraz önce) benim oğlan beni tohtura getirdi, hinci ilaç neyim alır eczahanadan.  Onun eline bakıyok gayrı.  Gelinci beni köye aparacak (götürecek).  Oğlumun adı da Memmed ha.  Babamın adını gattım ona, ama o “Köölü Memmed” deel ha, “Şeherli Memmed”!  Sevmez köyü, şeherde eyleşir.

Yaptığı espiriye hırıltı-öksürük karışımı bir sesle önce kendisi güldü.  Ben onun çakısını, o da benim golf topumu bana göstermek üzere sözleştik; ilk fırsatta onu yetmiş kilometre kadar uzaktaki dağ köyünde  ziyaret etmeye söz verdim.   Bir değnek ve bir sopa ile milyarder olma ihtimalinin farkına bile varamamış olan ve artık oğlunun eline bakmaya mecbur kalan Köylü Kadir kimbilir bana daha neler anlatacaktır.

Ve, belki de,  sıcak tandır ekmeği, günlük yumurta,  taze tereyağı ve kara kovan balı ikram edecektir. Zira, “Geleceesen, Mayısta gel, hinci kööde çok bişe olmaz” demişti. Günleri sayıyorum!

Adil Karcı

24.03.2018

Hırsızlık

Hırsızlık insanın fıtratında vardır

Hırsızlık insanın yaradılışında vardır. Kişi, bu ifadeyi kendine yansıtırsa, bozulabilir. Ne yani? Ben de insanım, ben de fıtraten hırsız mıyım diye öfkelenebilir. Bunun yerine insan fıtraten “homo-ekonomikus”dur denince kimse alınmaz. Hatta bundan hoşlanabilir. (Homo, insan; ekonomikus, iktisadi anlamına gelir). Aslında her ikisi de aynı gözlemden türetilmiş önermelerdir. Şöyle ki; tüm canlılar, ister bitki ister hayvan olsun (ki insan da bir hayvandır) “en az enerjiyi sarf ederek, en çok enerjiyi almak” ister. İnsan yaşamında “enerji=para”dır. Hırsızlık da az emekle çok kazanç elde etmenin bir yoludur. Yakalanmadıkça çok iktisadidir. Sırası gelmişken bir şey açıklamak istiyorum. İktisadi davranmak, para peşinde koşmak değildir. İktisadi davranmak, en yüksek “tatmine” ulaşacak şekilde hareket etmektir. Para, çoğu tatmin aracını satın alabildiği için öyle sanılmıştır.

HAYVANUS-EKONOMİKUS

İsterseniz ormanlar kralı aslanın avlanma teori ve pratiğini ele alalım. Aslan, hayatta kalabilmek için, başka hayvanları yemek zorundadır. Çünkü ne bitkiler gibi fotosentez yoluyla karbonhidrat üretebilir, ne de otoburlar gibi, bitki yiyerek ihtiyacı olan gıdayı sindirebilir. Hayatta kalmasının tek çaresi hareket eden diğer canlıları yemektir. Aslan bunu yaparken, boyuna posuna bakmadan ve hiç utanmadan çitaların avladıkları geyikleri onların elinden alır veya gizledikleri yerden çalar. Hakeza o koskoca kartallar, küçük şahinlerin ağzındaki avları havada kapar. Bunlar yolsuzluk olmasa bile düpedüz soygun veya hırsızlıktır. Aynı yırtıcılar çaldıkları gıdaların hepsini yemez. Bir kısmını soyları sürsün diye avlanma yeteneği henüz gelişmemiş yavrularına götürür. Buna “aileyi ve akrabaları kollama” denir.

İnsanlar, iş birliği ve iş bölümü yaptıkça, kişi başına daha çok ve daha kaliteli ürün elde edebildiklerinden dolayı, cemiyet halinde yaşamada karar kılmışlardır. Böylece, parçaları birey olan adına “toplum” denilen yeni bir canlı/organizma doğmuştur.

DİNLER BİRER TOPLUMSAL SÖZLEŞMEDİR

Ancak bireyler, zaman zaman, üretime katkı yapmak yerine, başkalarının ürettiklerini çalmaktan vazgeçmemiştir. İnsanların bu davranışı, ortaya “toplum-birey” çatışmasını çıkarmış bu da insanda “vicdan” (başkalarının hakkına saygı) teşekkül etmesine vesile olmuştur.  Bireysel vicdanın yaygınlaşması “maşeri vicdanı” yaratmıştır. Netice de “bireylerin, kendi çıkarlarını kollarken diğer insanların bireysel ve toplumun ortak çıkarlarına zarar vermesini engellemek maksadıyla” bir toplumsal sözleşme yapmak şart olmuştur. Bu toplumsal sözleşmeye din denmiştir. Din kelimesi her kültürde “yasalar, yasaklar, şartlar, kurallar” demektir. “Çalmayacaksın”, Musa’nın tebliğ ettiği “On Emir” den biridir. On Emir’e uyanlara bonus olarak “sonraki yaşamda” cennet vaat edilmiştir.

DİNLER NASIL YOZLAŞMIŞTIR?

Fıtraten hırsız olan insanlar en çok “çalmayacaksın” yasağından sıkılmıştır. Bu cendereden kurtulmak için Tanrı bize “günah işleme özgürlüğü verdi” demişlerdir. Dolaylı, dolaysız yol ve yöntemlerle hırsızlığı sürdürdükçe, az da olsa vicdanları sızlamış, toplumsal sözleşmenin “kul hakkını yeme” emrini atlayıp, puta tapınarak bu azaptan kurtulmaya çalışmışlardır.

Son söz: Bu dünyanın hesabı, bu dünyada görülmelidir.

2017 YILI özeti

Sevgili dostlarımız,

Bu yıl yurtta kavga, cihanda kavga vardı. Yılbaşı akşamı Reina’da başlayan terör tüm dünyayı dolaştı.Türk askeri birkaç cephede kahramanca savaştı. Hollanda ile takıştık, ineklerini sınır dışı etmeye kalktık. Portakalını bıçakladık. Hollanda bayrağı diye Fransız bayrağını yaktık. Arap Emirlikleriyle  Fahrettin Paşa krizi yaşadık. Amerika ile iyice gerildik. Zarrap için nota verdik. Nato’yu üyelikten çıkmakla tehdit ettik. Ruslarla domates konusunda pek anlaşamadık. TBMM de bacak bacak üstüne atan yabancı diplomatları da münasip bir dille uyardık.

16 Nisanda Anayasa değişikliği oylandı. Evet oyları %51 kazanınca,  Cumhurbaşkanımız partisinin de başkanı oldu. ’’Racon kesilecekse, onu da biz keseriz’’ diyerek yazarlara ters köşe yaptı. AKP bu yıl Atatürk’e sahip çıktı. İnme geçiren Deniz Baykal uyanınca herkesin Atatürkçü olduğunu görerek çok şaşırdı. Meral Akşener ‘’Yeni Parti’’yi kurdu. CHP Ankara’dan İstanbul’a adalet için yürüdü. Adalet gelmediği gibi, KHK ile sivillere yargı dokunulmazlığı geldi. Kadir Topbaş ve Melih Gökçek kapı dışına kondu. Paradise belgeleri ile Binali’nin çocuklarının serveti yeniden konu oldu. Man adasında hayali şirketlerin dekontları bulundu.

TEOG sınav sistemimiz  bir yılda beş kez değişti. Barış isteyen akademisyenler üniversiteden ihraç edildi. Boş kadrolara ilanla şeytan uzmanı arandı. Müftülere nikah kıyma yetkisi geldi. Imamlara şan ve makam dersleri verilecek dendi, 80 desibelin üstünde bağırmaları yasaklandı. Fakir ülkemize varlık fonu geldi. Halkımız da bir garip oldu, cenazelerde selfie çekti, torun maaşı almak için büyükanneler sıraya girdi. Fatih Terim damatlarıyla kebapçı dükkanı bastı. Adriana Lama bir Türk’e gönül verdi. Rıdvan Dilmen Erdoğan’ı parkasız Deniz Gezmiş’e benzetti.

Türkiye MR çektirmede Dünya şampiyonu oldu. 80 milyonluk ülkede acil servislere 110 milyon kişi başvurdu. Geçen yıl 10 dk olan muayene süresi 5 dakikaya indirildi. Doktor kadroları satılığa çıktı. Sağlık Bakanlığı  ventilatör isteyen hastaneye vantilatör gönderdi. Bir ilahiyat profesörü deve sidiğinin şifa veren bir madde olduğunu, bunun hadiste belirtildiğini ileri sürdü. Laboratuarda mini beyin üretildi, yapay rahimden bebek doğdu. 24 yıldır donmuş bekleyen embriyodan bebek oldu. Sertap Erener telomerleri uzatan bir gençlik ilacı buldu. Canan Karatay kafa karıştırmaya devam etti. Aşı karşıtları sayesinde hastalıklar arttı. İtalyan cerrah Canavero Çin’de kafa nakli yapmaya kalktı. Biyolojik saat çalışmaları Nobel Tıp Ödülünü aldı.

Dünyada yeni diktatörler türedi. Kim Jong Un aklına estikçe düğmeye basıp füze fırlattı. Trump bol bol twit atıp, Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapmaya kalktı. Körfez ülkeleri Katar’ı boykot etti. Öte yandan ülkeler arasında yeni yakınlaşmalar oldu. Katar İran’la, S. Arabistan ABD ile, Ürdün Almanya ile, Mısır S.Arabistan ve İsrail ile anlaştı. Fransa 39 yaşındaki Kardon’u cumhurbaşkanı seçti. Merkel 4. kez  başbakan seçildi. Katalanlar İspanya’dan ayrılmak istedi. Suudi Arabistan’ın genç kralı yolsuzluğa savaş açtı, rüşvet alan prensleri, prensesleri beş yıldızlı otelde hapsetti. Lübnan’ın başbakanı Saad Hariri öldürülmekten korkuyorum diyerek istifa etti. Rafsancani ve Talibani ebediyete intikal etti. Nawaz Sharif yolsuzlukla suçlandı. Mübarek 6 yıllık esaretten sonra serbest kaldı. Barzani istifa etti. Zimbabwe’de askeri darbe oldu. 90 yaşındaki Mugabe devrildi, halk göbek attı, genç karısının başkanlık hevesi kursağında kaldı. Bosna Kasabı Mladiç kararı duyunca mahkemede zehir içip yaşamına son verdi. Güney Kore’nin kadın başkanı hapse girdi. Myanmar’da Arakan Müslümanlarına soykırım vardı. Dünyada bunlar olurken Amerika cinsel taciz davaları ile çalkalandı. Prens Harry İngiliz saray geleneklerini zorladı, Amerikalı bir kızla evleneceğini açıkladı.

Dünya dışından yaşam sinyalleri gelmeye devam etti. NASA’nın uzay aracı Juno Jüpiter’in sırlarını Dünya’ya gönderdi. 1997’de Satürn’e giden Cassini uydusu Satürn’de hidrojen var olduğunu bildirdi. Görevi bitince Eylül ayında kendini imha etti. AKP Gençlik Kolları başkan yardımcısı dünyanın düz olduğunu iddia etti, Yuvarlak olduğunu söyleyenler Mason’dur dedi. Yeryüzünde işçilerin yerini robotlar almaya başladı. Robot Sofia, S. Arabistan vatandaşlığına kabul edildi. Marsta koloni kurma planları yapan Elon Musk Türkiye’ye geldi. Hamama ve kebapçıya giderek dünyanın nimetlerinden yararlandı. Orhan Gencebay gökbilime merak sardı, yazlığına bir rasathane kurmak istediğini açıkladı.

Tüm iyimserliğimizle 2018’de huzurlu, güzel bir  dünya diliyor, yeni yılınızı ailece kutluyoruz.

Tülay-Emin

30 Aralık, 2017

ADİL KARCI’DAN “BÜYÜK İKRAMİYE”

BÜYÜK İKRAMİYE

Çalıştığı taksi durağı Antalya Kaleiçi’ne inen yolun başında,kartpostallarda Antalya’nın simgesi olarak yer alan meşhur Yivli Minarenin yakınındaydı.  Duraktaki iş bekleme sırasında kaç saattir hala dördüncü sıradaydı, yani kendisine sıra gelmesine daha epeyce zaman var demekti bu. Biraz kestirse miydi acaba?  2018 yılına gireli henüz altı saat kadar olmuştu. Bütün gece uyumayıp çalışmasına rağmen kayda değer bir para da kazanamamıştı.  Yaşlı şoförlerin anlattıklarına bakılırsa, Antalya’da eskisine nazaran  müşteri yok denecek kadar azalmıştı.  Hava alanı taksilerinde çalışan arkadaşları bile işsizlikten dert yanar olmuşlardı.  Gelen turist sayısı çok düşmüştü ve tur şirketlerinin artık seyrek olarak getirebildikleri kafileler de  genellikle otobüslerle şehir dışındaki otelere götürülüyorlardı.  Bu turistlerin büyük  bir kısmı, “her şey dahil” tarifeli otellerinden hiç ayrılmıyor, sadece yiyip-içip güneşleniyor ve hiçbir yeri gezmeden, görmeden, hiç alış-veriş yapmadan ülkelerine dönüyorlardı.  Civardaki tarihi yerleri gezmek isteyen az sayıdaki meraklılar ise tur otobüsleri ile  gezdiriliyor; dolayısı ile  taksicilere pek iş kalmıyordu. Şimdi, kış mevsimi olduğundan,  şehirde  tur otobüsleri bile görünmüyordu.  Ne varsa yine yerli müşterilerde vardı.   Hiç olmazsa günde birkaç iş çıkıyor, eve ekmek götürecek kadar bir para bırakıyorlardı.  Gerçi bütün şoförler ayın sonunu getiremiyorlardı ve kredi kartlarıyla durumu idare etmeye çalışıyorlardı ama olsundu, yine de şükretmek, “Allah bereket versin” demek lazımdı.  Ya hiç iş bulamayanlar ne yapsındı?

Aklına yılbaşından bir hafta kadar önce aldığı Milli Piyango bileti geldi.  Piyango bileti satıcısı yaşlı adam durağın önünde birisine bilet çektirirken yere bir çeyrek bilet düşürmüştü, Ali de yerinden fırlayıp “kısmet ayağıma geldi” diye düşünerek o bileti almıştı.  Uykusu bir anda dağıldı Ali’nin.  Hemen cep telefonundan çekiliş sonucunu öğrenmeliydi.  Tamam işte!   Büyük ikramiyenin çıktığı dört tane çeyrek biletten birisi Antalya’da satılmıştı.  Son rakamları da tutuyordu galiba; biletinde 3 ve 5 gibi  rakamların olduğunu iyi hatırlıyordu.  Ah keşke bileti evde bırakmamış olsaydı!  Uğur getirsin diye biletini bozuk para kumbarasının içerisine atmıştı, hem de daha dün!

İçi içine sığmamaya başlamıştı.  Duraktaki iş sırasından çıkıp eve mi gitseydi acaba?  Ama yok, yok olmazdı, dayısı fena bozulurdu kendisine.  Vardiya usulü çalışan diğer şoför durağa gelip taksiyi devralmadan bir yere ayrılmaması gerekirdi.  Bu arada işe çıksa bile tekrar durağa dönüp taksiyi teslim etmeliydi.  Ama ya büyük ikramiye kendisine çıktıysa?  Dayısına yeni bir tane, ne biri be, onbir,  belki yirmibir tane yeni taksi bile hediye edebirdi! Acaba  vergiler düştükten sonra çeyrek bilete ne kadar ikramiye verirlerdi?  Amaaan, hepsini vergi olarak alacak değillerdi ya, ölüsü on milyonun üstünde bir para geçerdi eline nasıl olsa.

 Aslında büyük ikramiyeye olan ihtiyacı dayısına taksi almak için  filan değildi.  Onun için önemli olan asıl mesele “Seka” meselesi idi!

 ……

Ali, Antalya’nın Korkuteli ilçesine bağlı Kemerağzı köyünde doğmuş, ilk öğrenimini Korkuteli-Antalya karayolu üzerinde, kendi köyüne nispeten biraz daha büyük olan,  Yazır köyünde görmüştü. Tarımla uğraşan babası ve küçük dayısı kendilerine miras kalan tarlalarını birleştirip kırk dekarlık bir elma bahçesi yetiştirmişler  ve bahçenin bir kenarına da yan yana iki ev yaptırmışlardı. Tüm aile bu bahçede çalışıyor, beraber yiyip içiyorlardı ve çok mutluydular.   Taa ki babası trafik kazasında ölene kadar. Bahçesindeki ağaçların ihtiyacı olan gübre ve ilaçları Antalya’dan kamyonetine atıp köye dönerken babası bir kamyona çarpmış ve takla atan aracının altına kalıp can vermişti.

Kazayı kim, nasıl haber vermişti, bilmiyordu.  Tek hatırladığı babasının cansız bedenini hastaneden alıp köye götürdükleriydi.  Cenaze aracının şöför mahallinde oturan annesinin de kendisinin de nutku tutulmuştu.  Ne bir ses ne bir nefes ne de bir damla göz yaşı!  Taşlaşmışlardı sanki, donmuş kalmışlardı.

Babasının ölümünden sonra dayısı bahçe işlerinin tümünü tek başına üstlenmişti ve yeğeni Ali’nin okumasını istiyordu.  Büyük dayısı ise yıllar öncesi Antalya’ya yerleşmişti.  Önce şoför olarak işe başlayan bu Mahmut dayı birkaç yıl sonra durağı ile beraber satılan bir taksiyi satın almış, işlerin iyi gitmesi sonucu, duraktaki taksi sayısını üçe çıkartmıştı.  Bu taksileri durak hakkı ile beraber şimdi satsa zengin olurdu ama o, kardan pay verme usulü ile  anlaştığı şoförlerle, taksilerini çalıştırmaya devam etmeyi tercih etmişti.

Mahmut dayısı olsun, Filiz yengesi olsun, çok iyi insanlardı.  Küçük dayısı abisi Mahmut ile konuşmuş, Ali’ye liseyi Antalya’da okutmaya karar vermişlerdi.  Mazı dağı denilen muhitteki ev Antalya şehir merkezine biraz uzak sayılırdı ama dayı evi onun rahat edeceği kadar büyüktü.  Ali’yi artık Ankara’da üniversitede okumakta olan oğullarının odasına yerleştirdiler.  Köyden gelen bu yeğen zar zor liseyi bitirebildi ama dersaneye gönderilmesine rağmen bir üniversiteye kapağı atmayı bir türlü beceremedi.  Sağolsun, küçük dayı annesi ve kız kardeşi ile çok iyi ilgileniyordu ve harçlık yönünden Ali’ye de hiç sıkıntı çektirmiyordu.  Buna karşılık Ali de hafta sonları dolmuşa atlayıp köye gidiyor, dayısına bahçe işlerinde yardımcı olmaya çalışıyordu.  Yaşı onsekizi geçer geçmez Mahmut dayısının teşviki ile bir sürücü kursuna yazılmış ve kısa sürede bir sürücü ehliyeti de almıştı.  Acemiliğini atınca da dayısının taksilerinde çalışmaya başlamıştı. Birkaç denemeden sonra üniversiteye girmek için çaba sarfetmenin gereksiz olduğuna kanaat getirip askerlik şubesine başvurmuş ve tankçı olarak askerliğini tamamlamıştı.  Sıkıntısız geçen askerlik görevinden sonra tekrar dayısının yanında taksiciliğe başlamıştı ve kaç yıldır da aynı işe devam etmekteydi.

Ali’nin işten ve okuldan başını kaldırıp etrafına bakacak kadar bile boş bir zamanı olmadığından, ve de içine kapanık mizacı nedeni ile, hiç kız arkadaşı olmamıştı.  Yengesi ona mahalledeki kızlardan birkaç tanesini göstermiş, bir yuva kurabilmesi için ona yardımcı olabileceğini söylemişti ama Ali rastele bir kızla değil,  “Müge” gibi bir kızla evlenmek istiyordu.

…..

Bir  buçuk yıl kadar önce sıcak bir akşam üstü taksiyi vardiyalı şoföre teslim etmiş, durağın karşısındaki küçük meydanın arka sokağındaki mağazalardan kendisine yeni bir gömlek almak için alışverişe çıkmıştı.  Vitrinlere bakarak yürürken sadece bayan giysileri satan küçük bir butiğin vitrinindeki kadın mankeni dikkatini çekmişti.  Beyaz üzerine iri mavi çiçekli, mini etekli bir elbise giydirilmiş olan manken ona canlı gibi gelmişti bir an.  Başını çevirip o güzel yeşil gözleri ile kendisine bakıverse, “Merhaba Ali” dese hiç şaşırmayacaktı. Sokaklarda gördüğü kızlardan  çok farklıydı.  İçeriden çıkıp “Buyurun neye bakmıştınız?  Nasıl yardımcı olabilirim” diyen tezgahtarın varlığının farkına varamadığı için bir an irkilmiş ve “Şeyy.. öyle bakıyordum” diyebilmişti, sonra da çabucak yürüyüp gitmişti.  Ama o güzel manken Ali’nin gönlüne yer edivermişti bir kere. Ona bir isim yakıştırmalıydı. Bütün akşam internette isim araştırdı sevgilisine(!) . Ancak gece yarısı bir karar verebildi; adı “Müge” olmalıydı. Ertesi gün ve sonraki hemen her gün aynı vitrinin önünde duraklıyor, o tezgahtarın dikkatini çekmemeye gayret ederek Müge’sini seyrediyordu.  Telefonu ile Müge’nin resimini çekmeyi düşünmemiş değildi ama ayıp olur diye bir türlü cesaret edememişti.  Karar verdi, izin isteyip her an telefonunda görebileceği bir resim çekecekti ve her gün o vitrinin önünde görülmek ayıbından kutulmuş olacaktı.   Biraz çekingen bir tavırla butikten içerye girdi, aynı tezgahtara selam verdikten sonra “Bu elbiseyi kız kardeşime göstermek istiyorum, beğenirse alacağım, bir resmini çekebilirmiyim?” diye izin istedi.

“Tabi buyurun” diyen tezgahtar dışarıya çıkıp ona “şu açıdan çeksen daha iyi olur” şeklinde akıl bile vermeye kalktı.  Birkaç resim çektikten sonra,  yaptığına rutin bir şey  havası vermek için, resimlerin nasıl çıktığına bile bakmadan,  telefonunu cebine attı ve yavaş adımlarla yürüdü.  Ama köşeyi döner dönmez acele ile telefonunu çıkarttı, resimlere baktı; sonuç mükemmeldi.  Resmi büyüttü,  Müge’sinin yüzünü kırptı ve telefonuna duvar resmi yaptı.  Canlı ya da cansız, ne önemi vardı ki?  İşte kendisinin de bir sevgilisi vardı artık.  Sokaktaki gençler el ele tutuşuyorlar da ne oluyordu ki?  Ama Müge’nin üzerindeki elbise o kadar kısaydı ki, değil onu kız kardeşine giydirmek, elinden gelse Müge’nin üzerinden çıkatıp onun yerine bir tulum  giydirirdi.  Başka erkeklerin de Müge’ye bakıp onu uzun uzun süzme ihtimali nedense Ali’yi rahatsız eder olmuştu. Acaba Müge’yi elbisesi ile birlikte satın almaya kalkışsa onu satarlar mıydı?  (Neyse ki kış yaklaşınca Müge’ye kırmızı bir palto giydirdiler de Alinin içi rahatladı).

……

 Son Temmuz ayının sıcak bir gününde durakta ikinci sırada beklerken yabancı oldukları belli olan üç kişi durağa geldi ve önündeki taksinin sürücüsü ile birşeyler konuşmaya başladılar.  Şoför onlara eli ile “durun bir dakika” işareti yaptıktan sonra Ali’nin yanına geldi.

“Ali yaa, senin lisanın var, gel şunlarla bir konuş, gerekirse bunları sen al git, ben anlaşamıyorum” dedi.  Hem Ali’nin dayısının üç taksisi bu durakta çalışmakta  olduğundan hem de Ali’nin biraz İngilizce (azıcık da Almanca) bilmesinden ötürü şoförler arasındaki forsu fena sayılmazdı. İsteksiz isteksiz yeriden kalkan Ali turistlere yaklaşınca neredeyse şok geçirecekti.  İşte Müge’nin canlısı karşısındaydı!  Üzerinde pırıltılı pullarla  “LOVE” yazılı T-shirt, kısacık bir mini şort ve başında hasır şapka olan canlı “Müge” kendisine gülümseyerek “Hello” demişti. Üzerindeki ilk şaşkınlığı atan Ali (herkesin mükemmel zannettiği ama gerçekte çat-pat olan İngilizcesi ile) onların Rus olduğunu, “Müge”nin yanındaki yaşlıca kadın ve erkeğin onun anne ve babası olduğunu, gün boyu bir taksi kiralayıp Düden Şelalesini ve Perge antik kentini görmeyi arzu ettiklerini, sonra da taksinin kendilerini Belek’teki otellerine bırakmasını istediklerini öğrenmişti. Ama önce ücret öğrenmek istiyorlardı.  “Müge”nin sesi de ne kadar yumuşak ve iç gıcıklacıydı öyle?  Vaz geçmesinler diye komik bir rakam söyledi.  İstediği para o kadar az dı ki; hem “Müge” anne-babasına danışmadan hemen talep ettiği ücreti kabul etmişti, hem de sadece rakamların İngilizcesini bilen diğer taksici arkaşı “Ali sen n’apıyon ya, bu para mazotunu karşılamaz!” demişti.

 –           May neym iz Ali, vat iz yur neym?

–            Mi Seka, mama Katrin, papa Vasili.

Seka’nın İngilizcesi aslında çok iyiydi ama Ali anlayabilsin diye Tarzan’ca konuşuyor olmalıydı.

Müge’si ön koltukta, müstakbel(!) kayın validesi ve kayın pederi arka koltukta yola çıkmışlardı.   Ali çok iyi bildiği bu tarihi yerler hakkında bilgiler veriyor, artık adı “Seka” olarak değişmiş olan “Müge” ise Ali’nin anlattıklarını ana-babasına Rusça olarak aktarıyordu.  Yoldaki tercümeli sohbetler sonucu Seka’nın bir sekreter olarak çalıştığını, kendisinden iki yaş küçük bir erkek kardeşinin varlığını,  anne ve babasının emekli öğretmen olduklarını öğrenmişti. Belli ki kız evli filan değildi.  Kendisine ailesi sorulduğunda ise “Mi singıl, van madır van sistır, papa no, yani niyet” demişti.   (Zaten o ana kadarki Rusça dağarcığında hayır ve evet kelimesinden başka bir şey yoktu.  Her “evet” den sonra bir “da” ekliyor, her “hayır” dan sonra da “no yaniii niyet” demeyi ihmal etimiyordu). Perge sapağındaki Aksu köftecilerinin bir tanesinde öğlen yemeği molası verdiklerinde Ali’ye de yemek ısmarlamışlardı ve bir aile gibi aynı masada yemek yemişlerdi!  Ali mutluluktan uçuyordu.  Adı “Müge” değil de “Seka” olsundu sevgilisinin ne fark ederdi ki, hem zaten “Müge” adı da kendisinin uydurması değil miydi?  Bilseydi,  ta o zamandan vitrindeki sevgilisine “Seka” ismini koymaz mıydı?  Koyardı.

Akşam Belekteki otelin önünde ayrılırlarken Ali ertesi gün onları Manavgat ve Sideye götürüp gezdirebileceğini anlatmaya çalışıyordu;

–          Manavgat vandırful, Side veri biytuful.  Mani problem no, niyet!  Morning nayn klok  ay kam hir, vi go.

–          Papa asks how much to pay?

–          Ay sed no money.  Ay frend yur femili.  Mani bitviyn as problem no, niyet yani.

–          Papa says is two hundred enough?

–          Tu handrıd da  inaf, no mani de inaf. Problem ziro!   Si yu morning.

Seka’nın babası da Ali’yi sevmiş olmalıydı ki, ikide birde “a” harfini çok uzatarak, “Aaali”  diye sesleniyor ve ona Rusça birşeyler soruyordu.  Babasının söylediklerini İngilizceye çevirmeye çalışan Seka’yı seyretmek, pembe dudaklarından dökülen kelimeleri çözmeya çalışmak,  mavimsi yeşil gözlere dalıp gitmek Ali’yi mest ediyordu.  Ya o altın sarısı saçları?  Allah için, Mügeninkinden de güzeldi! Ali yaşamakta olduklarına inanamıyordu; Yaratan onun henüz etmemiş olduğu duaları bile peşinenen kabul etmiş olmalıydı!

Kıymetli müşterileri Manavgat ve Side gezisinden ziyadesi ile memnun kalmışlardı.  Bir önceki gün Aksu’da yenen öğlen yemeğinin karşılığı olarak Ali onlara Side’de birer külah Maraş dondurması ikram etmişti.  Akşam ayrılırlarken Vasili ikiyüz değil beşyüz lira uzatmıştı Ali’ye ama Ali para almamakta ısrar edince cebine zorla üçyüz lira sıkıştırmıştı.  Bir haftalık tatilleri bitmiş, ertesi gün Moskova’ya uçacaklardı.  Ali gelip onları hava alanına götürebileceğini, para istemediğini söyledi ama Seka buna gerek olmadığını, kendilerini hava alanına otelin servisinin götüreceğini belirtti.

Gezileri sırasında çektikleri resimlerin birkaç karesinde Ali de vardı.  Fotograf göndermek için  Seka Ali’ye email adresini sordu.  Ali de bunu fırsat bilip ondan telefon numarasını istedi ve;

– Vatsap,  yu hev?

– Yes.   I will give your my number.

El çantasından çıkarttığı küçük bir bloknota adını ve telefonunu yazdı, sayfayı yırtıp Ali’ye uzattı.

Yazdığı telefon numarasının altında “Svetlana” yazıyordu.  Eee?  “Seka” neyin nesiydi peki?

Alinin niçin duraksadığını sezen Seka açıklama gereği duydu;

–          Svetlana is my long name, Seka is my short name,  ok?

Onlar ülkelerine gittikten bir hafta kadar sonra emailine resimler geldi.  İçlerinde Seka’nın fazla resmi yoktu ama olsundu, zira Ali kendi telefonu ile Seka’nın bol bol fotografını çekmiş, üstelik resimler kazara silinir milinir diye de onları bir diskete yedekletmişti. Bununla da yetinmeyen Ali,  daha hızlı mesajlaşabilmek için,  paraya kıyıp bir de son model  telefon almıştı.  Sonraki aylarda zaman zaman yazıştılar ama Ali hiçbirisinde aşktan sevgiden vesaire söz açamadı.  En  çok;

–          I miss you, you are very beautiful, diye yazıyor, ve;

–          You are a good man, I like you, too, gibi cevaplar alıyordu.

Eh, kızın durup dururken “I love you” diyecek hali yoktu herhalde!

 ……

 Akşam evden çıkmadan önce yazdığı bir mesajla Seka’nın ve tüm ailesinin yeni yıllarını kutlamıştı ve işte şimdi, 2018 yılının ilk saatlerinde, taksinin içinde oturuyor ve hala sevgili Seka’sından bir karşılık bekliyordu.

Yine piyango hülyasına döndü.  Evet, biletine mutlaka en büyük ikramiye isabet etmiş olmalıydı.  Para nelere kadir değildi ki?  Zengin bir adam olarak dikilecekti Seka’nın karşısına, “Ay vant tu meri you!” diyecekti.  “Bırak çalışmayı, sana dünyayı gezdireceğim” diyecekti.  Babasına “papa” annesine de “mama” diyecekti!  Kendisini sevmişlerdi, daha da çok seveceklerdi.

Aklından tüm bunlar geçerken telefon tınladı ve bir mesaj düştü.  Kalp atışı hızlandı; mesaj Seka’dan geliyordu.  Önce “We just came back home from a new year party.  I have a surprise to you! HAPPY NEW YEAR!”  yazıyordu.  Bir sürpriz mi?  Neydi acaba?  Bekle bekle ikinci mesaj gelmez!

Saniyeler sanki saatlere dönüşmüştü, ekranda dönüp duran bir halka gelen bir resmi bir türlü açmıyordu… derken açılıverdi.

Keşke de hiç açılmasaydı.  Resimde Seka ve yanındaki sarışın bir oğlan sol ellerini ileriye uzatmış parmaklarındaki yüzükleri gösteriyorlardı!  Arkasından bir mesaj daha geldi;

“Good friend Ali, look, I am getting married soon.  This is a happy news, I wanted to let you know it  before anybody! We will go to Antalya this summer for our honeymoon!”

Telefon Ali’in kucağına düştü.  Sanki birileri göğsündeki akciğeri söküp almış, kalbi içi boşalmış göğsünde, çan sarkacı misali,  bir o yana bir bu yana savruluyordu.   Gözlerinde biriken yaşlar artık daha fazla tutunamaz olmuştu ve şıpır şıpır damlıyorlardı.  Babasının ölümünde ağlamayan Ali sarsıla sarsıla ağlıyordu!  Başı öne düşmüş, önündeki direksiyonu pas geçen göz yaşları doğrudan kucağındaki telefonu ıslatıyordu.  Bir an “acaba göz yaşı hoparlörün içine sızıp telefonu bozar mı?” gibi bir düşünceye kapıldı ama “ben neyi düşünüyorum yaaa?” diye bağırıp telefonu yan koltuğun üstüne fırlattı.  Öyle ya, hayatında Seka olmayınca telefonu ne yapacaktı ki?  Artık biletine çıkmış olduğuna inandığı büyük ikramiyenin bile hiçbir değeri kalmamıştı!

Sabaha kadar uykusuz kalmış olan  bütün şoförler duraktaki arabalarında uyuklamakta olduklarından, Ali’nin ağladığını henüz gören olmamıştı.  Görmemeliydiler ve soru da sormamalıydılar zaten!

Arabasını sıradan çıkartıp başka bir yere park etti, yüzünü yıkadı ve yakındaki bir sabahçı kahvesine gidip kendisine demli bir çay söyledi.  Ara sıra içinden, ara sıra da sesli olarak kendi kendine söyleniyordu;

–          Allah benim belamı versin!  Ne manyak adamım ben yaa?  “Bir erkek arkadaşın, sevgilin filan var mı” diye kıza hiç sordun mu?  Yok!  Bak sosyal medyaya koyduğu fotograflardaki o oğlan erkek arkadaşıymış işte!  Sen daha enayi gibi kardeşi zannet!

Amma hayal kurmuşum, amma da safmışım be!  Sen kendi kendine gelin-güvey olmaya devam et, salak!

Çay bardağını aldı, masadan kalktı, nadiren içtiği sigaradan bir tane tellendirip sinirlerini yatıştırmak için kahvenin önüne çıktı.  Güneşin  ışıkları önce Yivli Minarenin en uç noktasına vurmuş, sonra yavaş yavaş aşağıya doğru inerek kırmızı tuğlaları parlatmaya çabalıyordu. Öfkesi biraz durulmuş olmalıydı ki kendi kendisini teselli etmek için sebepler aramaya başladı. “Seka’nın boyu da zaten benden biraz uzundu, evlensek onun topuksuz benim yüksek topuklu ayakkabı  ile gezmem gerekecekti.  İyi ki böyle oldu, boşver.  Hem gavur kızından başka ne beklenir ki?  Evlensek bile onun bana ihanet etmeyeceği ne malumdu?  Bunlar böyle işte, sonuçta hepsi Nataşa değil mi? Giydiği kıyafetlere bak! Baldır, bacak, göğüs meydanda.  Değmez be Ali, değmez!

Seka’yı yeterince kötüledikten sonra Müge’si aklına geldi.  Seka ile tanıştıktan sonra Müge’yi hepten ihmal etmiş, aylar boyu bir kere bile gidip görmemişti.  Şimdi üzerinde nasıl biri kıyafet vardı acaba?  Özlediğini hissetti.  “Lan ben deli olmalıyım valla” diye geçirdi içinden, “insan cansız bir mankeni özler mi be?”  Aslında içinde bir köz hala yanıp duruyordu ama sebebini kendisi bile çözememişti.  Hayalindeki aşkı bulduğunu sanırken kaybetmenin üzüntüsü olmasındı bu?  İçeriye girip çay parasını ödedi ve gayri ihtiyari Müge’ye doğru yürümeye başladı.  Onu görünce içindeki yangın sönecekti sanki.  Aradaki tramvay hattını atlayıp karşıya geçince adımlarını biraz daha hızlandırdı.  Bu saatlerde dükkanlar henüz açmamış olduğundan,  ve de zaten resmi tatil günü olduğundan,  etrafta hiç kimse yoktu. Vitrinin önünde istediği kadar durabilir Müge’sini istediği kadar seyredebilir ve hatta sohbet bile edebilirdi.

Gözlerine inanamadı!  Vitrin bomboştu ve cama “kiralık” yazılmıştı!  Boş vitrinin önünde kalakaldı.  Demek Seka’dan sonra Müge de çıkmıştı hayatından ha!  Art arda hiç sigara içmezdi ama o anda sadece bir şey yapmış olmak için elini  cebine attı, paketten bir sigara daha çıkartıp yaktı.

 –          Ne o hemşerim, dükkanı kiralamayı mı düşünüyorsun?

Arkasına döndü baktı, elinde bir faraş ve süpürge ile dikilen orta yaşlı bir adam durmuş kendisine bakıyordu.  Tatil gününü fırsat bilip dükkanını temizlemeye gelmiş olmalıydı.

–          Yok kiralamayacağım da, ne oldu buranın sahibine?

–          Ne olacak iflas etti, kapattı gitti.  Sana da mı borcu vardı yoksa?

–          Yok da… vitrinde bir manken vardı, ne yaptı acaba onu?

–          Valla dükkanı kapatmadan birkaç gün önce bir eskici geldi, masa, sandalye, manken, ne varsa attı bir kamyonete götürdü.  Ne yapacaktın  ki o mankeni?

Adama “eyvallah” bile demeden başını öne eğip parke taşlı sokakta yürümeye başladı.  Gözlerinden burnunun iki yanına doğru ılık ılık akan birşeyler hissetti.  Bu defa da kimbilir kimlere yar olmuş olan Müge’si için ağlıyordu.  Yolun  ortasına atılmış boş bir kola tenekesi gördü, var gücü ile bir tekme vurdu.  Bir süre yuvarlanan teneke kutunun çıkarttığı sesi dinledi.  Kendisinin içi de böyle bomboştu işte.  Hayat kendisine bilmem kaçıncı tekmesini atmıştı, ve yaşadıkça bakalım daha ne tekmeler yiyecekti.  Geçmiş yeni yıllarda olduğu gibi 2018’e de iyi başlayamamıştı.  Acaba bütün o iyi dilekler yeni yıla eğlenerek girebilenler için mi etkili oluyordu sadece?  Kimbilir belki de öyleydi.

 Adil Karcı

01.01.2018

ADİL KARCI’DAN BİR ÖYKÜ  : “KOCAMIŞ KURTLAR”

 

KOCAMIŞ KURTLAR

Geçen yaz bir gün akşama doğru, Akdeniz sıcağının sahile veda etmekte olduğu saatlerde,  Kızkalesi’ne yakın bir yerdeki yazlık evde gazetleri su gibi içip, çözülmedik bulmaca kalmadığından emin olduktan sonra yapacak iş bulamamış, kıyıda yürüyüşe çıkmıştım.  Güneş etkisini yitirmeye başlamış olsa da, hem güneş geçmesin hem de kelleşen tepemi kapatsın diye,  kafama bir şapka, üzerime bir T-shirt geçirmiş, kısa pantolon ve spor ayakkabı ilavesi ile  mavi ağırlıklı bir  üniformaya dönüşmüş olan bir kıyafetle uygun adım yürüyordum. Komşu sitelerin birisinin önünden geçerken voleybol sahasında yaşları 18-20 civarında olan kızlı-erkekli bir gurubun tartışması dikkatimi çekti.  Gayri ihtiyari durdum. Zira, konu voleybol olunca benim değil akan suların bile durması gerekirdi.  Övünmek gibi olmasın ama (amaan, övünüyor olsam da  ne olur ki yani)  gençlikte az “cizlavet” marka pabuç paralamadık  file önlerinde.

Komşu sitenin voleybol sahası site bahçesinin  önünden geçen  yürüyüş yolunun tam kenarındaydı, öyle ki; elinize bir düdük alıp yolda dursanız herkes sizi oyuna hakemlik yapıyor  zannederdi!  Sahanın bir yarısında iki cici kız ve bir yakışıklı bir oğlan, diğer yarısında ise yine iki güzel kız ve iri yapılı iki oğlan oyuna başlamadan önce tartışıyorlardı.

Kızın birisi bas bas bağırıyordu;

–          Haksızlık bu, siz dört biz üç kişi.  Gofretine bile iddiaya girmem, kaldı ki baklavasına…

Karşı taraftaki sarışın kız da sesini yükseltti;

–          Ama geçen gün dörde dörttük,  siz açık ara sayıyla bizi yenmiştiniz. Biz basketbolcuyuz, siz voleybolcu.   Demek ki bugün üçe dört oynarsak kuvvetler denk olacak.  O gün künefeyi şapır şupur götürdünüz, bugün baklavayı biz yesek kıyamet mi kopar?  Hem bizim yeneceğimiz de daha belli değil ki?

Başka zaman olsa, henüz oyun başlamamış olduğu için,  orada fazla durmaz yoluma devam ederdim ama moda mecmuasındaki resimlere nazire yapmak için giyinmiş gibi görünen tank-top/mini şortlu kızların  ve T-Shirt/bermuda pantolonlu oğlanların modern görüntüleri hoşuma gitmişti.

Ben “İşte gençlik böyle olmalı” diye düşünürken dört oyuncusu tamam olan takımdaki bir kız beni işaret ederek;

–          Tamam be, tamam, siz de dört kişi olun.  Mesela bu amca sizden olsun.  Bana döndü;

–          Amca sen hiç top oynadın mı?

Tartışmanın aniden bana bulaşmasından dolayı afalladım.  “Bana mı sordun kızım?” demek üzereydim ama fark ettim ki etrafta benden başka birisi yok!  Salak zannetmesinler diye bu soruyu sormadım ve;

–          Eh gençken biraz oynamıştım, dedim…

–          Tamam işte, size de dördüncü oyuncu bulundu.

Beni rencide etmemiş olmak için olsa gerek, eksik takımın kaptanı rolündeki oğlan;

–          Amca, kabul edersen, gel sen şu arkada dur, atabiliyorsan servis at, dedi.

Ne yalan söyleyim, böyle bir teklifle karşılaşabilmek için değil dualar etmek, kurbanlar bile kesebilirdim!  “İstemem, yan cebime koy” misali, “bilmem ki, denerim…” dedim, nazlanarak.

En son voleybol oynadığım tarihten bu yana onlarca yıl geçmişti.  Sıçrasam bir karış sıçrayamazdım, yere atlasam bir daha kalkamazdım. Kilo 105, göbek ise benden bir karış ilerde gidiyor!  “Niye kabul ettin be adam?  Yaş 70! Senin nene gerek bu yaştan sonra top oynamak yahu!” şeklinde içimde filizlenmekte olan  pişmanlığı bastırıp kafamdaki şapkayı kenara attım ve girdim sahaya.  Topu bana veren bizim takımdaki oğlan;

–          Amca, servis atmayı biliyorsundur inşallah.  Hadi başla, ama daha ilk atışta servisi kırma ne olursun, diye ikazda bulundu.

Takımımızın ufak tefek kızı dayanamadı;

–          Kırarsa kırar, amma çok konuştunuz be!  Sen onlara bakma amcacım, at hadi.

“At hadi de, nasıl atsam acaba?  Şimdilerde moda olan şekilde mi, yoksa bizim zamanımızdaki basit servis olarak mı atsam?  Yok, madem beni bir şey bilmez sanıyorlar, hem onları şaşırtmamak için hem de işi garantiye almak için, en iyisi ben basit bir servis atayım.   Ama yok, dur hele,  zamanında kendi geliştirdiğim, basit gibi görünen ama profesyonelleri bile avlayan bir servisim var, neden onu denemeyeyim ki!  İyi de, ya elimin ayarı bozulmuşsa, ya da Mr. Murphy devreye girerse?”

–          Hadi amca seni bekliyoruz, gece karanlığına kalmaya niyetimiz yok.,

“Ya herrü ya merrü” diye mırıldanarak hem kendi etrafında fırıl fırıl dönen hem de falsolu giden topla servisi attım.  İstediğim yere atamadıysam da  top fileye değmedi ve topu kendisini Herkül’ün Türkiye temsilcisi zannettiğine emin olduğum vücutçu oğlan karşıladı.  Yumuşacık gelen topu rahatça karşılayacağından ve sonrasında güzel bir smaç vuracağından o kadar emindi ki!  Ama o da ne? Falsolu top eline değer değmez yön değiştirdi ve yana fırladı gitti.  Oğlan bozuldu;

–          Acemi şansı, dedi, amcam artık bu başarısını ömür boyu anlatır.

İkinci servisi de aynı şekilde attım; tabi yine sayı.  Takım arkadaşım olan oğlan ve kızlar beni alkışlıyorlar;

–          Helal sana be amcam!

–          Ne cevher varmış sende be dayıcığım!

Devamlı problem çıkartan sırt ağrımı unutmuş, kalmadı zannetiğim kanımın damarlarımda dolaştığını hissetmenin zevkini yaşıyordum.  Çocuklarımla ve hatta torunlarımla oyunuyor gibi de ısınıvermiştim keratalara.  Kendime olan güvenim de iyice yerine gelmişti bu arada. Eh,  iki de sayı almıştım ya, artık son moda servis atmayı  da denemeliydim, kırılırsa da kırılırdı yani…”

Gerildim gerildim, topu önümde havaya fırlattım ve olduğum yerden var gücümle topa smaç şeklinde vurarak servisi attım.  Doğrusunu söylemem gerekirse,  topun fileyi geçeceğinden bile pek de umudum yoktu.  Ama geçti! Ve de yumuşak bir servis bekleyen  çakma Herkül’ün alnında patladı!  Mermi gibi gelen top hızla ellerinin arasından geçmiş, başına isabet etmişti.  Oğlan sendeleyip sırt üstü yere düştüyse de “yiğitliğe bir şey sürmüş olmamak” adına, takımındaki kızların çığlıkları dinmeden hemen ayağa fırladı.  Sadece;

–          Amma da boş bulundum yaaa…, diyebildi.

Bu kadarını ben de beklemiyordum. İçim bir tuhaf oldu.  Zavallı oğlanı kızların önünde piyastos etmiştim.  Ne yapıyordum ben yahu, neyi ispatlamaya çalışıyordum?  Oyuna buyur ettiler, doğru dürüst oyna işte, güzel vakit geçir be adam!  Yetmez mi?  Üstelik ben hep servisten sayı adığım için ortada oyun diye bir şey de kalmamıştı.  Sayılar 7 – 0 duruma gelmişti ama bizim takımdakilerin ellerine henüz daha bir kere bile top değmemişti!  Ben çalıyor, ben oynuyordum! İş inada binmiş, servislerimi çakma Herkül ille de kendisi karşılamaya çalışıyordu.  Oğlandan seken topu kurtarmak için kendilerini yerden yere atan kızların ve diğer oğlanın çabaları da fayda etmiyordu.  Her defasında değişik bir tarz deniyordum, tabi oğlan da apışıp kalıyordu.  En iyisi bu işi tadında bırakmaktı, öyle de yaptım.

–          Gençler, size teşekkür ederim, bir an gençlik yıllarımı yaşattınız, ama omuzum zaten biraz sakattı, şimdi tam sakat oldu.  Yani, sizi anlayacağınız, pilim bitti!  (Ne zaman geldiklerini fark edemediğim ama şamatayı duydukları için geldikleri belli olan  yirmi-otuz kadar seyirciyi göstererek) Bunların arasından kendinize yeni bir oyuncu bulun.  Size iyi eğlenceler, dedim ve şapkamı kafama geçirip alkışlar arasında yürüyüşüme devam ettim.  Omuzum mu?  Sakatlığı bahane amaçlı söylemiştim ama sonradan fark ettim ki gerçekten sağ kolum kalkmıyordu!

İnsanların her bir omuzunda bir “melaike”nin (meleğin) olduğu rivayet edilir.  (Ki, bunlardan sol omuzda olana “şeytan” da denir).    Bu melekler görünmezlermiş ama sesleri duyulurmuş.  Bir muzaffer komutan edası ile rap-rap yürürken benim omuz melaikelerim  bana hitaben konuşmaya başladılar.

–          İyi ettin valla!  Yok efendim “amca sen hiç top oynadın mı?”, yok efendim “amca inşallah servisi kırmazsın”.   Öyle mi?   Alın size servis!  Ohhh… helal sana be!

–          Hiç de iyi etmedin!   Belli ki karşındaki bu işi senden iyi bilmiyor, bunu fırsat bilip o gencin gururunu mu kırmalıydın?  Ne için yaptın bunu?  Egonu tatmin için mi?  Zamanında aldığın alkışlar yetmedi mi?

–          Boşver sen ona kulak asma!  Az bile yaptın.  Keşke biraz daha oyunda kalıp smaç bile vurup hepsini yere serseydin!  Başta nasıl küçümsediler seni, görmedin mi?

Bu noktada ben de tartışmaya katılmak zorunluluğu hissettim ve teşvikçi sol melaikeye “Yok artık deve!”,  dedim, “sıçrayınca ayağım yerden kesilmiyor, ne smaçından bahsediyorsun sen!  İyi ki oyun sırasında konuşup da beni koşuya koymamışsın!  Biraz daha oynasam kesin madara olurdum. Neyse ki parlamışken kaçtım.”

Melaikelerim biraz daha konuşacaklardı ama ben geçmişteki bir anıya dalınca seslerini kestiler.  Kendi işimi kurduğumda aldığım minicik ilk yazıhanem Adana Büyük Postanesinin bitişiğindeydi.  Aşağı yukarı her firmanın (şimdilerde pek kullanılmayan) bir posta kutusu olurdu postanelerde. Bizim postanenin o bölümünde çalışan güler yüzlü, ufak tefek bir adamcağız vardı.  Eminim ki yaşı benim yaşımının iki katından fazlaydı ama minyon olduğu için yaşını hiç göstermiyordu.  Postayı almaya uğradığımda onunla selamlaşır, kısaca hal-hatır ederdik. Bir gün öğlen paydosunda elinde bir demet zarf  ile kapımı çaldı, yazıhaneme girdi.  “İki gündür postaya bakmadınız, zarflar epey birikti, ben getireyim dedim, aralarında önemli bir şey olabilir.” diyerek elindekileri masama bıraktı.  Buyur ettim, çekine çekine, kibarca karşıma oturdu.  Yemeğini yemiş olduğunu öğrenince çay ısmarladım.  Kısa bir sohbet sonrası konu Türk Müziğinden açıldı.  Tam da ben o günlerde ud çalmayı öğreniyordum.  Borumu mu; bir ay gibi uzun(!) bir zaman ders almıştım ve artık  makamlar konusunda allame olmuştum! 

Eh, elime de fırsat  geçmişti ya,  çalışanlarım ile aramızda “Küçük Adam” lakabını takmış olduğumuz  konuğuma  ders vermem gerekiyordu!  Adamcağıza ne söylesem “Evet”, “Haklısınız” gibi kısa cevaplar veriyor ve beni saygı ile dinliyordu.  Mesai saati başlangıcı yaklaşınca kalktı, verdiğim bilgiler için teşekkür etti ve gitti.  Az sonra yazıhane komşum muhaseci Mustafa kapımda belirdi.

–          “Ya bizim hoca ne arıyor burada?” dedi daha selam vermeden.

–          “Ne hocası ya?  Kim senin hocan, kimden bahsediyorsun?

–          Şimdi kapıdan çıkan bizim koro şefinden bahsediyorum, bizim dernekte hoca.

–          Ciddi misin?

–          Ne demek ciddi misin?  Adam bestekar, TRT’de çalınan beş-altı şarkısı var yahu!

Hani “başımdan aşağı kaynar sular döküldü” derler ya, işte ilk defa bu tabirin cuk diye oturduğu bir olayla karşı karşıyaydım.  “Baltayı taşa vurdum” mu desem, “Çam devirdim” mi desem? bilemedim.  Yüzümü bir ateş bastı, kuruyan boğazımdan zorlukla çıkan bir sesle;

–          Yaaaa! diyebilmiştim sadece.

–          “Yaaaa” tabi…  Sen çocukları kınıyorsun ama bak zamanında aynı şeyi sen de başkasına yapmışsın işte! Gençleri hoş görmeyi bileceksin!

Benim sağ omuz melaikemdi yine konuşan.  Haklıydı!

Elinde bastonu ile kaldırımda yürüyen bir ihtiyara baktığımızda, eğer geçmişini bilmiyorsak, onun doğduğundan beri böyle olduğunu sanırız.  O hiç çocuk olup bilye oynamamıştır, uçurtma uçurmamıştır, lise çağında kendisini  kızlara beğendirmek için saçına briyantin boca etmemiştir, ihtimal ki yüzme de bilmez, bisiklete de binemez…  mi acaba?  Yoksa, o bunak görünümlü zat gençliğinde pentatlon milli takımının en gözde elemanı mıydı?  O yakışıklı sporcunun etrafında kızlar fır mı dönmüştü ? Yoksa… ünlü bir cerrah olup yüzlerce hayat mı kurtarmıştı?  Uzatın bu listeyi uzatabildiğiniz kadar.

“Kurt kocayınca çakalların maskarası olur” derler. En iyisi mi, gelin hep birlikte benim sağ omuz melaikemin sözünü dinleyelim.  Biz 70’lik gençler, bir ihtiyar görürsek onu küçümsemeyelim ve kesinlikle dalga geçmeye kalkışmayalım.  Onun dökülmüş dişlerine de aldanmayalım. Zira, kocamış da olsa, neticede kurt her yaşta kurttur!   İşin kötüsü; o yine kurt kalır da biz kendimizi çakal seviyesine indirmiş oluruz, maazallah!

 

Adil Karcı

23.12.2017

Kolsuz Agop

KOLSUZ AGOP HAKKIN RAHMETINE KAVUSTU. ISIKLAR ICINDE YATSIN. 13/2/2018 Dr.T.Sumer

Bir efsane: Kolsuz Agop!..(ALINTIDIR T.S.)

1 Eylül 2017

Uzun süredir aramak istiyordum. Zira dilden dile anlatılan, kuş cıvıltılarıyla dolu muayenehanesini kısa bir süre önce, ani bir kararla kapatmıştı. Yaklaşık iki sene önce kendisini ziyarete gittiğimde, ilerleyen yaşına rağmen çok sağlıklı görünüyordu. Acaba neden hastalarına veda etme gereği duymuştu?..
Önceki gün 30 Ağustos Zaferi’ni kutlayan mesajını alınca, zihnimi kurcalayan bu soruya cevap bulabilmek amacıyla hemen aradım. Meğer karaciğerinden rahatsızmış ve dünyaya gözlerini açtığı, bilim insanı olarak da hayatının en güzel yıllarını verdiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatıyormuş.

*  *  *

Hastalarının “Kolsuz Agop” olarak tanıdıkları Prof. Dr. Agop Kotoğyan, 1938 yılında İstanbul’a göç ederek Samatya’ya yerleşen yoksul bir ailenin ilk çocuğuydu. Bu nedenle daha ilkokulda okurken, Samatyalı büyüklerine ait bir gümüş atölyesinde çalışmaya başlamıştı. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri önce iş önlüğünü, ardından da kolunu kapmış, el ve kolu, ta omzuna kadar presin altında ezilerek un ufak olmuştu.
Doğduğu Cerrahpaşa Hastanesi’ne vardığında doktorlar, ‘Bu çocuk yaşamaz’ demişlerdi. Ameliyat sonrası günlerce komada kalmış, tüm ümitlerin söndüğü bir gün, mucizevi biçimde gözlerini açıp, hayata yeniden tutunmuştu. Bu onun Cerrahpaşa’da dünyaya ikinci kez gelişiydi!

*  *  *

Kaza sonrası çevresindekilerin
acıyarak bakmasına çok üzüldüğünden kendi isteğiyle bir yıl süreyle okula gitmedi. Ama ders çalışmaya dışarıdan devam etti. Okulsuz geçen o yıl boyunca hep düşündü ve sonunda tek kollu bedeniyle bir meslek edinebilmek için tek seçeneğin okumak olduğuna karar verdi.

*  *  *

Okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam etti. Tahtakale’de işportacılık, konfeksiyon atölyelerinde işçilik yaptı. Her yıl okul birincisi olup evine takdirlerle döndüğü gibi “bu halinle oynayamazsın” diyenlere inat futbol bile oynadı. Hatta o yılların gözde takımlarından Samatya Gençler Kulübü’nün formasını giymeyi de başardı. Ama hastalık derecesinde Fenerbahçeliydi. Bu sevgiyle kulübün kongre üyesi oldu.

*  *  *

1957’de İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni kazandığında, hayatının en büyük mutluluğunu yaşadı. Doğduğu, kaza sonrasında yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nin kapısından içeri girerken “Bir zamanlar bu hastane beni kurtardı. Şimdi can kurtarma nöbetini ben devralıyorum” diye düşünüyordu. Lise gibi, üniversiteden de birincilikle mezun oldu. Ama ne zorluklarla mücadele ederek…
Örneğin kolunu kaybettiği kazadan önce o da çoğumuz gibi sağ elini kullanıyordu. Sol eliyle iş görebilmek için çok uğraştı. Tek eliyle tüplerden şırıngaya ilaç çekip hastaya enjekte edebilmek için, geceler boyu hastanede gönüllü nöbetler tuttu. Evde gittiğinde de portakallara su şırınga ederek bu becerisini pekiştirmeye çalıştı. Dikiş atmayı da evde ne kadar sökük ve yırtık varsa dikerek öğrendi. Böylece iki yıl içinde tek kollu olmanın karşısına çıkardığı tüm engelleri aşmayı başarmıştı.

*  *  *

Profesör olduktan sonra dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar verdi, uluslararası tıp dergilerinde 300’ü aşkın makalesi yayımlandı. Ayrıca cilt hastalıkları üzerine çok önemli iki kitap yazdığı gibi, ülkemizde cinsel yollarla bulaşan cilt hastalıklarıyla ilgili kürsüyü ilk kez kuran bilim insanı olarak da tarihe geçti.
Bu arada ABD, Almanya, Fransa ve Kanada başta olmak üzere birçok ülkeden çok cazip teklifler aldı. Ama o bunların hiçbirine itibar etmedi. ‘Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ diyenlere gülüp geçerken şunları düşündü:
“Evet ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibini gördüm. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim ama yolumu kaybetmedim! Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı biri olmadığımı düşündüm. Bu güzel topraklardaki tüm insanları kardeşlerim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak, hatta vatan uğruna ölmeyi göze almak demektir. ‘Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir’ derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. Çok çalışarak tüm engelleri aştım ve işimi asla şansa bırakmadım…’

*  *  *

Üniversitedeki görevi 41 yıl üç ay sonra emekliliği nedeniyle sona erince, Osmanbey’de kuş cıvıltılarıyla ünlenen muayenehanesinde Türkiye’nin, hatta dünyanın dört bir yanından gelen hastalarına şifa kazandırmaya ve vergi rekortmeni olmaya devam etti.
Ta ki rahatsızlanıp, doğduğu, kolu koptuktan sonra dünyaya yeniden tutunduğu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılıncaya kadar…
İnanıyorum ki, yetiştirdiği değerli öğrencileri onu üçüncü kez sağlığına kavuşturacaklar…

*  *  *

Bu yazıyı niçin bayram günü kaleme aldığıma gelince;
Agop Hoca, doğduğu Samatya’dan hiç kopmadı. Bayram günleri benim de 17 yıl boyunca severek yaşadığım semte gelir, sokak aralarında çocukluk anılarını ararcasına dolaşırken elini öpen çocuklara, onları sevinçten havalara zıplatacak kadar bayram harçılığı verirdi.
Bu bayram o çocuklar için Agop amcasız geçecek.
Ama inanıyorum ki gelecek bayramda efsane yine geri dönecek.
Hepinize sağlık, huzur ve mutluluk dolu bayramlar diliyorum. Sevgiyle kalın…

KOLSUZ AGOP HAKKIN RAHMETINE KAVUSTU. ISIKLAR ICINDE YATSIN. 13/2/2018 Dr.T.Sumer

ATATÜRK VE BABAM

ATATÜRK VE BABAM

Yıl 1952.  Adana’da ilkokula başladığım yıl.  Okul açılalı henüz iki ay kadar olmuştu ki bir gün öğretmenimiz ertesi sabah 10 Kasım olduğunu, ilk derse girmeyeceğimizi ve bahçede sıra olmamız gerektiğini söyledi bize. Ertesi sabah okula gidince derse girmeyecek olmak birçoğumuzun hoşuna gitmiş, bahçede koşup oynamaya başlamıştık.  Sonradan  öğreneceğim tabirle “ilk dersi kaynatıyorduk”.

Derken başöğretmenimiz Abdullah bey binanın altı-yedi basamaklı girişinin en yükseğine çıktı ve gür sesi ile “hadi herkes sıraya!” diye komut verdi.  Kısa zamanda her öğretmen kendi sınıfını sıraya soktu, sınıfının başında durdu ve bütün okul beklemeye başladık.  Şimdi ne olacaktı?  Bilmiyorduk ve fısıltı ile herkes birbirine birşeyler soruyordu.

–          Ne olacak lan şimdi?

–          Bayraklar niye tepeye kadar çekilmemiş bugün?

–          Örtmen dün 10 Kasım dediydi ya ondan.

–          Atatürk’ün ölüm günü, bilmiyon mu kız?

–          Atatürk yeni mi ölmüş?

Konuştuğum için öğretmenden papara yemeyeceğimi bilsem, bilgiçlik taslayıp “günün mana ve ehemmiyetini” bu cahil arkadaşlarıma anlatacaktım ama korkudan konuşamıyordum. Zira bir yıl öncesi 10 Kasımı yaşamışlığım vardı ve bu konuda birşeyler biliyordum.

Okula başlamadan bir yıl önce, yani 1951 yılında, Kasım ayının  bir sabahı evde alışılmışın dışında birşeyler olduğunu fark ettim.

(Belki ondan önceki  10 Kasımlarda da bu böyleydi ama ben öncesini hatırlamıyorum).

Bedensel olarak çalıştığı için, özel günler hariç,  babam takım elbise filan giymezdi, ama o sabah traş olmuş, ben doğmadan önce yaşadıkları İstanbul’da giydiği birkaç elbisesinden birisi olan İngiliz kumaşı elbisesini giymiş ve de kravat takmıştı.  Annem de siyah döpiyesini giymiş, nadiren giydiği siyah rugan ayakkabılarını siliyordu.  Bir yere mi gidilecekti? Nikah, düğün gibi bir şey mi vardı?  Ben bunları düşünürken birden fabrikaların sirenleri çalmaya başladı.

Annem ve babam ayağa fırladılar, yan yana durup başlarını öne eğdiler.  Babam “hadi oğlum gel sende..” dedi.  Neden-niçin anlamadan ben de onlar gibi yaptım ve uzunca bir zaman evin içinde kımıldamadan durduk.  Hayret, siren sesleri hariç, dışarıdan da hiçbir ses-seda gelmiyordu.   Siren sesleri giderek zayıflayarak sona erince sormadan edemedim:

–          Anne, biz neden ayağa kalkıp sessiz bekledik?  Siz neden böyle giyindiniz?

–          Bugün 10 Kasım, Atatürk’ün ölüm yıldönümü.  Ona saygımızı sunduk!

“Gel buraya, karşıma otur” diyen babam bana dili döndüğünce Atatürk’ü anlattı.

“Babam Atatürk’ü çok yakından görmüş, onunla konuşma şerefine nail olmuş, Atatürk’ün sorduğu sorulara verdiği zekice cevaplar için O’ndan aferin bile almış” diyebilmek isterdim.

Ama hiç öyle olmamış.  Kendisi gibi binlerde erin sıralandığı askeri bir törende O’nu yirmi adım kadar bir mesafeden on-onbeş saniye kadar görebilmiş sadece.  (Ama o “on-onbeş saniye” o kadar uzun bir zaman dilimi olmalıydı ki, yeri geldiğinde babamın bu olayı anlatması saatlerce sürerdi.)

Birçoğunu tam anlamasam bile, babamın Atatürk ile ilgili olarak anlattıklarını pür dikkat dinliyordum ve böylesine büyük bir insanı kaybetmiş olmanın gittikçe artan hüznünü yaşıyordum.  Ben doğmadan çok önceleri ölen dedem Atatürk olabilir miydi acaba?  Zira O’ndan bahsederken babam “hepimizin babası” diye söz ediyordu.

O yıllarda okullarda mikrofon-hoparlör vs. hak getire!  Büyük sınıfların birisinden bir kız basamakları tırmandı, yüzünü bize döndü ve olanca ses gücü ile bir şiir okumaya başladı.

“Uzun uzun kavaklar, dökülüyor yapraklar, ben Ata’ma doymadım, doysun kara topraklar” diyerek  şiiri bitirdiğinde, olayın ne olduğunu bilen bilmeyen bütün okul salya sümük ağlıyorduk. Hele ki kısa zamanda taparcasına sevdiğimiz sevgili öğretmenimizin de ağladığını görünce bastırmaya çalıştığımız hıçkırıklarımızı da koyvermiştik.

Sene 1969, aylardan Haziran.  Yani babamın vefatının bir ay kadar öncesi.  Önce marangozlukta, sonra makine, trafo vs. montajında şef olup yetiştirdiği kalfalar, ustalar toplanıp babamı hasta yatağında ziyaret ediyorlardı.  Kahve-çay ikramı yapılmış, eski günler konuşulmuş, ziyaretçilerden birisinin espirisi neticesinde sıra ölüm bahsine gelmişti.

–          Ustam ya, senin bize öğreteceğin daha nice konular var.  Sakın öleyim filan deme ha!

–          Bak hele bak!  Yani öğreteceği bir şey kalmamış olsa, “ustamız ölsün bana ne mi demek istersin” menfaatçi?

–          Bırakın tartışmayı, ölüm Allah’ın emri, vademiz gelince nasıl olsa gideceğiz  be çocuklar.

–          Valla ustam hepimize ayrı bir sanat öğrettin, kimimize ekmek verdin, kimimizi sen evlendirdin.  Allah gecinden versin ama, senin gideceğin yer Cennet’tir!

–          Belki Cehennem daha eğlencelidir?  Bakarsın ustam oraya gitmek ister?

–          Size bir şey söyleyim mi çocuklar?  Eğer öbür dünya varsa, eğer Cennet-Cehennem varsa, ölünce nereye gideceğim umurumda değil, yeter ki Atatürk’ün gittiği yere gideyim!

Babamın Atatürk ile ilgili son sözleri bu olmuştu.  Bu dünyayı terk ettikten sonra belki de babam öbür dünyada sevgili Atatürk’ünün emir eri olmuştur?  Her ikisinin de ruhu şad olsun!

Adil Karcı

10 Kasım 2017

GENGHIS KHAN’S KIDS

Genghis Khan: The daddy of all lovers
by CHRISTOPHER HUDSON
Last updated at 16:51 22 May 2007

We know he was one of history’s greatest warriors, but new research shows Genghis Khan could have fathered thousands of children
Seven hundred years ago, a man almost conquered the Earth. He made himself master of half the known world, and inspired mankind with a fear that lasted for generations.

“In the course of his life he was given many names – Mighty Manslayer, Scourge of God, Perfect Warrior. He is better known to us as Genghis Khan.”

So begins Harold Lamb’s 1927 book Genghis Khan: Emperor Of All Men, which – 80 years after its publication – remains the best-selling history on the Mongolian warlord.

genghis
But what Lamb did not say – because there was no proof of it until this day – is that Genghis Khan could also lay claim to being the most prolific lover the world has ever seen.

After analysing tissue samples in populations bordering Mongolia, scientists from the Russian Academy of Sciences believe the brutal ruler has 16 million male descendants living today, meaning that he must have fathered hundreds, if not thousands, of children.

And as the geneticists agree, it can be explained only by Genghis Khan’s policy of seizing for himself the most beautiful women captured in the course of his merciless conquests.

The Mongol victory feasts were notorious. Genghis Khan and his commanders would tear at huge lumps of nearly raw horsemeat while captive girls were paraded for their inspection.

Genghis Khan chose from women of the highest rank. He liked them with small noses, rounded hips, long silky hair, red lips and melodious voices.

He measured their beauty in carats: if he rated them below a certain number they were sent to the tents of his officers.

On one occasion, his lieutenants were idly debating what was the greatest enjoyment that life afforded. The consensus was leaning toward the sport of falconry – Genghis owned 800 falcons – when their leader offered his own deeply felt view.

“The greatest pleasure is to vanquish your enemies and chase them before you, to rob them of their wealth and see those dear to them bathed in tears, to ride their horses and clasp to your bosom their wives and daughters,” he announced.

Despite his appetite for women, the findings of the geneticists sound impossible. They suggest that Genghis fathered more offspring than anyone in history.

How could 16 million men, living in an area stretching from China to the Middle East, share the identical genetic footprint of one man?

Yet that vast region precisely matches the range of Genghis Khan’s dominion, through which he led his 13th century Mongol armies on the greatest orgy of pillage, rape and slaughter known to history.

It was a phenomenal achievement, accomplished in just 20 years. At the time of his death in 1227, Genghis ruled an empire twice the size of Rome’s, and it changed the world forever.

His original name was Temujin, but he took the title of Genghis Khan or ‘Universal Ruler’ when he united the fractious Mongolian tribes in 1206.

He and his pony-mounted archers then set out on a whirlwind of foreign conquest and destruction.

His armies ravished northern China, Samarkand and the other fabled Central Asian cities of the Silk Road, and much of far-off Russia.

Genghis and his hordes annihilated every community which resisted them, killing or enslaving men, then distributing captured women among themselves and raping them.

“The plundering of enemy territories could begin only when Genghis Khan or one of his generals gave permission,” wrote Russian historian George Vernadsky.

“Once it had started, the commander and the common soldier had equal rights, except that beautiful young women had to be handed over to Genghis Khan.”

Often Khan took pleasure in sleeping with the wives and daughters of the enemy chiefs. His army commanders believed him to have extraordinary sexual powers, because he would sleep with many women every night.

There was never any shortage of women, for he and his hordes used bone- crushing violence to wipe out all the men who stood in their path.

A year after he and his hordes ransacked Beijing in 1214, an ambassador to the city reported that the bones of the slaughtered formed mountains, that the soil was greasy with human fat and that some of his own entourage had died from diseases spread by the rotting bodies.

When Genghis and his armies laid siege to cities, the besieged inhabitants were forced to resort to cannibalism.

His nomadic tribesmen travelled with battering rams, scaling ladders, four-wheeled mobile shields and bombhurlers in a juggernaut that was something new in history: a growing army which gathered prisoners as it went along and used them as soldiers or in its slave-labour force.

The further it travelled, building its own roads, the stronger it became. Prisoners were used as cannon-fodder – driven forward as suicide troops to fill up the moats and take the full force of the defences’ fire.

Where possible, Genghis Khan used local prisoners so that defenders would hold back, unwilling to slaughter people they recognised.

In the Persian city of Merv, an ancient seat of learning regarded as the pearl of Asia, Genghis Khan committed one of the greatest unmechanised mass killings in history, second only to the massacres of Armenians by Turks in 1915.

For four days, the population was led out from the city walls to the plains to be slaughtered. A group of Persians later spent 13 days counting the people slain.

The Persian historian al-Juvayni, writing a generation after the destruction of Merv, said: “The Mongols ordered that, apart from 400 artisans, the whole population, including the women and children, should be killed, and no one, whether woman or man, be spared.

“To each Mongol soldier was allotted the execution of 300 or 400 Persians. So many had been killed by nightfall that the mountains became hillocks, and the plain was soaked with the blood of the mighty.”

Historians today estimate that more than a million were killed.

In southern Russia, Khan’s Mongol armies destroyed a combined Russian army four times bigger. The surviving leaders, including Prince Romanovitch of Kiev, surrendered on the understanding that no blood would be shed. It wasn’t.

The captives were tied up and laid flat, where they became the foundation for a heavy wooden platform on which the Mongol commanders feasted and chose which women to bed, while the Prince and his allies were crushed or suffocated.

Aside from these battlefield conquests, Genghis Khan had six Mongolian wives, he established a large harem and he married many daughters of foreign kings who prudently submitted to his rule.

It was on August 18, 1227, during a campaign against the Tangut people of northwestern China, that Genghis Khan died. The reason for his death is uncertain.

Many assume he fell off his horse, due to old age and physical fatigue; others allege he was killed by the Tangut.

There are persistent folktales that a Tangut princess, to avenge her people and prevent her rape, castrated him with a hidden knife and that he never recovered. Whatever the cause, his legacy was astonishing.

His Mongol Empire ended up ruling, or briefly conquering, large parts of modern day China, Mongolia, Russia, Azerbaijan, Armenia, Georgia, Iraq, Iran, Turkey, Kazakhstan, Kyrgyzstan, Uzbekistan, Pakistan, Tajikistan, Afghanistan, Turkmenistan, Moldova, South Korea, North Korea and Kuwait.

His sons and heirs ruled over his empire, and may well have used their position to establish their own large harems, especially if they followed their father’s example.

David Morgan, a historian of Mongol history at the University of Wisconsin, says Genghis’s eldest son, Tushi, had 40 sons.

Ata-Malik Juvaini, who wrote a treatise on the Mongols in 1260, said: “Of the issue of the race and lineage of Ghengis Khan, there are now living in the comfort of wealth and affluence more than 20,000.

“More than this I will not say … lest the readers of this history should accuse the writer of exaggeration and hyperbole and ask how from the loins of one man there could spring in so short a time so great a progeny.”

ARKADAŞIM ADİL KARCI’DAN “FA DİYEZ”

ADIL1 copy
FA diyez
Sol eli ile hem kemanı hem de yayı kavramış vaziyette, sigaradan sararmış seyrek dişlerini sergileyen bir sırıtma ile masama doğru yaklaştı, boştaki sağ elini göğsünün üstüne koyup yarım bir reverans ile “İyi akşamlar abi, müsaaden varsa oturabilir miyiz?” dedi.
Üç gün orada kalmamı gerektiren bir iş gezisi için İstanbul’a gitmiş, Sultanahmet’teki bir butik otelde konaklıyordum.  Yurt içinde olsun, yurt dışında olsun tercihim hep küçük butik oteller olmuştur.  Hele ki aynı otele defalarca gitmiş iseniz, ve de eğer personel değişmemiş ise, o otel sizin ikinci eviniz olmuş demektir.   Huyunuzu suyunuzu bilen görevliler “leb” demeden “leblebi”yi anlarlar ve siz istemeseniz bile zevkinize uygun hizmeti sunarlar, yani kısacası sizi şımartırlar.  O otele ne zaman gitsem, teras kattaki kahvaltı salonunun sunduğu eşsiz Sultanahmet-Ayasofya manzarası nedeni ile kahvaltıyı  otelde yaparım ama akşam yemeklerini dışarda yemeyi tercih ederim.  İşte o akşam da karar vermiş, uzun zamandır gitmediğim Kumkapı meyhanelerinin birisinde (ki biliyorsunuz artık hepsi güzel birer lokantaya dönüştü) bir iki kadeh atıp canlı müzik dinlemek istemiştim.
Eskiden kış aylarında bile kalabalık olan bu birbirine bitişik meyhaneler o akşam resmen sinek avlıyorlardı.  Kapı önündeki çığırtkanlar tüm hünerlerini ortaya koyarak gelen geçen muhtemel müşterilerini içeriye çekmeye çalışıyorlardı.  Kimisi çok kaliteli yemeklerinden, kimisi daha bir saat önce tutulmuş taptaze(!) balıklarından, kimisi mezelerinin eşsizliğinden, kimisi canlı müziklerinin muhteşemiğinden kimisi de yerli müşterilere yapacakları indirimden dem vurarak meyhanelerini doldurmaya çabalıyorlardı. Söylenenlerin hepsinin palavra olduğunu bildiğimden ve ısrarı hiç sevmediğimden dolayı bu çığırtkanlarını hiç birisinin yüzüne bile bakmadan yürümeye devam ettim.  Belki onunki de bir taktikti ama duvara dayanmış sadece gülümseyerek bekleyen bir çığırtkanı görünce onun meyhanesine daldım ve bir masaya oturdum.  Gelen başgarson’un “hoşgeldiniz efendim” mukaddemesinden sonra siparişlerimi vermiş camdan dışarısını seyrediyordum ki işte bu kemancı belirdi masamın önünde.
–       Tabii, dedim buyurun.
Arkasına döndü, dipteki masalardan birisinde oturan üç kişiye başı ile bir işaret çaktı.  Kemancı tam karşıma, kanuncu, darbukacı ve klarnetçi olan diğer üçü ise yan tarafıma sıralanıp oturdular.   Aslında bu meyhane müzisyenleri en az  yarım saat kadar bir köşede kendi kendilerine bir fasıl yaparlar, ilerleyen saatlerde ise masa masa dolaşıp istek yapılan şarkıları icra ederler ve bu suretle bahşiş toplarlardı.  Bu defa benden başka hiç müşteri yok diye olsa gerek, doğrudan benim masama gelmişlerdi.  Her ne kadar bolca bahşiş vermem gerektiği gerçeği ile karşı karşıya olduğumun farkına varmış idiysem de, bu davranışlarının hoşuma gitmediğini söyleyemem, zira koca lokantada tek başımaydım ve zaman geçirmem zor olacaktı.
–       Hangi şarkıyı arzu edersiniz?  dedi kemancı, sıkça ütülenmekten parlamış siyah kravatını düzeltirken.
Ders filan almadan birkaç müzik aleti tıngırdatmayı deneyen ve de Kürdilihicazkar makamı hayranı  olan bir “meslektaşları” olarak kendimi göstermem gerekiyordu.
       Kürdilihicazkar peşrevle girin bakalım, dedim, hiç duraksamadan.
       Hay hay, diyen kemancı ekibine göz gezdirdi ve başladılar.
Çaldıkları peşrevi hiç duymamıştım, zira yaygın olarak bilinen peşrev Kemençeci Vasilaki’nindi ve buna hiç benzemiyordu.  Tesadüfen bir yerde gözüme ilişen bir yazıyı anımsadım; olsa olsa bu (hiç dinlemediğim) Tamburi Cemil beyin peşrevi olmalıydı.  Peşrev bitti, hangi şarkıyı istediğimi sordu kemancı.  Bilgiç bilgiç,
–       Ben Vasilaki’nin peşrevini çalarsınız sanmıştım, siz Tamburi Cemil beyin peşrevini çaldınız dedim.
–       Affet hocam!  Onu sevdiğinizi bilemedik ama emriniz olur, hemen onu da çalalım dedi.
“Hocam??”  Demek çaldıkları gerçekten Tamburi Cemil beyin peşreviydi ve körün taşı yerine isabet etmişti.  Kumkapıya eğlenmeye gelen kaç kişi bu farkı bilebilirdi ki?
Hemen “hoca”lığa terfi etmiştim ve bunun  hakkını vermeliydim.  Benim istediğim peşreve masanın kenarına darbuka vuruşları yaparak eşlik etmeye başladım.  Eee.. şimdi yine birisi soracaktı hangi şarkıyı geçelim diye.  Yahu istek yapacağım şarkı aklıma bir türlü gelmiyor.  Peşrev bitti bitecek bir türlü hatırlayamıyorum. Ani bir kararla isteyeceğim şarkıdan vaz geçtim, hızla düşünüyorum; bari başka bir kürüdilihicazkar şarkı aklıma gelse de onu istesem diye.  “İçinizden ne geliyorsa onu çalın” demek gibi bir cinliğe de başvurabilirim ama aynı makamda bir şarkıyı kendim istersem havam daha başka olacaktı tabi.
Son notanın tınısı bitmeden bir tanesini hatırladım ve “biiir keendiii giiibiiiii, zaaaaliimiiii seeevmiiişşş,yaaanıııyooormuuuş” diye onlara ne istediğimi sorma fırsatı vermeden bir Kürdilihicazkar beste teganni etmeye başladım.  Sonra yüksek perdeye hiçbir zaman çıkamayan sesimi kestim ve el hareketi ile şarkıyı onlara devrettim.  Peşrevi olsun, şarkıyı olsun tam hakkını vererek, nota atlamadan çalıyor ve söylüyorlardı.  Şarkı bitmeden gelen rakıdan birkaç yudum çekince beynim Mozart’ınkini solda sıfır bırakacak gibi çalışmaya başladı. Müzisyenler sormadan “Nereden sevdim o zalim kadını”, “Gidelim Güksuya bir alemi âb eyleyelim” gibi makamdaş şarkılara onlar başlamadan ben başlıyordum  gerisini onlar tamamlıyordu.  Birinci duble bittiğinde müzik konusundaki bir atımlık barutumu hoyratça kullanmakta olduğumun farkına vardım.  “Hoca” mertebesindeydim ya, bir gaf yapıp piyastos olmak istemiyordum.  Kısa bir ara verdiler.  Birer duble de onlar için ısmarladım, yok demediler. 
–       Hocam sen bestekarsın galiba? diye sordu kemancı.  Soruya soru ile karşılık verdim.
–       Adın ne senin?
–       Soner.
–       Soner, ben bestekar filan değilim biraz müzikle uğraştım, hepsi o kadar.
Yan taraftaki kanuncuya döndü:
–       Gör bak Özcan!  Büyük ustalar hiçbir zaman övünmez!  Bana dönerek devam etti, bu Özcan benim son turfanda kardeşim.  Benden sonrası erkek çocuk olmasın diye bana Soner adını vermişler ama gelen yine oğlan olmuş.  İşte bu ufaklık Özcan da odur.  Şimdi biraz feyz alsın, orada burada “ben herşeyi bilirim” diye övünmesin isterim.  Övünecek olsa nah şu darbukacı övünürdü.  Her türlü müzik aletini çalar.  Eniştemiz olur, yani halamızın kocası.  Repertuar konusunda Elazığlı Mustafa Keser’len başa baş çekişir valla.  Ama yaşı yetmişe dayandı, parmacıkları eklem romatizması oldu, darbukadan başka birşeye vuramaz şimdi.  Bizim ilen gezer geceleri, ihtiyacı var ne yapsın?
Yoksaaa, o ut çalacak sen de dinleyecen!
Sonradan adının Süleyman olduğunu öğreneceğim enişte önündeki rakı kadehini kaldırıp bana “şerefe” işareti yaptı.  Bardağımı aldım, uzattım, tokuşturduk.  Bu arada kendimi biraz daha gösterebilmem için dağarcığımda daha ne gibi bilgiler var diye düşünmekle meşguldüm ve bu nedenle pek konuşma taraftarı değildim.
–       Gerçi Nihavent’e geçip sesinizi açmak istersiniz ama, siz Muhayyer Kürdi’ye girin de aniden kulağımız tırmalanmasın, malum Muhayyer Kürdinin nota kurulumu Kürdili Hicazkar’a uyar.
Kemancı yerinden fırladı,
–       Üstat!  Ver elini öpeyim senin.
–       Estağfurullah, diyerek ellerimi kaçırdım.  Yan masaya bırakmış olduğu kemanını eline alırken diğerlerine bağırdı,
–       Lan şoparlar!  Ben hep demem mi ki size Kürdilihicazkar sonrası Muhayyer kürdiye geçilir diye?  Hep sazan gibi atlarsınız, yok Uşşak’mış, yok Hicaz’mış,  yok bilmem neymiş.  Bakın üstat ne diyor?
O ana kadar hiç lafa girmeyen klarnetçi bana döndü:
–       Üstadım biz müşteri ne isterse onu çalıyoruz.  Konser vermiyoruz ki ara taksimi yapalım ve makam makam çalalım.  Bize de  kolay değil bir makamdan bir makama hop diye geçmek, ama ne yaparsın?
Sağ yanımda oturan darbukacı enişte konuşma gereği hissetmiş olmalı ki o da lafa girdi;
–       Abe ne konuşursunuz?  Soner iyi kim askerde mızıkacı olup nota öğrenmiştir. Aklı sıra atar bize (h)ava! 
Diğer üçünün konuşmaları çok düzgündü ama yaşlı enişte kendi ırkına has bir Türkçe ile konuşuyordu.  Burnu tıkalı bir insanın sesine benzer bir ses tonu ile devam etti,
–       Bu Soner var ya?  (H)er bi şeyi bizden öğrenmiştir.  Biz Roman’ız, yani çalgıcı takımı da derler,  Çingene de derler.  Ördek nasıl ki yumurtadan çıkar çıkmaz yüzer, biz de doğar doğmaz çalıp söylemee başlarız.  Bizim şoparların ağlamaları bilem namelidir abi.  Na(h) bu Özcan mesela, derler ki anasının karnında şarkı söylemeye başlamıştır.  Valla yalan demem, ben (h)akkaten işitenlerin yalancısıyım.  Eline boş bir kola tenekesi ver sana düğün yapsın!  Abisi Sonerin öyle bir numarası yoktur.  Askerde mızıkacı olmasayıdı, müzisyenlerin yüz karası olurudu.  (H)epten biz öğrettik (h)er bi şeyi.  Şimdi kalkar bize şeflik taslar!  Sebep?  Biz nota bilmeyiz, sülalede bir tek o bilirmiş!
Ekibi ile başa çıkamayacağını anlayan Soner “Hadi uzatmayın, geçin Muhayyer Kürdi’ye dedi ve başladılar yine çalıp söylemeye.  Sesimin tonuna uyan yerlerinde şarkılara katılıyordum.  Bu arada yakındaki bir masaya bir kızla bir oğlan gelip oturdular, birşeyler ısmarladılar ve ellerindeki telefonlardan kafalarını kaldırıp birbirlerine bakmadan, müziğe bile duyarsız bir şekilde içkilerini yudumlamaya başladılar.  İster arkadaş olsunlar, ister sevgili, ister nişanlı isterse evli…böyle mi olmalıydılar?  Hiç mi konuşacakları müşterek bir konu yoktu?  Hiç mi birbirlerine sevgi ve saygıları yoktu?  Hiç mi meyhane adabı bilmiyorlardı?  Niye gelmişlerdi ki buraya o zaman?  İster istemez bizden sonraki nesiller adına üzüldüm.  Hayattan zevk almaları ne kadar zor olacaktı?
Bu arada iki duble standardımı aşıp üçüncüyü yarılamakta olduğumun farkına vardım.  Garson bana sormadan kadehimi doldurmuştu ve ben de itiraz etmemiştim.  Fazla geç olmamasına rağmen “kalkma zamanı” diyerek yeni bir makama geçmelerine fırsat vermeden kemancının cebine oldukça hatırı sayılır bir bahşiş tıkıştırdım.  Teşekkür edip kalktılar, zira onların da mola vermeleri gerekiyordu artık.
“Şeytan dürttü” derler ya, işte ikinci akşam yine Şeytan dürtmüş olmalı ki taksiye atladığım gibi ver elini Kumkapı!  Bu defa başka bir meyhaneye girmek istiyordum zira benim “meslektaş(!)”larıma bir daha rastlarsam onları kıramayıp tekrar onların mekanına girmem gerekecekti .  İşin kötüsü,  muhtemel müzik muhabbetinde bilgiçlik taslayacak kadar sermayem kalmamıştı.   Sokağın orta kısmına yakın yerdeki bir meyhane dikkatimi çekti.  Erken olmasına rağmen, diğer mekanlarda henüz müşteri yoktu ama orada birkaç masa şimdiden doluydu ve tam ortada beş-altı masa birleştirilerek upuzun bir masa oluşturulmuştu.  Beni (güya) ikna etmiş olmasından kaynaklanan muzaffer bir eda ile önüme düşen çığırtkanın refakatinde içeriye girip dip köşede küçük bir masaya iliştim.  Az sonra kapıda bir hareketlenme oldu.  Otuzlu yaşlardan oluşan kızlı erkekli yirmi kişiden fazla olan bir gurup genç ortadaki uzun masanın etrafına dizildiler, “sen oraya, ben buraya” diye aralarında yer değişmeleri yaptılar ve sonunda hepsi oturdular.  Kimisi yine telefonuna sarıldı, kimisi yanındaki ile fiskosa başladı, kimisi yüksek sesle birşeyler anlatmaya başladı, kimisi de her söylenene kahkaha patlatma görevini üstlendi.  Ya hepsi aynı firmanın elemanıydılar ve ödül olarak meyhaneye davet edilmişlerdi, ya da bir arkadaş gurubu olarak bir kutlama yapacaklardı.
Bir gece önceyi kalamar, karides vs. ile geçirdiğimden bu akşam bir levrek ızgara eşliğinde rakıyı şereflendirme kararı vermiştim.  Ben istemeden bir de beyaz peynir ve kavun koymazlar mı masaya!
–        Müessesemizin ikramı! diye ekledi, rakıyı doldurmakta olan garson.
(Bu kavun ve peynirin bir şekilde hesaba işleneceğinden emin olmakla beraber)
–       Teşekkür ederim, dedim,  müzik yok sizde herhalde.
–       Olmaz olur mu beyefendi?  Dokuzdan sonra gelir bizim müzisyenler.
Birinci kadehin dibini görmüş ikinci ve son hakkımın garson tarafından doldurulmasını beklerken içeriye benim meslektaşlarım(!) girmez mi?  Meğer part-time bir orada bir burada çalışıyorlarmış.  Allahtan uzakta bir masaya oturdular, müzik aletlerini kılıflarından çıkarttılar, akort işlemlerini tamamladılar.  Ardından da, olması gerektiği şekilde, fasıl şarkıları çalıp söylemeye başladılar.  “Ucuz atlattık” dedim içimden, “ikinci dubleyi bitirir giderim”.   Dedim demesine ama bizim levrek bir türlü gelmedi.
Yakındaki bir garsona seslendim,
       Genç, bakar mısın?
       Buyrun efendim.
       Git şu mutfağa bir sor bakalım bizim levreği tutup getirmişler mi yoksa hala denizde mi arıyorlar ?
Saygısızlık olur diye gülemeyen genç garson bir koşu gidip geldi,
–       On dakika sürmez getiririm efendim!
Beyaz peynir, kavun, sıcak pide, humus, tarator, süzme yoğurt vs. ile zaten doymuşum, balığa yer kalmamış ama sipariş ettik bir kere, bekleyeceğiz.   Bizim meslektaşları dinleyip alkışlayan yok maalesef!  Onlar da seansı kısa kesip dışarda sigara içmeye çıktılar.  Yine üzüntü duydum. Ne olursa olsun onlar bir meslek icra ediyorlardı ve başarılıydılar.  Alkışlanmak haklarıydı.  Zaten sanatçıların gıdası alkıştır, beğenilmektir.  Yoksa üç otuz para için mi sarhoş kahrı çeker bu insanlar?
Sigaraları bitince tekrar içeriye girdiler, sazlarını aldılar, benim bir gece önce onlardan istemiş olduğum peşrevi çalmaya başladılar bu defa ve hem de iki hanesini birden!  Normalde o peşrevin sadece birinci hanesi (bölümü) çalınır sonra hemen şarkılara geçilirdi.  Bitince elimde olmadan onları alkışlamaya başladım.  Hem uzun masadan hem de etraftaki masalardan alkışta bana eşlik edenler oldu.  Kemancı ayağa kalktı, ilk alkışın geldiği tarafa baktı ve tabi gözgöze geldik!  Kaçamamıştım.  Daha doğrusu kendi kendimi ele vermiştim!
Beni fark eder etmez olanlar oldu!  Önündeki masalara, sandalyelere çarpa çarpa koşan kemancı Soner, sağır sultanın bile duyabileceği bir sesle bağırmaya başladı;
–       Vaaayyy!   Üstatların üstadı abimiz de buradaymış! 
Yaklaşınca önümde hazır ol vaziyetinde durdu;
–       Üstadım, kusura bakmayın sizi fark edemedik.
–       Zararı yok Soner, tamam, nefes al biraz.  Soner diğer masalar döndü;
–       Alkışlar bize değil, tümü bizim gibileri yetiştiren abim gibi üstatlarımıza!  Onların besteleri olmasa, onların güfteleri olmasa biz neye yararız?
İlk önce uzun masadaki birkaç genç, sonra gurubun hepsi, derken diğer masalardakiler ayağa kalkıp beni alkışlamaya başlamazlar mı?  Yer yarılsa da içine girsem diye düşündüm.  Resmen sahte kahraman olmuştum.  Ama o hengamede kime laf anlatabilirdim ki artık?  Bu Soner benimle dalga mı geçiyordu, gerçekten üstat mı sanıyordu ya da bir gece önceki yüklü bahşişin karşılığını mı veriyordu, çözemedim.  Bu arada ekibin gerisi de geldi ama bu defa ayakta kaldılar zira oturacak yer kalmamıştı etrafta.  Benim masamdaki tek boş sandalyeye Özcan oturdu.  Bu defa elinde kanun yerine ut vardı.
–       Hayırdır Özcan? Ne bu?  Kanunun nerede?
–       Üstat hiç sorma ya.  Babamnan amıcam bir düğün işi almışlar bu gece, kanunu babam aldı götürdü, ben de mecburen ut çalacam bu akşam.
Her tür müzik aletini çalan bir ailede demek ki sadece birer adet müzik aleti vardı.  İkincisini almak ne kadar külfetliydi onlar için!  Bir heves uğruna çocuklarımıza onlarca para vererek aldığımız ve sonra bir kenarda çürümeye terk ettiğimiz orglar, flütler, melodikalar, akordeonlar, gitarlar aklıma geldi.  Yine üzüldüm.
Hangi makamı istediğimi sorup gözüme bakmakta olan Soner’e,
–       Bugün Hicaz yapalım! dedim, kendim de gurupla beraber çalacakmışım ve de otorite benmişim gibi.  Yine peşrevle başlayın, sonra gönlünüzce devam edin, zira buradaki gençlerin de istekleri olsun bu akşam.
“Gençler” diye işaret ettiğim uzun masadan bir alkış tufanı daha koptu.
–       Yaşa, varol üstat!  Gayri ihtiyari ben de ayağa kalktım, elimi kalbimin üzerine koyup “eyvallah, teşekkür” vari bir hareket yaptım oturdum.  Ne yalan söyleyim, sahte bile olsa, şöhret olmak rakıdan daha fazla başımı döndürmüştü ve tuhaf bir haz duymuştum.
“Bu Hicaz peşrev kimindi?” deseler verecek cevabımın olmadığı peşrev çalınmaya başladı.  O an içimden bir kahkaha atmak geldi, zira o meşhur papağan fıkrasını anımsamıştım.
Henüz duymamış olanlar için kısaca yazayım;
Evinde tek başına yaşayan bir adam yalnızlıktan sıkılmış ve hiç olmazsa evde bir canlı olur diye evcil bir hayvan almaya karar vermiş.  Üstelik, bütçesine uygun bir papağan bulabilirse daha da iyi olurmuş, zira birkaç kelime de olsa konuşuruz diye düşünmüş.  Evcil hayvan satan bir dükkana girmiş ve bir papağan istediğini söylemiş.  Dükkandaki on kadar papağandan hangisini istediğini sormuş satıcı.  Eh, bütçe kısıtlı ya, önce fiyat öğrenmek için “bu kaça” diye bir tanesini göstermiş. 
–       Bu iki bin lira, demiş satıcı.  Cepteki beşyüz liranın yetmeyeceğini anlayınca hayretle sormuş adam;
–       Niye, ne özelliği var ki?
–       Konuşur.
–       Peki şuradaki kaça?
–       Beşbin. Hem konuşur hem şarkı söyler.
Gayri ihtiyarı pahalı manasına bir ıslık çalmış adam ve,
–       Ya şu kaça?  O on bin.
–       Ne hüneri var ki?
–       Konuşur, şarkı söyler ve dans eder!
–       Ya şuradaki?
–       O otuz bin lira.  Konuşur, şarkı söyler, dans eder ve de İngilizce tercüme yapar.
Adam papağan alabilmekten umudunu kesip dükkandan çıkmak üzereyken yaşlı, gösterişsiz, uyuklayan bir papağan görmüş ve yeni bir umutla sormuş.
–       Ya bu?
–       O mu? O yüzbin lira?
–       Yahu yüzbin liralık ne hüneri olabilir bunun be?
–       Valla ben de bilmiyorum, demiş satıcı, ama diğerleri onu görünce
“hocam” diye ayağa kalkıyorlar!
Aynen işte o yaşlı papağan bendim şimdi.  Hiçbirşey yapmadan önce “hoca” sonra “üstat” daha sonra “üstatların üstadı” yani iki günde ordinaryüs profesör gibi bir şey olmuştum!  Demek bu memlekette bir yerlere gelmek bu kadar kolaydı ha?  Biz boş yere yıllarca dirsek çürütmüşüz be!  At bir iki palavra, kap payeyi.  Daha sonra da gelsin para, pul, mal, mülk, yat, kat…
Müziğe mola verdikleri halde bizim ekip masamın etrafından çekilmemiş, benden izin bekler gibiydiler.  Bu arada kemancı Soner kardeşi Özcan’a sordu:
–       Oolum, en üst teli sen hangi notaya çekiyorsun? Ses tutmuyor be!
–       Fa’ya çekiyorum be abi
Ahaaa!  Tam mermim bitti diye savaşı bırakırken fişekliğimde bir mermi daha bulmuştum!  O gün öğlenden sora  internette gezinirken, tesadüfen,  udun en kalın telinin Türk musikisinde  Fa diyez’e akord edildiğini öğrenmiştim.  Tesadüfün bu kadarı olamazdı!
–       Özcan, dedim, abin doğru söylüyor, udun onbirinci kalın sırma teli Fa’ya değil, Fa diyez’e çekilir.
–       Sen diyorsun madem, boynumuz kıldan incedir üstadım! dedi Özcan mahcup bir halde önüne bakarak.
Israrlara dayanamayıp istek yaptığım “Ada Sahilleri” çalınırken alkışlarla kapıya kadar uğurlandım.
“Bir daha Kumkapı” mı dediniz?
Israr etmeyin be arkadaşlar, bu kadar şöhret yeter bana yaa!
 
Adil Karcı
1 Mayıs 2017
%d bloggers like this: